YORUM | YUSUF ÜNAL
Anımsayabildiğim ilk iftarların çocukluğuma ait olduğunu söylemiştim önceki yazımda. Hatırı kalmasın, hanımı da darıltmayalım, unutamadığım iftarlar ise çekirdek ailemle yaptığımız balkon iftarlarıdır.
Bendeniz balkonu bir ayrı severim, “eve sığmayan oda”dır o benim için, sığamayan. Kibrit kutusu kadar evlerin kaptan köşkleridir onlar, düş odaları, yahut “gözü evlerin..”
“İçimde ve evlerde balkon/ Bir tabut kadar yer tutar” diyen şaire kulak asmayın siz, “Avlumuz vardı, çok uzaktık balkona” diyene de; biz balkon çocukları sayılırız, bizim çocuklarımız da… Gerçi onun için topraktan ve tabiattan koparılan insanoğluna verilmiş sus payı denilebilir. Ancak bu, onun evlerimizin toprağa, göğe, komşuluğa ve belki de içimize açılan bir kapısı olduğu gerçeğini değiştirmez.
Keçiören’in tepelerinde değil ama derelerinden birinin dibindeydi bizim evimiz. İki balkonu vardı. Salondan geçilenin adı balkondu, uzun ve ince; ötekinin adı mutfak balkonuydu ve kareye yakın, şişmanca bir hali vardı. Birkaç yıl boyunca uzun balkonda yayvan saksılardaki maydanoz, tere, roka, dereotu, kuzukulağı, nane, çilek, biber, domates gibi büyütmeyi bir türlü beceremediğimiz cılız yeşilliklerin refakatinde açtık yaz iftarlarımızı. Kilimi yere serer, altımıza ve arkamıza yumuşacık minderleri koyar, yer sofrasının çevresinde ağır ağır vaziyet alırdık. Salondaki açık televizyondan, kola ve şampuan reklamlardan fırsat kalırsa Kur’an veya ney sesi gelirdi. Önümüzdeki arsaya henüz o lenduha apartman dikilmemişti. Bize kadar uzanan ihtiyar bir dut ağacı tarafından serinletilirdik, onun dallarına tüneyen serçeler söylerdi musikimizi. Oturma odamızın penceresine doğru ağan ceviz ağacı ceviz vermezdi ama elimde ovalayıp koklamaya bayıldığım yaprakları vardı. Ayva ve badem ağaçlarını yalnız baharları, çiçek açınca fark ederdik. Çağlaların büyüdüğünü hem az oldukları hem de yoldan gelip geçenler tarafından daha olgunlaşmadan aşırıldıkları için pek göremezdik. Şimdi yerinde yeller esen gecekondunun köşesine tutturulduğu anlaşılan leylak, baharın alenî habercisiydi. Peşinden açan yamuk yumuk gövdeli boz iğde, baharın sonuna geldiğimizi söylerdi.
Karşı yamaçtaki bayır kengerlerin, eğilcanların, böğürtlenlerin, sütleğenlerin, yabangüllerinin ve dahi kafesinden kaçmış muhabbet kuşlarının, kirişi kırmış paçalı güvercinlerin, uzun kuyruklu saksağanların, bet sesli geveze kargaların, acelesiz kaplumbağaların ve hiç karşılaşmasak bile kuşkusuz ürpertici yılanların yurduydu.
Farkındasınızdır, yaşlanmanın izleri zihnimi çaktırmadan ele geçiriyor gibi. Hatırlamanın kavuşmak olduğunun farkına varalı beri hep hatıraların koynundayım. “Yaşamak, hatırlamaktır.” diye de bir söz uydurup buna felsefî bir açıklama getirdiğimi sanarak seviniyordum ki bu yollardan başka geçenlerle karşılaştım. Misal Pessao, “… vuku bulan şeyler, ancak sonradan anlatıldıklarında var olurlar.” demiş. Benim yaptığım biraz da bu sanırım, kaybettiklerini yeniden var etmeye, ayrıldıklarıyla kavuşmaya çalışan bir adamın çabası… Hani Bahtiyar Vahapzade’ye nasıl şair olduğunu sormuşlar da, “En sevdiğin elinden alınınca şair olursun, benim vatanımı aldılar,” demiş ya, belki ben de böyle böyle bi “şey” olurum. Gerçi Dante’ye kulak verecek olursak yaptığım şey basbayağı mazoşistçe bir iş gibi görünüyor. Ona göre; kederlerin en büyüğüymüş, mutlu zamanları hatırlamak ıstırabın içinde.
