Batı Hukuku ve İslam Hukuku: Denge arayışında bir değerlendirme

YORUM | AHMET KURUCAN

Geçenlerde kadim bir dostum ve ağabeyimin bildirmesi ile haberim oldu Kemal Gözler’in “İslam Hukukunun Değeri: İslam Hukuku, Batı Hukukuna Alternatif Olabilir mi?” adli makalesinden. Makaleyi okumaya başladım. Çok tanıdık geldi bana hem cümleler, hem de dile getirilen fikirler. Zihnimin arka planında yer alan, “Ben bu satırları nereden hatırlıyorum?” sorusuna cevap ararken okumaya devam ediyordum. Ne zaman ki yasama-yürütme- yargı bağlamında güçler ayrılığı ile alakalı bölüme geldim hatırladım. Sorumun cevabını bulmuştum; ben bu makaleyi daha önceden okumuş hatta bazı konuşmalarımda referans olarak da sunmuştum.

Okumayı bırakıp mesaja geri döndüm ve kendisi de Siyasi Bilimler Fakültesi Mezunu olan o ağabeyime, “Siz ne düşünüyorsunuz?” sorusunu sordum. Verdiği cevap şu oldu:

  • Değerli kardeşim! Makalede özetle, İslamın adalet anlayışının mükemmel olduğu ancak iktidarın aşırılıklarına karşı bir denge kurulamadığı ifade edilmektedir. Gerçekte İslam idaresinde iktidarı kim sınırlayabilir? Raşit Halifeler döneminde baştakilerin Allah korkusu onları zulümden alıkoyuyordu. Gerektiğinde halk da yanlışlara karşı itiraz edebilirdi ve bu durum idarecilerce de hoş karşılanıyordu. Saltanat dönemine geçince idarecileri tenkit etmek zorlaştı ve sonra da neredeyse yapılamaz oldu.
  • Adalet sisteminin başındaki Baş Kadı veya Şeyhülislam da bu dengeyi kurmada yetersiz kaldı. Aslında onların da bir teminatı yoktu. İslam ülkeleri bu dengeyi koruyacak başka bir sistem de geliştiremediler. Batıda bu denge sistemi ancak bazı ülkelerde çalışabildi. O ülkelerin de halkı vaktiyle özgürlükleri için büyük bedeller ödediler. İslam ülkelerinde idareye karşı halkın özgürlük mücadelesi olmadı. Dolayısıyla özgürlüğün değeri anlaşılamadı. Bu durum, bu tip müesseselerin kurulmasına ihtiyaç duyulduğunu, bunun da İslamiyete aykırı olmadığına inanıyorum. Selam ve hürmetlerimle.

Bu satırlarda yer alan değerlendirmelere aynen katılıyorum. Herkesin bildiği gibi teori ile pratik birbirinden farklı alanlarda yolculuklarına devam ederler. Teorik düzlemde ve kağıt üzerinde “mükemmellik” vasfıyla nitelendirilecek öyle kanunlar, öyle idealler, öyle prensipler, öyle doktrinler ve öyle sistemler vardır ki hayata hayat olma safhasında ete-kemiğe bürünürken bir çok açığı ortaya çıkar. Bu açık, teoride bazı şeylerin bilinmesine rağmen nazarı itibare alınmamasından kaynaklanacağı gibi, bilinmemesinden de kaynaklanabilir.

Sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik çevrenin değişikliği teori ile pratik arasındaki açığın hatta uçurumun bir başka nedeni olabilir. Ve en önemlisi insan. Din de dahil ideolojileri, doktrinleri, sistemleri, kanunları yorumlayarak hayata taşıyan insandır ve her insan duygusu, düşüncesi, davranışı ile ayrı bir alemdir. O Ağabeyimin de dediği gibi Allah korkusu birisinde bütün yanlışları yapmaya engel yeterli bir faktör iken bir başkasında hiçbir anlam ifade etmeyebilir. Menfaat düşüncesi ya da sistemin cezai noktadaki yaptırım gücünü/güçsüzlüğünü de unutmamak lazım.

İsterseniz bu son söylediklerimden hareketle şu anda Türkiye’de yaşanan cezaevi zulümlerine bakın. Abdestli namazlı olduğu halde mahkumlara işkence eden görevlileri düşünün. Namaz molası verip işkenceye devam edecek derece gaddar olan o insanlar acaba teoride işkencenin yasak olduğunu bilmiyorlar mı? Elbette biliyorlar. Allah’tan korkuları mı yok? Korkuları var mı bilmem ama namaz kıldıklarına göre, inançları ve ahiret endişeleri var. Pekala neden? Cevabı uzun…

Asıl konumuza dönelim: İslam hukukunun sistemik planda Batı dünyası örneğinde görüldüğü ve Kemal Gözler Beyin makalesinde yetkin bir şekilde izah ettiği güçler ayrılığı, anayasacılık ve değerler hiyeyarşisi gibi iktidarın gücünün dengeleyecek ölçüde bir sistemin inşa edemediği tartışma götürmez bir gerçektir. 14 asırlık tarihsel geçmişimiz ve bu geçmiş içinde yaşanan nice ciğersûz hadiseler bunun en büyük isbatıdır.

Fakat bu demek değildir ki şimdiye kadar yapılamamış, bundan sonra yapılamayacak?

Bence böyle bir ümitsizlik içine girmeğe gerek yok. Yapılabilir. Hele kendi dünyamızda yaşanan binlerce olumsuz örnek ve bizim haricimizde yaşanan yüzlerce olumlu örnek bu noktada bizlerin gayretlerini tetikleyebilir.

Yeter ki isteyelim.

Yeter ki İslam dininin genel ilke ve prensiplerini iyi anlayıp günümüz gerçeklerinde nasıl hayata taşınabileceğini belirleyelim. Aksi takdirde asırlardan beri külli bir tecdid için kapağı açılmayan İslam hukukunun -doğru tabirle Müslümanların hukuk tarihi içinde kalmış tarihi uygulamalarının-elbette Batı hukukuna alternatif olamayacağı kesindir.

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

13 YORUMLAR

  1. Hocam Islam hukukunda hukukun üstünlügü var ve o hukuka padisah veya rejimde uymak zorunda, bir örnek Fatih Sultan Mehmetin eli kesilmesine hükmedildi. Ayrica Hz Ömer yanlis yaparsam ne yaparsaniz diye sordugunda seni kilicimizla düzeltiriz olayi halka gerektiginde hesap sormanin dinimizde önemli oldugunu gösteriyor, ayrica istisare etmekte dinimizde cok önemlidir. esad Cosan Hocaefendi secimlerin istisare sayildigini söylemisti bir sohbetinde…

  2. Üstad, çok çabuk ve kolaycılıkla neticeye varıyorsunuz. Lütfen kendinize ve biz okurlara saygı gösterip yazınızı özenle yazınız. Gülen Hizmetinin yetiştirdiğ nadide bir düşünürüsünüz. Lütfen biraz gayret. Saygılarımla…

  3. Değerli Hocam,

    Hukuk bağlamında, şu ana kadar yazdığınız tüm yazılar bir tarafa bu yazınız bir tarafa, bundan şüphe etmeyin. Gerçek tartışma tam olarak bu bahsettiğiniz noktadan olurdu. Siyasal mezunuyum. Bu tarz konular, sık sık konuşulurdu. Gel gör ki, az dışarı çıktığınızda, dine mi laf atıyor bu şimdi kaygısıyla herşey orada kalırdı.

    Muhakkak okudunuz, Kemal Gözler İslam Hukukçusunun Türkiye de aslında hiç olmadığından bahseder. Sebebi bir hukuk nosyonu almayan insanın hukukçu olamayacağı. Türkiye, ilahiyatçıyla doludur, ama İslam Hukukçusu hemen hemen hiç yoktur der.. Bir islam hukukçusu yetişecekse onun yerinin ilahiyat fakülteleri olmadığını, hukuk fakülteleri olduğunu söyler.

    Bende katılırım bu görüşe. Gerçekten dindar birini o hakim kürsüsüne oturtsanız, verdiği kararlar adaleti sarsacak nitelikte olur. Üstelik o kişi olanca iyi niyetiyle karar vermeye çalışsa bile.

