Avrupa’da 2000’li yılların başından itibaren ‘entegrasyon’ (uyum) kelimesini sık sık duymaya başladık. Uyumdan kasıt ülkede yaşayan yabancıların (göçmen) içinde yaşadığı topluma entegre olmasıydı. Uyumun çok çeşitli kriterleri vardı ve çeşitli tanımları yapılıyordu. Ancak şu 3 mesele öne çıkıyordu: Bulunduğu ülkenin dilini bilmek, iş piyasasına katılmak ve kanunlara uymak. Bu kriterleri yerine getirenler için rahatlıkla, ‘yaşadığı ülkeye uyum sağlamış’ yorumu yapılıyordu. Yoksa uyumdan kasıt, yaşadığı ülkenin kültür ve yaşam biçimini aynen uygulamak değildi. Bunun adı asimilasyondu.
MÜSLÜMAN KADINLAR MESELESİ ESKİYE DAYANIYOR
Uyum konusu gündeme geldiğinde bundan ilk etkilenenler arasında Müslüman kadınlar vardı. Dini gerekçelerinden dolayı Müslüman kadınların toplum hayatına katılamadığı görüşü ağır basıyordu. Oysa sorunun dinle ilgili olmadığı, daha ziyade gelinen toplumun kültürüne dair olduğu anlaşılamadı. Mesela Avrupa’ya gelen ilk kuşak eşlerini çalıştırmazdı. Bunun bir sebebi geleneklerse, diğer sebebi de eğitimi olmayan ve dil bilmeyen kadınların iş bulma zorluğuydu. Ayrıca masraflar kısıtlı olduğundan evin erkeği dışında çalışan ikinci bir aile ferdine ihtiyaç duyulmamıştı. Çalışanlar da fizikî güce dayalı işlerde çalışıyordu.
Ancak Avrupa’da doğup büyüyen, eğitimini buralarda alanlar 2000’li yıllardan sonra yavaş yavaş iş piyasasında yerini almaya başladı. Hatta bazı Avrupa ülkeleri, kamuda yabancıları istidam etmek için eylem planları hazırlarken, yabancıların ülke nüfusuna oranı kadar kamuda istihdamı kendilerine hedef koydular. Nüfusu giderek artan yabancılar artık toplumun her kesiminde görünür olmaya başlamıştı. Değişen ekonomik şartlar ve artan giderlerden dolayı geçim çarkı sadece evin erkeğinin çalışmasıyla dönmeyince evin kadını da iş piyasasına katılacaktı.
BAŞÖRTÜSÜNE ÇÖZÜMLER ÜRETİLİYORDU
Müslüman kadınların böylece toplumda görünür olmasıyla ‘başörtüsü’ sorunu ortaya çıktı. İstisna ülkeler olmakla birlikte eğitim hayatında başörtülü var olabilen Müslüman kızlar, iş piyasasına atılınca bilhassa özel sektörde sorunlar yaşadı. Başörtüsünü bir dini tercih ve özgürlük olarak görenler olduğu gibi, dini inancın ön plana çıkmasını istemeyip başörtülü çalışanı istihdam etmeyen firmalar da oldu.
Bu ilk dönemde başörtülü çalışanına ayrımcılık yapıp işten atanlara mahkemeler set çekmişti. 1998 yılında Danimarka’nın Odense şehrinde yaşayan İslam Amin Bahtiyar adlı Müslüman genç kız giyim mağazası Magasin’e staj başvurusunda bulunduğunda kabul almıştı ancak Amin Bahtiyar, staja başlayacağında başörtülü olduğu görülünce mağaza yönetimi staj iznini iptal etti. Müslüman genç kız kararı mahkemeye taşıyordu. Yargı, mağazayı haksız bulurken, 1,300 Euro cezaya hükmediyordu. Bu karar Danimarka’da emsal oluyordu. Yine aynı ülkede bu kez karı-koca öğretmen bir çift sınıftaki Somalili başörtülü öğrencileri gerekçe gösterip ‘ya onlar ya biz’ deyince okul yönetimi öğretmen çiftin işine son verip, öğrencilerin tarafını tutmuştu. Çift gittiği yargıdan da umduğunu bulamamıştı.
