YORUM | AHMET KURUCAN
İçinde yaşadığımız dönemi en iyi ifade eden kavramlardan biri olan “cadı avı” sürecinde Erdoğan rejiminin devlet mekanizmalarını kullanarak gerçekleştirdiği orantısız zulümlerinin ezici paletleri altında can veren vefat eden 793 tane masum can için bir anma programı düzenlemiş AST. AST, “Susturulan Türkiye’nin Savunucuları” diye Türkçeye çevirebileceğimiz kurum isminin baş harflerinden oluşan bir kısaltma. Orijinal adı “Advocates of Silenced Turkey.” AST, otoriter Erdoğan rejiminde temel insan hakları ve özgürlüklerini merkeze alarak mahalle ayrımı yapmaksızın zulme maruz kalan her kesimin ve her kişinin sesini duyurma, hakkını müdafaa etme amacı ile kurulmuş ve kurulduğu günden bugüne binlerce gönüllüsü ile sahada mücadele veren bir kurum. Arzu edenler internet sitesine girerek geniş çaplı bilgiye sahip olabilirler.
Ben yazının başlığında belirttiğim geceye döneyim. Bir otelin salonunda 200 davetlinin katılacağı programın duyuru afişinde vefat eden kişilerin bazılarının fotoğrafları bir kalp figürünün içine yerleştirilmiş ve üzerinde “Never Forget 793 Lives Lost” yazılı. “Hayatlarını kaybeden 793 kişiyi asla unutmayacağız.”
Girişte bizi kendisi de sürecin mağdurlarından olan Ümmü Körkü adlı ressamın yaptığı 20 resimden oluşan bir sergi karşıladı. Kuruluşundan bu yana ötekileştirilen toplum kesimlerinden her birinden adeta sembol olmuş kişilerin portrelerinin yer aldığı ve her birinin kenarında da kısa hikayelerinin yazıldığı bir mekandı burası. Neşe ile girenin hüzünle çıktığı, hüzünle girenin de hüznünü katladığı dar ve karanlık bir koridor adeta. Sonra davetlilerin yer aldığı mütevazı salona geçildi. Konuşmalar başladı. 3’er dakikalık konuşmalardı bunlar. Herkes ruhlarını Rahmana teslim etmiş o kişilerden birisini seçmişti. Kimisi ağladı anlatırken, kimisi ağlattı, kimisi düşündürdü. Ama her bir konuşma salonda bulunanları fikren ve hayalen başka yerlere aldı götürdü.
Bu hatırlama gecesinin en önemli kısmı sanırım geliri vefat edenler adına 3 İngilizce 3 Türkçe olmak üzere 6 adet fotoğraf albümü ve 1 belgesel çalışmasında kullanılacak olan müzayede idi. Gerek Ümmü Körkü gerek başka ressamlar tarafından yapılmış tablolar ile kahrolası rejimin mağduru masumların çilelerini doldurduğu hapishanelerde yaptıkları eşyaların satıldığı müzayedede zeytin çekirdeğinden yapılan ve duvarlara sürtülerek şekil verilen tespihler, kolye, boncuktan bileklik, etamin ve örgüden oyuncaklar, sabun kutusundan oyuncak araba, kitap ayracı, anahtarlık, hat ve ebru sanatı ile yapılmış eserler vardı. Hapishane şartlarında eldeki malzemeye göre yapılan ve 3 aylık yoğun çalışmalar sonucu Türkiye’den getirilen bu eserler toplam 120 parçadan oluşuyordu.
Programı sunmak için Philadelphia’dan kalkıp gelen Profesör Vonya Womack’ın ve ona eşlik eden genç nesil kızlarımızdan Süeda Polat’ın gösterdikleri performans ile 15 yıl Türkiye’de Coşkun ve Kasımoğlu kolejlerinde öğretmenlik yapmış olan Jeff ve Amy çiftinin yaptıkları konuşmalar geceye damgasını vuran hadiseler arasındaydı. Fakat asıl göz yaşartıcı tablolara müzayede esnasında şahit olduk. Empati duygusunun zirve yaptığı ve imkanı olan insanların cömertçe keselerinin ağzını açtığı bir zaman dilimini yaşıyorduk. Değerli Dostum Gürkan Vural’ın yönetimini yaptığı ve kah güldüren, kah ağlatan, kah düşündüren kısa konuşmaları ile renk kattığı bu bölüm benim hayatımda silinmez izler bırakacak olan karelerle doldu. Her biri göz nuru emek mahsulü ve maddi değeri itibariyle 3-5 dolarlık o parçaların binlerce dolara satıldığı o anlar bana “bir bedende iki ruh, iki ruhta bir beden” sözünü hatırlattı.