    Tam tersine, ATEİST bir insanı, islam hukukunu öğreterek kürsüye oturtsanız, vereceği kararlar isabetli olabilir.

    Bu bir eğitim, nosyon işi, düşünme, analiz muhakeme etme yolunu bilme öğrenme ile ilgili.

    Örneğimi bilerek uç verdim ki, meselenin bamteli anlaşılabilsin.
    ************************************************************************

    Kemal Gözlerden bir takım paylaşımlar:

    “””””İslâm hukuku, çok gelişmiş bir hukuk teorisine sahiptir. Bir hukuk teorisi olarak İslâm hukuku en az Roma hukuku ve Roma hukuku temelli kıta Avrupası hukuku ve keza Anglo-Sakson hukuku kadar gelişmiş bir hukuktur. Hatta, yorum, akıl yürütme gibi bazı alanlarda İslâm hukuku onlardan daha da ileri ve sofistikedir.

    Fıkıh usûlü kitapları, Batıdaki hukuk metodolojisi kitaplarından teorik zenginlik bakımından asla geri değildir; tersine onlara göre fazlası vardır.””

    “”3. İslâm Hukukunda Değerler
    İslâm hukuku insanî değerler bakımından da fevkâlâde zengindir. Başta adalet olmak üzere akla gelebilecek bütün beşerî değerler İslâm hukukunda en yüksek perdeden tanınmıştır. İnsan onuru, insan hürriyeti, insanın kişiliği, insanın sağlığı, insanın iradesi, insan hakları, barış gibi pek çok değer, İslâm hukukunda tanınır ve yüceltilir. İslâm hukuku, değerlerle örülmüş, değerler üzerine kurulu bir hukuktur. İslâm hukukunun çok ileri ve çok rafine bir tabiî hukuk olduğunu söyleyebiliriz.””

    “”4. Ya Uygulama?
    Yukarıda İslâm hukukunun gerek teorik olarak, gerekse değerler olarak Batı hukukundan geri olmadığını ve hatta Batı hukukundan pek çok konuda daha ileri olduğunu söyledik. Ancak eğer öyleyse, neden nüfusunun tamamı veya çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde [7] adalet yok? Neden bu ülkelerde insan hak ve hürriyetlerine değer verilmiyor? Neden bu ülkelerin pek çoğunda can ve mal güvenliği bulunmuyor? Asıl önemlisi, neden bu ülkelerde barış yok? Neden bu ülkelerin çoğu kan gölü? Neden?

    İslâm hukukunun en yüksek norm kaynağı olan Kur’an’da adaletin ve barışın değeri üzerine onlarca ayet vardır. İslâm hukukunda kişilerin hürriyetini, can ve mal güvenliğini tanıyan onlarca ve belki yüzlerce hadis vardır. Ne var ki İslâm hukukunun doğduğu, geliştiği, yayıldığı, az ya da çok uygulandığı ülkelerde [8], adaletin, can ve mal güvenliğinin, kişi hürriyetinin bulunduğunu söyleyebilecek biri var mı? İslâm hukukunda siyasî iktidarı eleştirmek veya siyasî iktidara muhalif olmak suç değildir. Buna rağmen neden bu hukukun az ya da çok cari olduğu ülkelerin önemli bir kısmında siyasî iktidarı eleştirenler hapse atılır; diğer bazılarında bu kimselerin malları müsadere edilir; diğer bazılarında bunlarla yetinilmez, bu kişiler ölüm cezasına çarptırılırlar. Diğer bazılarında ise muhalifler yargılanmaksızın öldürülürler, ortadan kaldırılırlar.

    İşte İslâm hukukundaki asıl sorun bu: Bir yanda değerlere çok önem veren ileri bir hukuk teorisi, diğer yanda ise kan gölünde bir hukuk pratiği.

    Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu vahşetin sorumlusu, İslâm hukuku olamaz. Barışa, adalete, insan hak ve hürriyetlerine bunca değer veren İslâm hukuku bu vahşetten sorumlu tutulamaz.

