Avrupa’ya ilk gelen gurbetçilerin hikayesi ortaktır. Sirkeci’den kalkan bir trenle adını bilmedikleri ülkeye, daha doğrusu, meçhule yolculuktu yaptıkları. Daha iyi bir hayat için geldikleri gurbette türlü sıkıntılar çektiler. Dil bilmiyorlardı, yol bilmiyorlardı. Yıllarca en kötü şartlarda çalıştılar. Aradan yıllar geçti, yaşadıkları sıkıntılar günümüz için adeta bir masala döndü. İlk kuşağın yaşadıklarının ‘masal olmadığı’, Avrupa’da ilk kez oluşturulan bir müzede sergilenmeye başladı.
‘OĞLUM İKİ SENE ÇALIŞIP DÖNECEĞİZ’
Danimarka’nın ilk Türkiye kökenli milletvekili olarak tarihe geçen Hüseyin Araç, ilk kuşağın yaşadıklarının yakın tanığı. 1972’de 16 yaşındayken babasının çalıştığı Danimarka’nın ikinci büyük şehri Arhus’a gelen Araç, yurdundan, yuvasından ve sevdiklerinden uzakta hasreti yaşayanların çilesini hem çeker, hem de tanıklık eder. Gündüzleri fabrikada çalışır, akşamları dil okuluna gider. Babasının “Oğlum, iki sene çalışıp memlekete döneceğiz, orada okursun” sözlerinin yıllar geçtikçe gerçekliğini yitirdiğini görür. İşçi olarak başladığı Danimarka’daki yaşamına okulunu bitirip tercüman olarak devam eder. 1993’te Arhus Belediye Meclisi üyeliğine seçilen Hüseyin Araç, 2005’te Danimarka Meclisi’nin ilk Türkiye kökenli milletvekili olur.
Halen Arhus Belediye Meclisi üyesi olan Araç, ilk kuşağın birer birer vefat etmesi ve yeni neslin onların çektiklerini masal sanmasından dolayı ‘müze ev’ için harakete geçer. Konuyu ilk olarak yıllarca üyesi olduğu Arhus Belediyesi yetkililerine açar. Türklerin şehre yaptığı katkıya bir teşekkür olarak projeye belediye tam destek verir. Daha sonra Arhus kültürel miras müzesi ‘Den Gamle By’ın (Eski Şehir) kapısı çalınır. Şehrin kültürel mirasının sergilendiği ve tarihi dokunun korunduğu müzenin yetkilileri Türklere ait ‘müze ev’ için memnuniyetle yer vereceklerini belirtir.
‘MÜZE ODA’DAN ‘MÜZE EV’E
Ancak asıl zorluk Hüseyin Araç için şimdi başlar. 1970’lerde kullanılan eşyaların bulunması oldukça zor olur. Tüm tanıdıklara haber salınır, radyolardan ilan edilir. Elinde o yıllara ait eşyaları olanların kendileriyle irtibata geçmesi istenir. Bazıları ‘hatırası var’ diyerek elindeki eşyaları vermek istemez. İkna seansları uzun sürer. Harcanan emekler boşa gitmez. Üç yıl içinde gerekli eşyalar toplanır. Hüseyin Araç’ın düşündüğü ‘müze oda’dır. Çünkü o yıllarda genelde tek odalı evlerde 5-6 kişi kalmaktadır. Ancak müze yetkileri iki odalı bir evin daha uygun olacağını belirtmesiyle Türklerin yaşadıklarının canlı şahidi ‘müze ev’ açılır.
Bir gurbetçi çocuğu olarak rahmetli babamdan çektikleri sıkıntıları dinlemiştim. Tek odalı, kalorifersiz evlerde geçen hasret yıllarını uzun uzun anlatırdı. Müze evi ziyaret ederken bir anlamda babamın ve ilk gurbetçilerin çilesine tanıklık edecektim.
‘BANT DOLDURMA’YLA GEÇEN GÜNLER
Öyle de oldu. Merdivenlerden çıkıp kapıdan içeriye adımımızı attığımızda yanık yanık gurbet türküleri bizi karşılıyor. Odada bir koltuk ve o yıllarda çok moda olan bir halı duvarda asılı. Eşya olarak bir çekmeceli dolap var. Masanın üstünde vakit öldürme adına o yılların vazgeçilmezi iskambil kağıtları duruyor. Ve tabii ki efkâr ve hasret bastırınca üst üste yakılan sigaralar… Odada açık olan televizyonda da o yıllara ait görüntüler dönüyor.
Pencerenin önünde eski bir teyp ve kasetler var. 1970’ler gazetenin, televizyonun ve radyonun olmadığı yıllardır. Vatan hasreti, dinlenen yanık türkülerle giderilirdi. ‘Bant doldurma’ gurbetçilerin yakından bildiği bir terim. Kasete ‘bant’ diyen gurbetçiler, yazılı iletişim için mektubu, sesli iletişim için ‘doldurdukları bantları’ kullanırdı. Teyp kasedine konan kasetle kayıt tuşuna basılır, sılada bıraktıklarına önce büyüklerden başlanarak selam yollanırdı. Sonra yaşadığı yer hakkında bilgiler verilir, mesaj mutlaka ya bir şiir ya da bir türkü ile bitirilirdi.
Sıladakiler kasedi alır ve tüm ailenin toplandığı bir mecliste dinlerdi. Aynı kaset bu kez cevap olarak doldurulup geriye gönderilirdi. Sıladaki herkes sırasıyla büyüklerden başlayıp duygu ve selamlarını iletirdi. Çoğu zaman duygular coşar, gözler buğulanır, ses titrerdi. Evin büyükleri devreye girer, ‘Gurbette zaten’ deyip üzülmemesi için o kısım geriye sardırılır, yeniden kayıt yapılırdı. Nereden mi biliyorum? Dedim ya, ben de gurbetçi çocuğuyum.
TÜRK BUZDOLABI
Müze evin ikinci odasında benzer durum var. Masanın üstünde eski bir nüfus cüzdanı, eski bir pasaport ve o yıllarda sılaya gönderilen para havalelerin makbuzları. Sehpanın üstünde iki telefon ahizesi asılı. Birini kulağıma götürdüğümde gurbettteki oğlu Mehmet’e sıladaki annenin hüzünlü sözlerini dinliyorum. “Mehmedim yavrum” diye başlayan mektup, hasret cümleleri ve sıladan havadislerle devam edip “seni aklından hiç çıkarmayan çilekeş anan” ile son buluyor. Diğer ahizeyi kaldırdığımda, gurbetten sıladaki ‘Karagözlü’ye yazılan şiir yankılanıyor, her satırında özlem ve hasret olan. Duvarda saz, yerde eski bir bavul, o yıllara ait saat, traş bıçağı, tarak duruyor.
Müzeyi gezerken Danimarka’ya ilk kuşağın kazandırdığı ‘Türk buzdolabı’ kavramıyla tanışıyorum. Gurbete para kazanmak için gelindiği için o yıllarda ‘fuzuli’ masraflar yapılmaz. Buzdolapları pahalı olduğu için çözüm bulmak zor olmaz. Danimarka’nın iklim şartlarının soğukluğundan dolayı bozulacak süt, yağ gibi gıdalar bir poşete konup camdan dışarı sarkıtılır. Böylece bu ürünlerin bozulması engellenir. Bu buluşun adı ‘Türk buzdolabı’ olarak tanımlanır. Müze evin penceresinden sarkan poşetin Türk buzdolabı olduğunu da anlamış oluyorum böylece.