İşte bu manzaranın bana ilham ettiği bir düşünceyi bana uzatılan mikrofonda dile getirdim, onu sizinle paylaşmak isterim. Aslında 3 dakikalık konuşma yapacağım planlanmıştı ve ben 70’in üzerindeki yaşı ve 20 yılı aşkın bir süredir kan kanseri hastalığı ile boğuşan eşimin dayısının vefatı ve sonrasında yaşananları anlatacaktım. Fakat yapamadım. O ana kadar dinlediğim hikayeler beni benden aldı. Onun yerine şunu anlattım: “Bir kişi ölürse trajedi, 10 kişi ölürse dram, yüzlerce, binlerce kişi ölürse istatistik,” tespitini paylaştım önce. Gerçekten de öyledir. Bırakın tarihi hadiseleri güncel olayları haberleştiren dil de dahi bunu görürsünüz. Halbuki söz gelimi bir inşaat iskelesinin çökmesinde ölen 10 kişi olsa onların her birerleri bir insandır ama haber dili onu 10 kişi öldü diye geçiştirir. Fakat aynı iskeleden bir kişi düşse ve ölse o kişinin A’dan Z’ye hayatı, geride bıraktığı eşi, çocukları çok trajik bir dille anlatılır.
Bu zaviyeden bakınca 793 kişi aslında istatistiki rakamlara konu edilen bir yekûn ama o akşam orada gördüğümüz 793 kişinin ne istatistik ne drama aksine her birinin trajik bir kapsamda insan olarak ele alınması ve anlatılmasıydı. Tabii vaktin müsaadesi nispetinde. Zaten beni benden alan da yapılan konuşmalarda kelimelerin ve cümlelerin içinde, konuşmacının sesinin tonunda kendini gösteren bu ruhtu.
Bir hususa daha işaret ettim. O da şu: İslam öncesi Arap toplumunda kabile taassubu ve dayanışmasının göstergesi olan bir deyim vardır: “Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.” Adaletin, hakkaniyetin, vicdanın, ahlakın, hukukun zerresinin söz konusu olmadığı bu beyan yıllar sonra Efendimiz tarafından da söylenir bir ortamda. Halbuki o ana kadar nazil olan ayetler, Efendimizin ağzından şerefsüdûr olan beyanlar bu deyimin tam aksi öğretilerle doludur. Dolayısıyla sahabe şaşırır ve saygı dolu bir tavırla şu soruyu sorarlar: “Mazluma yardımı anladık, zalime nasıl yardım edeceğiz?” Efendimizin bu anlamlı soruya cevap şudur: “Zalimin zulmünü engelleyerek. Şüphesiz bu ona yardım etmektir.”
AST’nin çalışmaları üzerinde dikkatlice düşünüldüğünde siz de ben gibi bu tavsiyenin hayata taşındığını görebilirsiniz. Örnek mi? İşte bu akşam. 200 kişinin şahidi olduğu resim sergisi ve müzayedesiyle mazluma yardım ediyor. Yaptığı başka çalışmalarla da zalimin zulmünü dünyaya duyurarak hem Türkiye hem dünya kamuoyunda farkındalık oluşturmaya, zulümlere son vermelerini netice verecek hukuka dönmeye çağrılar yapıyor ve kısmi sonuçlar da alınıyor.
Son iki nokta. İlki, 3 aylık yoğun bir çalışma sonucu bu programı mümkün kılan lise ve üniversite yıllarındaki kadınıyla erkeğiyle gençlerimiz. Çok dikkat çekiciydi. Bütün nazarlar telaşlı ve heyecanlı halleriyle oradan oraya koşan bu gençlerin üzerindeydi. Kendilerini Türkiye’deki insan hakları ihlallerinin son bulması için çalışmaya adamış o gençleri ayakta alkışlıyorum. Sağolsunlar varolsunlar.
İkincisi ise, konuşma dili. O akşam katılımcıların ağırlığı ana dili Türkçe olan insanlardı ama konuşma dili adına bir zorlama olmadı. Herkes kendini hangi dilde daha rahat hissediyorsa, meramını hangi dille daha güzel anlatabiliyorsa onu kullandı. Kimisi Türkçe kimisi İngilizce. Sonucu söyleyeyim, İngilizce konuşanların sayısı daha fazlaydı. Buradan hareketle yakın gelecek adına bir tahminimi söyleyeyim: Çok değil yaklaşık 4-5 yıl sonra bu ve benzeri programlarda konuşma dilinin yüzde yüz İngilizce olacağından eminim. Çok şey ifade eden bu gerçek, üzerinde müstakil yazı yazmaya değecek bir husus.
Hasılı, AST’ye ve bu çatı altında yapılan zalimin zulmüne son verme, mazlumun da yardımına koşma adına canlarını dişlerine takan, bununla yatan bununla kalkan tüm gönüllülere binler teşekkür. Allah razı olsun.