    Ancak bu vahşetin neden Batı hukukunun yürürlükte olduğu ülkelerde değil de, İslâm hukukunun az ya da çok yürürlükte olduğu ülkelerde olduğu da açıklanmalıdır.

    İslâm hukuku, bu vahşetin kaynağı değildir; ancak İslâm hukukunun bu vahşeti önleyemediği, ona engel olamadığı da bir gerçektir. Batı hukukuyla kıyaslandığında İslâm hukukunda eksik olan bir şey vardır. Bu şey nedir? Şimdi bunu görelim.””””

    “”5. İslâm Hukuku İktidarın Sınırlandırılması Konusunda Teknik Olarak Yetersiz Bir Hukuktur

    İslâm hukuku, iktidarın kötüye kullanılmasını tasvip etmez. Keza İslâm hukuku bütün aşırılıklardan kaçınılmasını emreder. İslâm hukuku sınırsız bir iktidardan değil, sınırlı, mutedil bir iktidardan yanadır. Ancak İslâm hukukunun iktidarın kötüye kullanılmasını önlemek ve iktidarı sınırlandırmak için getirdiği bir mekanizma yoktur. Eksikliği buradadır. Bu konuyu anlamak için Batıda durumun ne olduğunu görmek gerekir.””

    “””11. Bir “Görünüşte Hukuk” Olarak İslâm Hukuku
    İslâm hukuku ide olarak ne kadar zengin ve değerli olursa olsun, bir mekanizma olarak son derece fakirdir ve ide olarak çok değerli olan normlarının pratiklikte uygulanma kabiliyeti fevkâlâde düşüktür.

    Bu nedenle İslâm hukukunun doğduğu, geliştiği, bu hukukun az ya da çok uygulandığı ülkelerde “kitaplardaki hukuk” ile “uygulamadaki hukuk” arasında korkunç bir uçurum vardır. Kitaplarda hak, adalet ve barış konusunda büyük ideler, en vurgulu, en ayrıntılı, en etkileyici şekilde anlatılır. Ne var ki bu kitapların yazıldığı ülkeler, çoğunlukla kan gölü içinde yüzerler; bu ülkelerde kitaplardaki idealleri bir yana bırakın, can ve mal emniyeti gibi en temel hürriyetler dahi yoktur.

    Anayasa hukukunun genel teorisinde benzer durumda bulunan anayasalar için “nominal (sözel, lafzî, itibarî) anayasa (nominal constitution)” kavramı kullanılır [15]. Aynı anlamda “görünüşte anayasalar (façade constitutions)” veya “sahte anayasalar (fake constitutions)” ve hatta “tuzak-anayasalar (trap-constitutions)” kavramlarını kullananlar da vardır [16]. Biz de bu isimlendirmelerden ilham alarak, yukarıda açıkladığımız sebeplerden dolayı İslâm hukukunu bir “nominal hukuk”, “sözde hukuk”, “görünüşte hukuk” olarak nitelendirebiliriz. Hatta modern hukukun yerine konulması isteniyorsa, bu hukukun “tuzak hukuk” hâline gelebileceğini de söyleyebiliriz.

    Batıda son üç asırdır, hukuk düşünürleri, iktidarın kötüye kullanılmasını önleyecek, iktidarı sınırlandıracak mekanizmalar konusunda kafa yormuş ve bu konuda çeşitli teoriler, ilkeler, sistemler ve mekanizmalar önermişlerdir.””

    • Sevgili Yılmaz beye yorumu için çok teşekkür ediyorum.
      Ancak ifade ettiğiniz “kitaplardaki hukuk” ile “uygulamadaki hukuk” arasında korkunç uçurumun nasıl yüzyıllardır yaşam alanı bulabildiği konusunda yorumunuzdan net bir tez çıkaramadım.
      Hastalık tüm bünyeyi asırlardır sarmış ama ne hastalığın net bir teşhisi ne de ona yönelik bir tedavisi bulunamıyor.. Sıkıntı burada sevgili hocam..

