Bana işini söyle sana kim olduğunu…

YORUM | YUSUF ÜNAL

Geçen hafta yeni romanım çıktı, duymuşsunuzdur, Kaçış Rampası. Yayınevi tanıtımı için bir toplantı istemişti. Toplantıya çalıştığım yerden bağlanmak durumunda kaldım. Beni başımda kasket, üstümde fosforlu kıyafetle görünce arkadaşlar şaşkınlıkla normal görme arasında gidip geldiler. Hüseyin Bey latifeyle, “Keşke kapağa bu fotoğrafı koysaydık.” dedi üzerimdekileri işaret ederek. 

Gülüşüp geçtik. İnşaatta çalışmayı, inşaatta çalışırken yazı yazmayı ve kitap çıkarmayı tuhaf karşılamıyorum ben. Ancak öyle karşılayanlar olduğunu biliyorum. Sadece inşaatta çalışmayı değil; pizza dağıtmayı, şoförlüğü, garsonluğu, online satış yapmayı kendine yahut arkadaşlarına yakıştıramayanlara rastlıyorum. 

Geçenlerde öylesi bir arkadaşla konuştuk. Eskiden iş adamı, bilim insanı, devlet memuru, beyaz yakalı olan kimselerin bu işleri yapmaları onu çok üzüyormuş. Bizzat bana söylemedi ama haliyle benim inşaatta çalışmam da üzüyordur onu. Sadece o değil, başkaları da var benim durumuma üzülen. Oysa ben bu halimle neredeyse gurur duyuyorum. Yaptığım işle kişisel değerimin doğru orantılı olduğuna hiçbir zaman inanmadım. 

Öte yandan ilk gençliğimden bu yana inançlarımın ve ideallerimin bedel istediğinin farkındaydım. Okuduğum kitaplarda, seyrettiğim filmlerde, dinlediğim ezgi, ilahi ve marşlarda bunlar telkin edilmişti. Bu yolun uzun, menzilinin çok, geçidinin yok olduğu defalarca söylenmişti kürsülerden. Hepsi bir yana, Peygamber Efendimiz (sas) Hz. Ebu Zer’e; “Gemini yenile çünkü deniz derindir. Azığını tam al, çünkü yol uzundur. Yükünü hafif tut, çünkü geçit çok sarptır” demişti. 

Şimdi bunları bilip dururken başıma gelenlerin beni çok şaşırttığını söyleyemeyeceğim. O yüzden zaman zaman kalabalığa karışıp yahut benden beklenene uygun davranıp kendime acısam, halime üzülsem de gerçekte mağduriyetin bu çeşidini kafaya çok taktığımı söyleyemem. 

Elbette yorulup ırıldığımda, nefes almaya fırsat bulamadığımda, doktora gitmem veya ilaç almam gerektiğinde, bayramda seyranda mesaiye devam ettiğimde maaşımın tıkır tıkır yattığı, özlük haklarımın korunduğu, haftalık, aylık ve yıllık tatillerin mebzul olduğu eski mesleğimi arıyor, şimdiki halime acıyorum. Toza toprağa bulanmış işçi elbiselerime, yaralanmış berelenmiş bedenime, birbirine karışmış saçıma sakalıma bakıp takım elbiseli kravatlı vaziyetimi, sürekli paspaslanan ışıltılı iş ortamımı özlemiyorum desem yalan olur.

Gelgelelim kendimi bu psikolojiye kaptırmamaya çalışıyor, bunun beni çöküşe sürükleyeceğini telkin ediyorum nefsime. Benim durumumdaki insanların en büyük hatasının kendisine acımak olacağını düşünüyorum. Sürekli geriye bakıp hayıflanmanın hem şimdinin hem geleceğin düşmanı olduğunun, ona sürekli patinaj yaptıracağının farkındayım…

Hem öte yandan insanların kendilerine dayatılan şeylere boyun eğmektense izzetli bir şekilde başkaldırmaları imrenilecek bir durumdur. Ben de inanç ve ideallerimin bedelini ödediğimi bildiğim için son yıllarda yaptığım işportacılıktan da şoförlükten de pizza dağıtmaktan da inşaat ameleliğinden de gocunmuyorum. Hepsini alın terimle yaptım, yapıyorum. Geçmiş hayatında makam, mansıp ve servet sahibi kişilere de yaptıkları bu tür göreceli düşük işlerden dolayı acımıyorum. Vakıa, keşke eğitim ve tecrübelerine uygun işler yapabilseler, ekmeklerini daha kolay şartlarda kazanabilseler diyorum sürekli ama bu bir acımaya dönüşmüyor. Bilakis onları tebrik edesim geliyor, bravo size deyip alkışlayasım. Ya kendilerine dikte edilenlere boyun eğse, zillete katlansaydılar… 

Kazın ayağı hep böyle gitmiyor tabii. İnsan kendime acımayayım derken de başka tarafa savrulup yaptığı bu çeşit göreceli düşük işlerle gururlanmaya başlayabiliyor. Buradan kendisi veya başkaları için acındırma kapıları aralayıp mağduriyetin konforuna yaslanabiliyor. Onun için yaptığımız işlere çok da anlam yüklememek gerektiğini düşünüyorum, onlara birer iş olarak bakmak gerektiğini. Hangisi bizim için daha elverişli ise onu seçebileceğimiz, istediğimiz zaman değiştirebileceğimiz şeyler olarak. 

