YORUM | SEYİD NUR FETHİ ERKAL
Amaterasu, basiretin çocuğu, güneş şımarık ol(a)maz. Senin yerin ne tapınak ne mağara. Hem senin için ‘tapas’ sona erdi; unutma her ‘halvet’, bir ‘celvet’le bitmeli. Seninkisi kendinle. Zaten yüzüne dönen ayna senin yüzünden, seninle ve senden…
Etrüksler tunçtan dikermiş aynalarını, Romalılar gümüşten. Yapısı değişse de ayna, değerini bu metallerden hiç birisine borçlu değil. Ki ne krallar ne de palyaçolar nazarlarını aynaların madenine teksif etmemiş. Bakışlar her zaman yansıyanda demetlenmiş. Ayna da karşısındakini yansıtabildiği ölçüde kabul görmüş ve değerli görülmüş.
Mit o ki, Şinto’nun yaramaz ve kıskanç tanrıçası Amaterasu, babası İzanagi’nin sol gözünden doğmuş ve bir gün erkek kardeşine kızması, tüm dünyayı karanlığa boğacak olan mağara hayatının başlaması için yeterli olmuş. Ta mağaranın kapısına konan aynadaki yansımasını kıskanana kadar… Başka bir güneş daha mı var diye mağaradan çıkan Amaterasu, kendi ışığına kanmış; tüm dünya da onun ışığına… İse tapınağında bugün dahi ona boyun eğilmekte. Japon imparatorluk ailesi de bu şımarık güneş tanrıçasının soyundan geldiğine inanmakta. Tapınağın girişindeki ayna ise güneşi bile kendine celp eden yüce hakikati temsil etmektedir.
Bu etiyolojik mitten, bilim kurgulara birçok anlatıda aynalar metaforların ana figürlerinden olma özelliğini korumakta. Ayna, bu konumunu gerçekliği incitmeyen, ama kendisini yaşana gelenin eziciliğinden yalıtabilen karakterine borçlu. Bizler, aynadaki yansımalarımızı kendi konumumuzdan şüphe etmeksizin edilgen ve dolaylı bir konuma itip, indirgeyebiliyoruz. Peki, karşımıza aldığımız yansımanın bir bilinç sahibi olmadığını iddia edebilir miyiz? Bize bağlı olduğundan habersiz olan yansımalar dahi hareketlerini hatta var oluşlarını kendilerinden bilme hakkına sahip değiller midir? Ya yansımalar da karşısındakileri bir görünümden ibaret kabul ediyorsa. Bütün bunlar şüphesiz saçmalık olarak adlandırılabilir, tabi biz aynanın hangi tarafında olduğumuza dair kesin bir bilgiye sahipsek!
Sorularımıza yine bir dizi soruyla cevap arayalım. Yansımalar bizi gör(ebil)mekte mi? Eğer bizi görmüyorsa varoluşunu pekâlâ bizzat kendine mal edemez mi? Görüyor olsa dahi kendisini asıl, karşısındakini bağıl zan etmesi tabi değil midir? Hareketler arasındaki öncelik sonralık fark edilemediğinden bu zan gayet tabi sayılmaz mı? Peki bir yansıma, asıl olana dair bir inanç veya kanaate sahip olsa bile kendisinin sahih bir yansıma olduğunu iddia edebilir mi? Böyle bir iddiada bulunmak için öncelikle buluna geldiği aynanın niteliğine dair esaslı bir bilgiye sahip olması gerekmez mi? Ya aynası iç bükey veya dış bükeyse. Evet, bütün bu sorulardan çıkan sonuç, herhalde yansımanın, aynanın hem niceliği hem de niteliği ile sınırlı olduğu gerçeği olmalı.
Aynanın ne tarafında olduğuna dair bir bilgiye bile sahip olamayan bizler bütün bunlardan ne diye uzun uzadıya bahsediyoruz. Pragmatistlerin dediği gibi hakikatlerin bize hiçbir fayda (çıkar) sağlamadığı bir dünyada, alışverişimiz olmayan aynalar evreninin hakikatine dair bilgilerimiz bize ne sağlayabilir?
Aslında böyle aceleci bir yargıyı besleyen yine bir yansıma olmadığımıza dair sarsılmaz kanaatimizdir. Aynaları, sırlı bir alem veya elverişli bir temsil olarak görenlerin dahi kendimizi yansımadan ibaret görmek gibi bir fanteziye(!) kulak asmadığı düşünce dünyamızda, yalnız mutasavvıflar ayrıcalıklı bir konumda durmaktalar.
Yaratılan tüm alemleri mutlak cemal ve kemal sahibi bir Zat’ın bilinmek arzusuna bağlayan bu görüş bu alemi bir ayna varsayar. Zira ayna eksiksiz aksettirendir. Ancak eşya diye adlandırılan aynanın var oluş keyfiyetinin akıl almazlığı bir tarafa, mahiyeti de tam anlamıyla akıl üstüdür. Çünkü bu aynada (insan denilen) yansımaların bir kısmı öncelikle kendileri üzerine dolayısıyla da reflexive bir şekilde hakiki vücud üzerine düşünme yetisine sahiptir. Lakin bunu yapabilmesi ve kendi kısıtlı varlığı ile, kayıtsız olan aynanın öte tarafı arasındaki özdeşliği kavrayabilmesi için öncelikle aynanın kırılacak bir şişe niteliğindeki varlığından sıyrılması gerekmektedir. Bunu başarabilirse kendisinin ve bir yansımadan ibaret olan eşyanın hakikatine varabilmesi ve hakikat denilen asıl ile kendisi arasında zihnen kurduğu her türlü ikilikten sıyrılabilmesi mümkün olabilecektir.
Bu noktada varılan sonuç görüntü ve hakikat diye varsayılan iki ayrı vücudun aslında birbirinin aynı olduğu mudur, yoksa bir olduğu mu? Bu da ayrı bir soru. Bir oluş, birlikte oluş veya ayrı bulunuşa dair bu sorunun izini bütün bir doğu coğrafyasında sürmek ve nüansları ile farklı cevaplar almak mümkün. Lâkin holistik düşünce atlasındaki anlayışların tümü ilk okuyuşta benzerlik arz etse de en bilinen örnekleri itibariyle vahdet-i vücud ve panteizm gibi tamamen farklı hükümlere imza attıkları da malum.
Uzunluk, zorluk ve griftliği itibariyle farklı kat edilse de bütün yolların varlığın veya hakikatinin birliğine doğru yol aldıklarını söylemek mümkün. Bu yolların bittiği ve bitiştiği çizgide evvel\ahir, zahir\batın gibi ikili anlatımların, ikilem oluşturduğuna dair zandan kurtulacağımız umulabilir. Lao-Tzu’nun “Doğaüstü olan, doğal olan gibi doğanın bir parçasıdır.” sözünü, “Doğal olan, doğaüstüne tabidir.” şeklinde okuyabildiğimizde ise bu tezatlardan tam anlamıyla azat olacağımıza hükmedilebilir.
Bu kıssadan bize düşen hisse eşya gibi hadiseleri de aynanın her iki yüzüne bakan cihetleriyle ele alıp, kabullenmek ve bir yansıma olma cihetiyle metbu değil tabi olduğumuzu bilip, kaderimizle çatışmaktan kurtulup gerçekliğimizle barışabilmek. Zira “Beşeriyet aleminde her ferd, hilkatindeki maksadlar ve fıtratındaki arzular ve istikametindeki gayesini, o hidayet güneşinin nuru ile görür ve bilir. O hidayet nurunun tecellisine mazhar olanlar, kalp kabiliyeti nispetinde O’na ayinedarlık ederek yakınlık kesbeder. Eşya ve hayatın mahiyeti, o nur ile tezahür ederek ancak o nur ile görünür, anlaşılır ve bilinir.” (11. Hüccet-i İmaniye)
Öyleyse vücudun birliğinden hakikatinin birliğine yol alıp, vahdetin lisanıyla nefsimize seslenelim:
“Sizlere müjde! Mahbublarınızdan nihayetsiz firakların yaralarını tedavi edip merhem süren bir Mahbub-u Baki’niz var. Madem O var ve Baki’dir, başkaları ne olursa olsun merak çekmeyiniz. Belki o mahbublarda, sebeb-i muhabbetiniz olan hüsün ve ihsan, fazl ve kemal, o Mahbub-u Baki’nin cilve-i cemal-i bakisinden çok perdelerden geçip, gayet zayıf bir gölgenin gölgesidir. Onların zevalleri sizleri incitmesin. Ayinelerin değişmesi şaşaa-i cemalin cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Madem o var herşey var.”