  4. Genel olarak, Ahmet Bey’in yazılarındaki yorumlara baktığımda, okuyucunun yazarından daha derin, nitelikli ve birikimli olduğu birini görüyorum. Bu durum kendisini olumlu yönde daha çok kamçılaması gerekirken sanki yazmak zorundaymış gibi ilgili ilgisiz, sığ ve özensiz bu türden yazılarına ısrarla devam ediyor.
    Bunu en azından okuyucuya bir saygısızlık olarak görüyorum.

    Sanırım uzmanlık alanı olan fıkıh konusunda bile bu kadar ufku dar ve gerçeklikten kopuksa diğer konulardaki durumunu artık düşünemiyorum.

    TR7/24’ü de yazarlarının bir kısmını veya yazılarını, en azından ciddi bir editöryal elemeden geçirmeye davet ediyorum. Bu kadar entellektüel okuyucu kitlesine sahip bir site olarak çok daha faydalı ve ufuk açıcı makaleler kaleme alabilecek yetişmiş bir kaynak varken, bunlardan istifade etmeyi neden düşünmezler anlamıyorum. Elbette gerçekten çok kaliteli yazarlar var lakin sanki bazılarına da mahkum olma gibi bir hal seziyorum. Naçizane tavsiyem, kıta kıta dolaşan Ahmet Bey biraz dinlense iyi olur.

  5. Sevgili Ahmet hocam,
    yorumunuz için gerçekten çok teşekkür ederim…

    Ancak “yeter ki isteyelim” demişsiniz ya.. Bunu kim istemez ki aslında?

    Bence asıl sorun Müslüman topluluklarda itaat beyat kültürünün tartışma kültürünü baskılaması ve bunun doğal seyri ile sonuçta havas tabakanın işine gelmesi, kolaycılığa kaçmasıdır.
    Tartışabilme kültürünün olmadığı hiçbir topluluk ne kadar temiz doğmuş olursa olsun hakkaniyet, insanlık ve gelecek vadetmez. Çünkü dinamik düşünce insanlık için o kadar önemlidir ki en doğru inanç bile düşünmeyen toplumlarda kısa zamanda nefsin ve zulmün oyuncağına dönüşür. Düşünce üretmeyen, tartışma ortamına müsade edilmeyen topluluklarda Tevbe suresi 31. Ayette ifade edildiği gibi kutsala olan saygı, insanla özdeşlik kurarak onu tanrılaştırır ve farkına varmadan zulüm üretmeye başlar. Bu durum öyle bir çıkmaz döngüye dönüşür ki, yanlış yapanlar doğru, doğruyu söyleyenler ise yanlış olarak algılanmaya başlar ve bu durumun toplumda farkedilir hale gelmesi ya asırlar alır ya da çoğu kez imkansızlaşır..
    Sizce de öyle değil mi?

  6. Ayrıca konuyla ilgili şunu da ifade etmek isterim:
    Eğitimsiz bilince sahip insanlar gördüğü ve duyduğu somut nesneleri, duyusal gerçekleri hakikat bilgisi ve yasa olarak kabul eder. Eğitimsiz bilinç nesneleri görür ama nesne ve olgular arasındaki bağlantıyı, ilişkiyi göremez. Oysa bilimsel ve rasyonel hakikat, olgu ve nesneler arasındaki ilişki ve bağlantılar olan yasalardır. Yani olgular ve nesneler arasındaki ilişkinin kendisine dayandığı değişmezlere yasa denir. Aklını kullanabilen eğitimli insanlar ise işte bu yasaları kavramaya çalışarak hakikat bilgisine ulaşır. Yani evrenin yasaları, doğada olup biten olguların duyusal gerçeklerin arkasındaki görünmeyen nedensellik ilişkisidir. Hakikat işte bu kurallara denir. Hakikatı kavramak olgular arasındaki bağlantıları kavramak demektir. İşte aklın bütün fonksiyonu budur.
    Dolayısıyla insan bilincinin duyulara dayanan kısmıyla yasalara dayanan kısmını birbirinden ayırt etmek lazım. Çünkü iki ayrı gerçeklik düzlemi var. Aynı şekilde insan bilincinin duygulara ve kutsal inançlara dayanan gerçeklik ile salt aklın yasalara dayanan gerçekliğini de birbirinden ayrı düzlemde ele almak gerekir. Zira bir kutsala inanma söz konusuysa orada aklın analizi hiçbir şey ifade etmez.
    İşte dindar bilincin en büyük imtihanı buradadır. Yani dindar bilincin kendine ait gerçeklik dünyası ile yasalar dünyasına ait insan bilincini birbirinden bağımsız işletme gibi bir zorunluluğu vardır dindar bilincin! Bu zorunluluğu dikkate almadığınızda sapla saman birbirine karışır. Kısaca ifade etmek gerekirse din subjektif bir alandır, yasalar dünyası ise objektif bir alandır. Yani inançla ilgili gerçeklikler ile yasalar ile ilgili gerçekliklerin insanları bağlayıcılığı bakımından böyle bir çözümlemeye ayrıma ihtiyaç vardır. Aksi halde çatışma başlar ve çatışmanın olduğu atmosferde selim düşünce de ortadan kalkar ve her şey eskiye döner, sonuçta insanlıktan beklenen terakki bir ütopya olarak kalır..