İKEA, McDonald’s gibi uluslararası firmalar Müslüman çalışanları için özel başörtüsü dizayn ettirirken, İngiltere, İsveç gibi ülkelerde üniformasıyla uyumlu başörtüsü takan polisleri görmek mümkündü. Yine Danimarka Futbol Federasyonu (DBU) başörtülü Müslüman kadının milli takımda oynamasına izin vermişti. Belçika parlamentosuna başörtülü vekil seçilebiliyordu.
İSLAM, AVRUPA’NIN BİR GERÇEĞİ
Tüm bu gelişmeler artık İslam’ın Avrupa’nın bir gerçeği olduğunu ortaya koyuyordu. Yaklaşık 35 milyonluk bir Müslüman kitle vardı. Bunların çoğu bulunduğu ülkede doğmuş ve eğitimini almış kişilerdi. Müslümanların toplumda görünür olmalarından rahatsız olanlar da olacaktı. Bunların başını göçmen ve Müslüman karşıtı aşırı sağ partiler çekiyordu. Aslında bu partiler tam bir çifte standart politika uyguluyordu. 2000’li yıllarda, Müslümanlar kadınlarına baskı yapıp, eve kapatarak topluma entegre olmalarını engelliyor söylemine sarılan bu partiler, 2010’lardan sonra tersi bir tavır takındı. Müslümanların görünür olmasını ‘Avrupa İslamlaşıyor’ korkusuyla topluma empoze edilerek, ‘kalelerin bir bir ele geçirildiği’ uyarısı yapılıyordu. Uyumun önündeki en büyük engelin İslam olduğunu savunan bu radikal politikacılar, başörtülü kadınları da tezlerine en büyük ‘delil’ olarak sunuyordu.
ÖZGÜRLÜKLERLE BAĞDAŞMAYAN KARAR
Avrupa Adalet Divanı’nın iki gün önce; eğer işyerinde dünya görüşüne ilişkin semboller yasaklanmışsa ve bunun da gerekçeleri belirtiliyorsa başörtüsü takılmasına izin verilmeyebileceğine hükmetmesi, hem aşırı sağ partilerin hem de dini sembolleri bahane eden özel sektörün işine yarayacak. Bu karardan sonra başörtülü kadınların özel sektörde iş bulması daha da zorlaşacak. Oy oranını arttıran aşırı sağ partiler Adalet Divanı’nın kararını gerekçe göstererek, yasağın kamusal alanda da uygulanması için iktidarlara baskı yapacaktır.
Bu kararın ‘önünü açacağı’ bir başka grup ise Avrupa ülkelerinde yaşayan Batı karşıtları olacak. Klasik söylemleri olan ‘ne yaparsak yapalım, Batı bizi kabul etmez’ argümanı daha sık ve yüksek sesle dillendirilecek. İçinde yaşadıkları toplumla olan bağları da biraz daha zayıflayacak. Radikal söylemleri olan gruplar giderek daha fazla taban bulacak.
Adalet Divanı’nın kararı Avrupa Birliği’nin temel değeri olan din ve vicdan özgürlüğüne ters düşüyor. Başörtüsü dini bir tercih olduğu gibi beyin bir özgürlük tercihidir. Zorunlu başörtüsüne nasıl Avrupa karşı çıkıyorsa aynı şekilde başörtüsünden dolayı işten çıkarmaya da karşı çıkması gerekiyordu. Nitekim, uluslararası organizasyonlar, Adalet Divanı’nın kararını eleştirerek, yanlış olduğunu deklare etti. Kararın şimdilik sadece özel sektör için olması ve özel sektördeki birçok firmanın dini sembolleri problem etmemesi sevindirici bir durum olmaya devam ediyor. Umulur ki, Adalet Divanı kararı sadece kâğıt üzerinde kalır.