Hiç de bile! İlahi Komedya’cıya kulak asmayın siz, hatırlamak acıtmıyor beni, bilakis sarıyor yaralarımı ve inadına hatırlıyorum: Komşularımızın çoğu balkonlara kurardı iftar sofrasını, üstümüzdeki Ahmet abilerin balkonundan lavanta kokulu mavi, beyaz, turuncu nevresimler sarkar, gün Demetevler’e doğru eğildikçe mahalle baştanbaşa kızartma kokardı. İftara yakın sokaktan el ayak çekilir, oruç günlerinin en ulvî saatleri başlar, meleklerin ışıktan kanatları üstünde sekine/huzur inerdi şehre. Gerçekten iner miydi, yoksa ben elemi gitmiş lezzeti kalmış geçmişi yine kristalize ederek mi anımsıyorum? Şehre inip inmediği konusunda iddialı olamam ancak bizim kalplerimize ve soframıza indiğinden kuşkum yok…
Bu sırada on- on iki yaşlarında olan, “Ben büyüdüm artık, büyükler gibi oruç tutacağım.” diye tutturan ve tekne zamanında oruçlarını bozduramadığımız oğlumuz dolaptan çıkardığı buz gibi su şişesine sarılıp beklerdi. Altı- yedi yaşlarındaki kızımız tekne orucu tutmuş olur, acıktıkça yiye yiye orucuna devam eder ve artık son düzlüğe girmiş olduğundan heyecanla ezanın okunmasını beklerdi. Oruç satın alma işini hiç beceremezdim, oğlan sevaplarının bölüneceğinden korkup, “Bana ne satmam ben, onu tutuncaya kadar neler çektim!” diye diretip içten içe bizi hoşnut ederdi, kız da onun yolunu takip etti. Yine de ısrar edip onları söyletmek, onlardan yakası açılmadık sözler duymak hoşuma giderdi.
Şimdi imamın eli kulağındadır, dumanı tüten çorbalar kâselerde dinlenmeye bırakılmış, habire sahanlar, taslar ve bardaklar taşınıyordur sofraya; tarçınlı reyhan şerbeti, kayısı hoşafı, cacık, zeytinyağlı kırmızı biber, yoğurtlu semizotu salatası, çörekotlu gül böreği, badem salatalık turşusu, susamlı pide, Medine hurması, yaprak sarması, biber ve soğan dolması, kabak ve pırasa mücveri, Çankırı’nın kır kavunu, Diyarbakır’ın sulu karpuzu, Kalecik’in kara üzümü… Bunların hepsi aynı sofraya gelmez elbette, duruma göre biri gelirse diğeri gelmez. Söz gelimi hoşaf varsa şerbet, sarma varsa dolma gelmez. Böyle desem de siz inanmayın, iftar söz konusu olunca bizim kadınları durdurmanın imkânı yoktur. Böyle yapmakla iyi mi yapıyorlar kötü mü, iyiyse haklarını nasıl öderiz bilemem de kötüyse de böylesi kötülüğe can kurban…
Çocukların gözü az ilerideki minarenin şerefesinde ezanla birlikte yanması beklenen yeşil ışığa çevrilmiştir. Ama televizyon onlardan önce davranır, Ankara için iftar vakti girmiştir. Garantici müezzinler ancak ondan sonra, sanırım sularını içip birkaç hurmayı ağızlarına attıktan sonra açacaklardır hoparlörü. Böyle dedim de gerçi, o zamanlarda Ankara’da merkezi ezan okunur, Kocatepe Camii’nden bütün başkente âvaz âvaz yayılırdı ses… Bu uygulama iyi miydi? Şimdi zamanı değil, geçelim…
Oğlan bir solukta şişeyi başına diker hemen kavun karpuza saldırırdı. “Oğlum yavaş ol, kardeşini korkutuyorsun.” demimize kalmaz, şişip kendisini minderin üzerine bırakırdı. Bütün yediği yiyeceği bu kadardı işte. Bendeniz telaşsız, sakin sakin yemeye gayret ederdim, her lokmanın hakkını vere vere, tadını çıkara çıkara… Başarabilir miydim? Elbette hayır! O leziz yemekleri; misal her gördüğümde beni alıp bir sandala bindirip sandal sefasına çıkaran karnıyarığı, adıyla bile otağımı İstanbul’un en güzel tepesine kurduran Çamlıca köftesini, , fırında kızarmış güzelim tavuğu, haşlanmış kemikli eti, güveçte pişmiş türlüyü, zeytinyağlı caanım ayşe kadın fasulyesini, bademli ve kuşüzümlü şehzade pilavını, domatesli bulgur pilavını, sarımsaklı ve havuçlu Özbek pilavını, yoğurtlanmış ve nane serpilmiş Kayseri mantısını, üzerinde kaşar eritilmiş makarnayı, göbeğine kaşar rendelenip fırına verilmiş çukur mantarı.. oofff, aman Allah…
Bunların hepsinin bir sofrada olmadığını söylememe lüzum yok sanırım, otuz Ramazan’ın sofrasını karıştırıp koydum yazıya. Ama yine de her akşam sofraya konulanları âheste âheste yemeye güç yetiremez, kılıç kalkan ekibi gibi dalar, sonunda da mide fesadı geçirdiğim olurdu. Allah taksiratımı affetsin…
Şimdi o günler tarih öncesinde kalmış gibi geliyor insana. Ne Ankara o Ankara, ne balkonlar o balkon, ne de biz o biziz. Her şey değişti, hepimiz başkalaştık. Bir gurbet Ramazanında oturmuş eski günleri yâd ederek yaralarımıza pansuman yapıyoruz işte…
Yaralarımızı pansuman mı ettin yoksa yaranın kuruyan kabuğunu mu kaldırıp yarayı mı kaşıdın anlayamadım lakin çok güzel bir yazı olmuş.
Araya eski moda gerekli gereksiz biraz da bilgiçlik havası veren alıntılar ve isimler koymasanız daha iyi olur sanırım.
Kaleminize sağlık. Fiziken gurbette olmayanlar belki sizden de fena.Artık her güzel duygu gurbette.