  7. İslam hukukunun 14 yıldır güçler ayrılığı ilkesini geliştirmemesi.
    Bu yaşıma geldim, bunca yıldır bir Müslüman ilahiyatçıdan böyle bir ifadeyi ilk defa duyuyorum.
    Oysa bize şimdiye kadar anlatılan şu idi: İnançlı bir insan zaten Allah korkusu olduğu için yanlış yapmaz.
    Dolayısı ile: Ver dini eğitime ağırlığı, çöz tüm sorunları.
    İşte yukarıdaki yorumcu Cem Arslan´ın ifade ettiği de buna dayanıyor: Fatih´in hocası elinin kesilmesine hükmetti. Demek istiyor ki, Osmanlı´da Şeyhülislam, o zamanın Diyanet İşleri Başkanı, padişahın üzerindeydi.
    Birilerinin de, bu bilgiler ne kadar doğru, ne kadar ninni masalı, aydınlığa çıkarması gerekiyor.
    Konu dağılıyor, toparlamaya çalışalım.
    Öncelikle Ahmet Kurucan´a bu tespitinden dolayı teşekkür etmek lazım.
    Bugüne kadar olmaması bu işin bugünden sonra da olmayacak anlamına gelmez ifadesi ise bence gereksiz.
    Batı´da güçler ayrılığı kutsal kitaplara mı dayanıyor? Güçler ayrılığını Monteskiyo filan kutsal kitaplardaki hakikatlerden mi çıkardı, yoksa insan doğasına ilişkin seküler düşüncelerden mi?
    Ayrıca Amerika´yı yeniden keşfetmeye ne gerek var?
    İnanç, özel dünyamızın, ibadetlerimizin ve öbür dünyaya ait beklenti ve çabalarımızın alanıdır, devlet ise seküler aklın alanıdır. Anayasal kurallar meşruiyetini dini alandan almak zorunda demek o kadar mı zor?
    Bizde ilahiyatçılar neden kendilerini her şeyden sorumlu hissediyor?
    Veya şöyle soralım:
    Bizde biraz ilahiyat okuduktan sonra uzmanı haline gelinmeyen herhangi bir alan var mıdır?

  8. Giden yorumda kelime düşmüş. Doğrusu şöyle olacak:
    Anayasal kurallar meşruiyetini dini alandan almak zorunda değil demek o kadar mı zor?

  9. Aslında problem şu İslam Fıkhı_Hukuku günümüz ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Birkaç asırlık problem bu. İçtihat tartışmalrını da bı bağlamda anlıyorum. Kısaca problemin çözümü İçtihad edebilecek vasıflara sahip (Geleneği ve Batıdaki gelişmeleri bilen hazmeden) birinci sınıf düşünür-hukukçu yetiştirmek. Bunun için adımlar atmakta fayda var diye düşünüyorum.
    Sayın yazarın bu konuyu arada bir yazmasını da “EY DOSTLAR PROBLEM BÜYÜK. FARKINDA OLALIM ÇÖZÜM ARAYALIM” şeklinde anlıyorum. Kendisini cesaretinden dolayı kutluyorum…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin