SALİH HOŞOĞLU | YORUM
Bir seri halinde kendi yaşadığım olaylar üzerinden Türkiye’nin özellikle 1976-1980 arasında yaşadığı cinnet halini ve o zaman kısmen içinde bulunduğum ülkücülerin durumunu irdelemeye çalıştım. Sinan Ateş cinayeti ve şimdilerde bu cinayeti örtme gayreti ile başlayan tartışmalar beni bu seriyi yazmaya ikna etti. Burada ne ülkücülüğü övmek veya nostalji yapmak ne de yermek kaygısındayım.
Hafızasız bir toplum olduğumuzdan hep yakınırız ya, ne kadar da doğrudur, bir nebze bunu değiştirmek istedim. Şimdiki kuşaklar 40-50 yıl önce yaşananlardan bile bihaberler. İnsanlarımız bilmediklerinin alimi olarak hülyalarıyla yaşayıp gidiyorlar. O dönem ülkücülerin karıştığı olayları ve benim gözlemlerimi “Ülkücülük: Yeni, yine ve yeniden mi?”, “Ülkücü Hareket ve Şiddet Sarmalı: 1978 ve sonrası”, “Ülkücülük ve dindarlık”, “Türkiye’de bir zamanlar herkes biraz Ülkücüydü!”, “Şiddet bazen zirve yapar: 1978-1980 dönemi gibi” ve “https://www.tr724.com/12-eylul-1980-ulkucu-hareket-icin-buyuk-kirilma-ani/” başlıklı yazılarla bir seri olarak yazdım.
Bugünkü yazı ile bu konuyu noktalamak niyetindeyim. Burada Ülkücü Hareketin o günü ve sonrası ile ilgili genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Konu çok geniş olduğu için bu yazı çok özet bir değerlendirme olarak kabul edilmelidir.
Yukarıdaki başlığı bir ironi olarak yazmıyorum, hakikaten yaşananlara bakınca bu sonuca varıyorum. 1970’li yıllarda yazılan ve savunulan fikirlere bakınca şimdilerde herkesin ne kadar da değiştiğini görüp hayret ediyoruz. Aslında 12 Eylül sonrasında askeri yönetim tarafından on binlerce Ülkücü tutuklanıp çeşitli cezalara çarptırıldığı dönemde birçok ülkücü, “Biz hapisteyiz ama fikirlerimiz iktidarda!” diyordu. O zaman bir kırgınlık ifadesi olarak söylenen bu ifadeler zaman içinde hakikate evrildi. Bu konuyla ilgili detaylı değerlendirme yapmadan önce benim Ülkücülükten uzaklaşma gerekçelerimi kısaca anlatayım. Ondan da önce bence önemli olan bir prensipten, bir gruptan ayrılanların o gruba karşı nasıl davranması etik olur konusundan bahsetmem lazım.
İnsanlar çeşitli nedenlerle içinde bulundukları topluluklardan (cemaat veya oluşumlardan) ayrılabilirler. Bunda kınanacak veya kızılacak bir husus yoktur. Ya kişinin fikirleri, inançları ve kabulleri değişmiştir yahut o topluluk değişime uğramıştır, belki kişi kendi ideallerine daha uygun başka bir topluluk keşfetmiştir. Daha başka gerekçelerle de kişiler bulundukları toplulukları terk edebilirler. Bu ayrılık bir çatışma ile de olabilir, kişi ayrılırken bütün ayrılma gerekçelerini sayıp dökebilir. Bunlar asla kınanamaz, yadırganamaz, yargılanamaz.
Ancak bir topluluktan ayrıldıktan sonra o topluluğu karalama üzerinden kariyer yapmak tek kelime ile ahlaksızlıktır. Hele de ayrılan kişi ayrıldığı yerde yönetici pozisyona kadar gelmiş ve sorumluluklar üstlenmişse çok daha dikkatli olması gerekir. O topluluğun içiyle ilgili en küçük bir abartı bile yapması asla hoş görülemez. Günümüzde bu konularda maalesef çok ciddi seviyesizlik örnekleri görmekteyiz.
İçlerinde iken ve hatta ayrıldıktan sonra menfaat devşirmek için o topluluğu yere göğe sığdıramayan birileri daha sonra devir değişince eski arkadaşları hakkında her türlü yalan ve tezviratı yapabilmektedirler. Bu tarz insanlar en tiksindiğim tiplerdir ve hangi kapıya giderlerse gitsinler onlara farklı gözle bakmam. Bu yazı dizisinde özellikle bu hususa azami dikkat gösterdim.