Bunları söylerken yaptığı işin kişiye şekil verdiğinin farkındayım. Hatta, bana işini söyle sana kim olduğunu söyleyeyim diye bir vecize bile söyleyebilirim. Ancak o iş o kadarla kalmıyor, kişi de yaptığı işe şekil verebiliyor. Etkileşim hep iki taraflı. Yeter ki insanın akordu sağlam, karakteri oturmuş olsun. İşte o zaman kendi tavrını ve tarzını her işe yansıtabilir kişi. 

Ben inşaatta bunu yapmaya çalışıyorum söz gelimi. Bu günlerde sürekli banyolara fayans döşüyorum. Akşama kadar seyyar lambanın ışıttığı el ayası kadar yerde dönüp duruyorum. Yalnızlığı bir çeşit zoraki zevke çevirdiğimi söylesem abartmış olmam galiba. İzleyeceğim video veya podcastleri önceden hazırlıyor, ortam hazır olunca hoparlörü açıyorum. Sesli kitap uygulamalarına aboneyim, onlardan okumaya hiçbir zaman imkân bulamayacağım kitaplar dinliyorum. Haftada iki üç kitap bitirdiğim oluyor çalışırken. İş bana kendimle zaman geçirme fırsatı sağlıyor böylece, seviniyorum. 

Bu, benim yaptığım işe boyamı çalmam, işi kendime benzetmem sayılabilir herhalde. Bunu benden çok daha iyi yapanları gördüm. İstanbul’da bir belediye otobüsü şoförü haberi hatırlıyorum mesela. Adam otobüste çiçek yetiştiriyordu. Yolcuları küpeliler, yaprağı güzeller, sardunyalar ve gülümseyip hal hatır soran bir şoför karşılıyordu. Sanayilerde bazı ustalara hep imrenirdim. Onca yağın ve hurdanın arasında bir köşeye akasya, kiraz veya iğde diker; duvara sarmaşık, hanımeli yahut asma çubuğu ağdırır; serçelere su koyar, sokak kedilerini ve köpeklerini beslerlerdi.

Babam rahmetli de böyle bir esnaftı. Dükkân olarak kiraladığı yer bir tarlaydı başlarda. Makineleri kurar kurmaz, belki kurmadan bile önce kuyunun başına bir salkım söğüt dikmişti, altına tahtalardan kerevet gibi bir şey yapmıştı. O söğüt birkaç sene içerisinde salkım saçak büyüyüp gürbüzleşmişti. Artık molalar onun altında veriliyor, çaylar onun altında içiliyor, gelip gidenlerle orada iki lafın beli kırılıyordu. 

Kendi tarzlarını işe katan babam gibiler imrenilmeyi hak ederler. Onlar yaptığı işten/meslekten kıymet devşirenler değil, her ne yaparsa ona kıymet kazandıranlardır. 

İşini kendisine benzetmenin asıl bir de iş ahlâkına bakan boyutu vardır ki insanın bu bakımdan sürekli kendisini yoklaması gerektiği izahtan varestedir. Ama ben yine de bunun güzel bir örneğini vermek istiyorum.

Seksen darbesi sonrasında Frankfurt’ta mülteci olarak yaşayan, geçenlerde vefat eden gazeteci Aydın Engin orada taksi şoförlüğü yapmış. Hanımı Oya Baydar, o Sait Faik Hikâye Armağanı sahibi güzelim kitabı Elveda Alyoşa’daki Bir Duraktır Frankfurt öyküsünde onun şoförlük hallerini anlatır. Uzun çalışma saatlerinin üzerinde bıraktığı izleri, üstünde getirdiği sokakları, karşılaştığı insan manzaralarını… Bir keresinde gün ortasında eve çıkagelmiş şoförümüz. Anlatıcımız şaşkın gözlerle ona bakarken o niye geldiğini şöyle izah etmiş:

“Birden kendimi, bavulu iple bağlı, yoksul giysili adamı küçümserken yakaladım. Zengin görünümlü müşterilere, şık küçük hanımlara yaptığım gibi arabanın kapısını açmadığımı. Şimdi yeterli parası bile yoktur taksiye ödeyecek diye düşündüğümü panik içinde fark ettim. Adamı söylediği adrese bıraktıktan sonra yol kenarına çektim arabayı. Dur oğlum, dur bakalım, nereye gidiyorsun sen böyle! Kimsin sen böyle! Dayanamadım daha fazla, işi bırakıp eve geldim. Nereye gidiyoruz biz?”

Sonra kendi durumuna kendi teşhisini koymuş öykünün kahramanı: Şoförlük yapmıyorum, şoförleşiyorum. 

Sanırım bütün mesele bu! Şoförleşmeden şoförlük yapmayı becerebilmek. O zaman yaptığımız işin bir önemi kalmayacak, bize her yer Trabzon olacaktır… 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin