Yorum | Kerim Balcı
Ne liderlik vasfım ve gayretim oldu, ne de aydınlık iddiam ve kalitem. Ortadan bakınca böyle görülüyor. Ne liderler alınsın ne aydınlar etsin veryansın. Sebze meyve pazarında oyuncak satıldığı da olur. Fikir pazarı istibdat çarşısı değil madem, alan olursa satarım, satamazsam da etmem matem…
Lider bize yürüyeceğimiz yolu, aydın ise düşmememiz gereken şarampolleri gösterir. Onun için liderin yol tasvirleri ‘siratellezine en’amte aleyhim’ bezminde, aydınlarınki ise ‘gayri’l-mağdûbi aleyhim vele’ddâllin’ haşinliğinde olur. Ama hepsinin âmin dediği şey ‘ihdinâ’ duasıdır.
Cemaatler, camialar toplumsal yapılardır. Toplumsal yapıların normallik ölçüsü ifrat ve tefriti barındırmamaları değil, ifrat ve tefritin birbirlerini dengeleyecek şekilde marjlarda tutulabilmesidir. Her cemaatin yüzde beşlik bir irrasyonel meczuplar tabanı olur. Bunlar rüyalarla, ebcet hesaplarıyla, metafizik müdahalelerle tarihin seyrinin değişeceğine inanırlar. Buna karşılık her cemaatin yüzde beşlik de bir rasyonalite saplantılı, bilimsel düşüncenin dışındaki her planlamayı reddeden, aklın yolunu tek yol kabul eden tabanı olmalıdır. Hele bizim cemaatimizde bu paradoksal tutumun kafa karıştırıcı boyutlara ulaşması adiyattandır. Zira sebeplere yüzde sıfır perestiş eden, ama yüzde yüz riayeti emreden duruşuyla cemaatimiz, teoride Cebriyye’nin, aksiyonda Mu’tezile’nin sularında dolaşır. Elbette aksiyonu da Cebr-i Lütfî demlerinde demlenen meczuplarımız için, teorisini de Mu’tezile çizgisine kaptırmış aydınlarımız ne kadar ‘materyalist ve pozitivist’ ise, ikinciler için de birinciler o kadar ‘uçuk ve kaçık’tırlar.
Bize akılcı aydınları ve zikirci meczupları lütfetmiş olan Hazret-i Allâm’ül-Guyûb’a şükürler olsun! Zira cemaat ancak bu iki uç arasındaki sağlıklı bir dengeyle hayatiyetini koruyabilir. Bunlardan biri ötekini susturmaya, yok saymaya, aforoz etmeye kalkışırsa, veya kontrolünde bulunan mecralar vasıtasıyla yokluğa mahkum ederse, aslında cemaatin can damarını kesiyor demektir. Aksine her iki tarafa da düşen, kendi meşreplerinin de gereğince ötekini kendi yapı taşı olarak görmek ve öylesine sevmektir. Meczuplarımız akılcılarımızı Hoca Nasrettin’in ‘Sen de haklısın!’ esprisi içinde, akılcılarımız da meczuplarımızı Hegel’ci bir diyalektiğin tamamlayıcı unsurları olarak kucaklamayı bilmelidirler.
Bu dengeyi sağlayan ve cemaatine sunan kişi veya kişiler olarak lider, bu iki marjın fikri ve zikri beslemelerini de alır, zamanın ve zeminin ihtiyaçlarına ve toplumsal pedagojinin gereksinimlerine göre farklılaşan dozlarda kullanır. An olur o da rüyalardan bahseder, Muhammedî bir müdahalenin muştusundan dem tutar; an olur sebep-sonuç ilişkilerini didik didik inceleyerek A, B, C planları yapmaya koyulur.
Elbette meczuplarımızın kural ve yer yer üslup tanımaz beyanlarının can sıktığı günler veya akılcılarımızın kantarın topuzunu kaçırdığı anlar da olur. Böylesi çıkışların birer veda çığlığına dönüştüğü ve cemaatin artık bu marjdan çıkıp, marjinalleşmiş bireyleri taşıyamadığı durumlar da vakidir. Ama sağlıklı bir cemaatin liderlik yapısı bu çığlıkları, pratiğin polifonisi içinde yumuşatmasını ve bu çok renkliliği katlanılması gereken bir zorunluluk değil, taktir edilmesi gereken bir zenginlik olarak sunmasını bilir.
Bendeki İhsan Yılmaz sevgisinin mebdei
Burada bir köşeli parantez açıp, içerik kadar üslup değişikliğine de giderek, Sevgili İhsan Yılmaz ağa-hocamdan öğrendiğim bir edep dersini anlatacağım.
1997 yılıydı. O sırada Kudüs’te Zaman Gazetesinin temsilcisi olarak bulunuyordum. Türkiye ziyaretim sırasında Eyüp’teki bir otel-restoran tesisinde kalıyordum ve bir akşam sohbetinde İhsan Yılmaz, ben ve adları bende saklı birkaç Hizmet müntesibi gazeteci aynı masanın etrafında buluşmuştuk. O sırada Hüseyin Gülerce gazetenin genel müdürü, Abdullah Aymaz da genel yayın danışmanıydı. Söz döndü dolaştı gazetenin ne kadar başarılı gazetecilik yaptığına geldi. İçimizden biri, bu iki ismi kastederek “Artık dinozorların işleri genç kuşağa bırakması lazım,” deyiverdi. Kim demişti hatırlamıyorum. Ben demiş olabilirim, zira böyle eşeklikler yaptığım çoktur. Dahası o masadaki diğer üç kişiyi o kadar severim ki şimdi bu suçu kim üzerine almak ister diye sorsalar, ‘Ben yaptım, benim o eşek!’ demeye hazırım. Ama meselem o değil. Sözü kimin söylediğini hatırlamıyorum, çünkü hafızam da kalbim de İhsan’ın tepkisiyle dolu: “Tabi,” dedi İhsan, “Allah da sana Abdullah Aymazlara lütfettiği başarıları lütfeder sanıyorsun. En son ne zaman teheccüt kıldın sen?”
Ben o dakikada İhsan’ı öyle bir sevdim öyle bir sevdim ki, aradan geçen yirmi yılda yirmi defa kalbimi kıracak iş yapmıştır ama hiçbiri ona olan sevgimin sıcaklığını azaltamadı bile…
Yetmedi…
O masadaki bir kişi, o sözü (İhsan’ınkini değil, eşeğinkini) Abdullah Aymaz’a taşımış. Taşırken de o eşeğin ben olduğumu söylemiş. Yanında bulunan sadık bir dosttan duydum. “Böyle şeylere takılmayın gençler. Biz işimize bakalım. Kerim güzel çocuk, iyi işler yapıyor” diye cevap vermiş o da… Bu da benim Abdullah Aymaz Hocam’a olan sevgimi taçlandırdı.
Bir anırmadan bu kadar güzel söz ve bu kadar sevginin hasıl olduğu bir cemaat daha gösterin de gidip ellerini öpelim…
Ben bu cemaatin bir meczubuyum. İtaatçiyim. Rüyalara inanırım. İhsan bu cemaatin yetiştirdiği bir dahi ve bir aydındır. Abdullah Aymaz da lider bir insan…
Şu cemaatin her meczubunun, her aydınını sevmek için, benim İhsan Yılmaz’ı bu kadar sevmeme vesile olan şu küçük tecrübe kadar olsun bir tecrübesi vardır sanırım…
Aydınlara meczuplardan daha fazla özgürlük lazım
Yukarıdaki gündelik yaşam tecrübesinin üslubuma vurduğu darbeden dolayı özür dileyerek geri dönüyorum…
Lideri büyük yapan aydınları ve meczupları bir arada tutmakta göstermiş olduğu maharettir. Meczuplar, aydınlara kıyasla daha kırılgan ve kendilerinde olanın nihai ve mutlak hakikat olduğu konusunda da daha ısrarcıdırlar. Değil mi ki onlar hakikati, akılcılar gibi kesret denizlerinden değil, vahdet membaından aldıklarına inanmaktadırlar… Buna karşılık aydınlar daha kırıcı ve mutlak hakikat kavramının altını oyan bir duruşun insanlarıdırlar. Lidere düşen sadece tarafların birbirine saygı duymasını sağlamak değil, bu çoksesliliğin bir kakofoniye değil bir senfoniye dönüşmesini mümkün kılacak orkestra şefliğini göstermektir.
Bunu yaparken içinde neşet ettiğimiz sosyo-kültürel ortamın meczupları avantajlı kıldığını da hesaba katmak ve aydınlara pozitif ayrımcılık yapmak durumundadır lider ve cemaatin ana gövdesi. Evet, biz bir aksiyon cemaatiyiz ve adanmışlığımızın ve fedakarlığımızın çilesi aksiyonun içinde tecelli eder. Ne var ki tefekkür çilesi aksiyon çilesinden aşağı kalır bir ıstırap hali değildir. Aydından çıkan sesler senin kulağını tırmalıyorsa, bil ki onun kalbini ve kafasını tırmık tırmık parçalamıştır o düşünceler. Söylendiğinde o söze sabretmek sana bir zor geliyorsa, söylenene kadar o fikri dimağında büyütmek, beslemek, terbiye etmek, uygun bir kıyafet giydirmek için bin bir sabır göstermiştir aydın… Kaldı ki onların eleştirilerinin de pedagojik bir boyutu vardır ve tıpkı liderlerin olması gerekeni mevcut durummuş gibi sunma hakkı olduğu gibi (Işık Evleri gören var mı?), aydınların da olmasından endişe ettiklerini mevcut durum olarak sunma sorumlulukları vardır.
Her cemaatten olduğu gibi bizim cemaatimizden de aksiyonsuz meczubumsuların ve tefekkürsüz aydınımsıların çıkması mümkündür. Ne var ki bünyedeki her yumrulanmayı tümör zannederek kesip atmak, kolsuz ve bacaksız bir hilkat garibesinin ortaya çıkmasına sebebiyet verir.
Gül fidanı ilk gülünü açmazdan yüz diken çıkarır… Elleme!
Çok yararlı bir yazı, kaleminize saglık.
Olaylara farklı bir gözle yaklaşmışsınız, benim için ufuk açıcı oldu.
Birlikte yaşama kültürünün olmazsa olmazı bu yazdıklarınız ama nedense bu şuuru hazmetmek zaman alıyormuşuz. Başkalarına karşı çok toleranslı olabiliyoruz ama nedense aynı gayeyi paylaştıklarımıza karşı daha az anlayışlı ve saygılı oluyoruz. Halbuki belki de tam tersi olması gerekirdi.
Enteresan bir hatıram anlatmak istiyorum. Nüfusunun büyük çoğunluğunun yaratıcıya inanmadığı ve böyle bir dertleri de olmayan bir yerde oranın yerlisi olan bir müslümana sormuştum: “Bu insanlar nasıl yaratıcıya inanmazlar, aklım almıyor, anlayamıyorum” diye söylemiştim. Bana gülümsedi ve şöyle dedi: “Anlamaman çok normal, çünkü onların bakış açıları ile senin bakış açın çok farklı. Sen kendi bakış açın ile onları yargılıyorsun. Halbuki onların bakış açısı ile bakabilsen (ki bu çok zor) onlarınki çok da garip gelmeyecektir.” Bu sözler hatamı görmemi sağladı.
2 kritik şey: niyet ve nazar.
Olaylara bakış açımız ve niyetimiz.
Farklılıkları eksiklik olarak mı, zenginlik olarak mı gördüğümüz.
Başa gelenlere musibet olarak mı, fırsat olarak mı baktığımız.
Olaylara nefsani mi, kalbi mi yaklaştığımız.
Dünya gözüyle mi, ahiret şuuruyla mı değerlendirdiğimiz.
Mülk cihetine mi, melekut cihetine mi odaklandığımız.
Maddi göz ile mi, basiret gözüyle mi baktığımız
Bu ve benzeri yazılar olaylara farklı bakış açısı ile de bakılabileceğini hatırlattığı için çok yararlı diye düşünüyorum.
Selam
Evet..
tek kanatla uçulamayacağı için..
çift kanatsız tayyar yoktur…
bir cümleyle şehâdet edeyim;
“la Tayyar illâ Zülcenâheyn”
her alanda..
hem teşekkür ederiz…
Peygamberlere iman mümin olmanın şartlarından.Ve bu iman onların bir kısım sünnetlerini de bizlere yük olarak tahmil eder düşüncesindeyim.Hz Yusuf’un çok enfes bir sünneti de Maliye bakanlığına talip olmasıdır.Bu sünnet ehlince tatbik edilmeli ve vakit de fevt edilmemeli bazen…
Kerim BALCI beyin bu yazısı o nevden bir yazı.Kalemimi elime alıp bu işi ben yaparım subjektif mesuliyetine talip olup şu yazıyı daha önce yazmalıydı…
Amma ben de son cümlesiyle ( az değiştirerek ) bitirip vardır bir hikmeti diyeyim…
Gül fidanı ilk gülünü açmazdan yüz diken çıkarır… BEKLE !
kişi en sevmediği şeyi(mal) en iyi şekilde idâre edebiliyor ve tenezzül etmediği için sevmediği şey aklını çelemiyor.. hem de buğz ettiği için kalbine ilişemiyor…
bir de kerâmeti var gâliba;
bir şeyi ona elini sürmeden idâre edebiliyorsan.. uçmuşsun sen arkadaş!
evet..mal
yâni mülk…
bir de melekut..iki kanat diyelim…
ikisinden de birer kanat ile uçulamaz.. çünkü biri diğerinden daha ağır…
ama 4 kanat olabilir.. iki yana da ikisinden birer tane… ikişerden 4 kanat..
8..16…32 diye gidebilir bağlı bölümlere doğru..
maliye içun böyle…
fakat ilginçtir ki.. dini ilimler ve fen bilimleri iki yanda birer kanat ile zülcenâheyn uçabiliyor…
galiba sebebi şu ki;
ikisi de melekut yüzüne bakıyor.. veya ikisinde de hem mülk hem de melekut yüzü mevcut…
maliye uçmuyor.. mal olmasından galiba…
yâni yekpare masif mülk.. içinde melekuttan eser yok…
bu durumda.. deniyor ki;
“meleğin malla mülkle ne işi olur kardeşim”
…olur olur..
…..
yâ onu bunu bırak ta.. ben şerdoğanın Kabe’nin içine girdiğini unutamıyorum âbi…hani ziyareti sırasında kralın emriyle anahtarı elinde tutan kabile reisi açtı kapıyı da girdiler ya..
paris hilton da girmiş midir acaba…
Allah razı olsun gayet verimli oldu.