HABER-İNCELEME | HASAN CÜCÜK
Yurtdışında yaşayan Türk vatandaşlarına, Türkiye’deki seçimlerde oy kullanma hakkının verilmesiyle Türkiye’den gelenlerin bedenlerinin Avrupa’da fakat akıllarının Türkiye’de yaşıyor olduğu ortaya çıkmıştı. Bulundukları ülkelerin yerel ve genel seçimlerine ilgi duymayan Türkler, mevzu Türkiye’deki seçimler olunca oy kullanmak için yüzlerce km yol kat ediyordu. Akılları Türkiye’de olanları en çok kullananlar ise Avrupa’da siyaset yapan Türklerdi.
TÜRKİYE’NİN DURUMU AVRUPA’DA SİYASETİ ETKİLİYOR
Avrupa’da olup da Türkiye endeksli siyaset yapmak kolay değil. Zira Türkiye’nin yaşadığı çalkantılı dönemler, istikrarlı bir demokrasiye sahip olmaması, Avrupa’da Türkiye algısının sürekli değişmesine sebep oluyor. 2002’de AKP ile başlayan süreçte AB’ye yakınlaşılması ve müzakerelerin başlaması, Türkiye kökenli siyasetçilerin elini güçlendirmişti. Avrupa’da Türkiye lehine rüzgâr esiyordu. Haliyle Türk kökenli politikacılar Avrupa’daki siyasi partilerin bir nevi Türkiye elçileri gibi davranabiliyordu. Bu da Türkiyeli politikacıların önünü açmıştı. Türkiye’ye yapılan ziyaretlerde bu isimler de heyetlerde mutlaka yer alıyordu.
AKP’nin 2010’dan itibaren başlayan otoriterleşme eğilimi bir zamanlar el üstünde tutulan Türk kökenli siyasileri ikilemde bıraktı. AKP’nin yönettiği Türkiye, Avrupa’nın gözünde sıradan bir Ortadoğu ülkesi hâline gelmişti. İnsan hakları ihlalleri, basın ve ifade özgürlüğüne yapılan müdahaleler bir hayli tanıdıktı. AKP, yönünü AB’den Şanghay istikametine çevirmişti. Türkiye seçimini yapmış, sıra Avrupa’daki Türk kökenli siyasetçilere gelmişti. Bu konuda iki grup ortaya çıktı.
YA TÜRKİYE’Yİ ELEŞTİR YA DA İKİYÜZLÜ DAVRAN
İlk grup, Türkiye’nin gittiği yolun yanlış olduğunu söyleyip, doğruları yaptığında destek oldukları gibi yanlış yaptığında da eleştirmeye başlayanlar. Bu doğaldı. Benzer tepkiyi tüm Avrupa veriyordu. Açık yüreklilikle Türkiye eleştirisi yapan Türk kökenli siyasetçiler, bunu bir AKP veya Türkiye düşmanlığı olarak yapmıyordu. Hakkaniyet bunu gerektiriyordu. Ancak bu tarzları ‘akılları Türkiye’de’ olanlar tarafından düşmanlık olarak algılanıp, bu isimlerin üzeri çizilmişti.
İkinci grubun işi daha zordu. Bunlar Türkiye endeksli bir tavır almazlarsa seçilme şanslarının olmadığını biliyorlardı. Oy aldıkları tek kesim Türklerdi. ‘Vatan, millet, Sakarya’ üzerine oy aldıkları kitleleri karşılarına almaları mümkün olmayınca, şark kurnazlığı devreye girdi. Türklerle bir araya geldiklerinde ‘Türk gibi’, parti içi toplantılarında ‘partili’ gibi davranmaya başladılar. Sosyal medya paylaşımlarında Türkçe olanlar ile yerel dilde yazdıkları bile farklıydı. Seçmenine mesaj vermeyi ihmal etmiyorlardı. Ancak bu sürdürülebilir bir yol değildi. İki farklı ‘dille’ konuştukları ortaya çıkınca bu isimler ya inkâr yolunu seçiyor ya da partileri tarafından dışlanıyorlardı.
Bu vekiller Türklerin oyuyla seçiliyorlar ancak bir partinin listesinde olmadan seçilmeleri de imkânsız. Bağımsız olarak Meclis’e girme şansları pek yok. Partiyle ilişkileri koparmamak için de söylediklerini inkâr etme yolunu seçiyorlar. Sosyal medyada yaptıkları Türkçe paylaşımlar derhal siliniyor mesela. Aslında bulundukları ülkede ifade özgürlüğü var. ‘Evet öyle yazdım’ deseler sorun olmayacak. Ancak inkâr yolunu seçince, bu kez partiyle ilişkiler daha sorunlu hâle geldi. Bunun bedeli de ihraç veya istifaydı.
SAĞ PARTİLERİN ‘TUZAĞINA’ DÜŞEN GÖÇMENLER
Bir de ‘Truva atı’ işlevi gören siyasetçiler var. Özellikle Müslüman ülkelerden gelen bu isimler, bulundukları ülkelerdeki sağ partilerde yer alıyor. Daha doğrusu Müslümanlara yönelik ayrımcılığı ‘meşrulaştırmaya’ çalışan, Müslüman kitleyi kendi görüşlerine ikna etmek isteyen sağ partiler, buna teşne isimleri vitrine koyuyor. Bu isimlerin başında Hollanda’dan Ayaan Hirsi Ali ve Danimarka’dan Naser Khader geliyor. Hirsi Ali Somalili, Khader Filistin asıllı. Sağ partiler cami yapımını engelleme, kamusal alanda başörtüsüne izin vermeme, İslam’ın entegrasyona engel olduğu gibi fikirleri yayma durumlarında bu isimler öne çıkıp ‘sağ fikirleri’ seslendirdi hep. ‘Biz de Müslümanız’ dedikleri için de bu görüşleri medyada etkili oldu. Kısa zamanda bu isimler Müslüman toplum tarafından dışlandı ancak mesele biraz da ‘yerlileri’ ikna edebilmekti. Yasakçı zihniyete hayat öpücüğü vermeleri sağlandı.
Ancak uzun vadede bu yöntem Müslüman kitleyi siyasetten uzaklaştırdı ve özellikle gençler arasında radikalleşmeyi arttırdı. Müslümanları, kendi vekilleriyle ‘asimile etme’ politikası, tam tersi bir sonuç getirmişti.
‘Anavatan’ endeksli politika yapmak da, ‘Truva atı’ rolü üstlenerek Müslüman toplumunu kontrol altında tutmaya çalışmak da, ‘göçmen’ siyasetçiler için doğru bir yol değil. Olması gereken, siyasetin kendi kuralları içinde doğruların dile getirilmesi ve toplum hizmeti sunulması. Bu olmadığı için 6 milyona yakın Türkler ve 30 milyonu aşan Müslümanlar arasından, birkaç iyi istisna dışında, doğru düzgün bir siyasetçi çıkmıyor. Kaybeden hem Müslümanlar hem de Avrupa ülkeleri oluyor. Toplumdaki kutuplaşma artıyor.