Ülkücülükten ayrılma seyrimde bize ilk defa Ülkücülük fikrini getiren yakın akrabamın ciddi katkısı oldu. 1979 yılındaki ara seçimde bizim şehrimizde de senato seçimi vardı. O dönem şehrimizin MSP adayı ile o akrabam arasında geçen görüşmeyi ben epey sonra hatta 12 Eylül’den sonra öğrendim. Senatör adayı üniversite öğrencisi olan akrabamdan oy istediğinde onun Ülkücü olduğunu öğrenmiş ve aralarında uzun bir muhavere geçmiş.
Sonunda senatör adayı onun dini hassasiyetini görünce “Bak senden oy istemiyorum, istediğine oy ver ama şunu da bilmende fayda var. Sen MHP yönetimini benim kadar tanımıyorsun. Biz onlarla iki defa aynı hükümette bulunduk. Üst yönetimde dindar olan ve ailece aynı dini hassasiyetleri taşıyan Nevzat Kösoğlu gibi birkaç kişi vardır, diğerleri sana uymaz!” diyerek ayrılmış. 12 Eylül darbesinden sonra ortalık sakinleşince bu muhavere tekrar gündeme geldi ve artık dini hassasiyetlerin daha öne çıktığı bu dönemde hepimiz üzerinde etki yaptı.
Önemli başka bir etken de Ülkücülerin heterojen yapısıydı. Özellikle bir kesim şiddeti önceliyordu ve bunlar ağırlıklı olarak dini konularda lakayttılar. 12 Eylül öncesindeki şiddet sarmalında bu kesim tabiatıyla öne çıkıyordu ve söz sahibiydi. Kayseri’de üniversite öğrencisi iken evine misafir olduğumuz bir esnaf 12 Eylül öncesi yaşadıkları çok ilginç bir olayı anlattı.
“Kaynımın düğünü için 12 Eylül öncesinde mahalle karakoluna gidip izin istedik. Bize ‘Ülkü Ocaklarına gidin, bu işleri onlar yapıyor’ dediler. Derneğe gidip durumu anlattık, onlar da düğüne arkadaşlarının geleceğini söylediler, adresi ve düğün gününü iletip ayrıldık. Düğün günü iki kişi geldi, şu balkonda oturdular. Balkonda rakı içtiler ve bardaktaki rakı bitince bardağı üçüncü kattan aşağı bırakıyorlardı.”
Esnaf bunu öyle canlı ve etkili anlatıyordu ki sanki o iki kişiyi görmüş gibi olduk. Adam bu davranışa öylesine içerlemiş ve kinlenmişti ki tarif etmek zor. Anlaşılan kendilerini çok aşağılanmış hissetmişlerdi.
Ülkücülük tanımındaki muğlaklık Ülkücülük fikriyatının heterojenitesi de benim uzaklaşmamda ciddi anlamda etkili oldu. Ülkücülük nedir, ülkücü kimdir tartışmasına girmeyeceğim. Kendi zaviyemden yaptığım değerlendirmelerde bir çeşit kişi temelli ‘ülkücü’ tanımı olduğu sonucuna ulaştım. Kendini ‘ülkücü’ olarak tanımlayan insanların her biri farklı bir ‘ülkücülük’ algısına sahip olabiliyordu. En azından çok ciddi dindarlıkla katı laiklik arasında serpiştirilmiş mütefavit ülkücülükler bulunuyordu.
Şimdi bu durum değişti mi? Bu zamandaki Ülkücü Hareketi yakından incelemeden hüküm veremeyiz. 12 Eylül sonrasında ülkücülerin önemli bir kısmı çeşitli dini cemaat ve tarikatlara meylettiler. Okuduklarımdan ve dinlediklerimden anladığım kadarıyla 1965 sonrasında A. Türkeş’in oluşturduğu çekim kuvveti kendini dindar, muhafazakar ve milliyetçi olarak tanımlayan ciddi bir kitleyi Ülkücü Harekete katmıştı.
Bu yazıyı hazırlarken yaptığım taramalarda kendi gözlemlerimden yaptığım çıkarımların bilimsel saha çalışmaları ile de teyit edildiğini gördüm. Bu konuda Ali Erken’in “Örgüt ve Strateji: 1965-1980 Arasında Milliyetçi Hareket Partisi” adlı çalışması oldukça kıymetli bilgiler içeriyor. Çeşitli kaynaklarda ifade edildiği üzere A. Türkeş’in Milliyetçi gençliği 1969 yılından itibaren Ülkü Ocakları çatısı altında toplanmaya çağırdı. Sistemli bir çalışma ile bugün muhafazakar dediğimiz kitleye karşılık gelen gençliğin önemli bir kısmını kendi kontrolündeki bu derneklerle kontrol etmeyi başardı. MSP’li siyasetçinin de dediği gibi MHP Yönetimi pek dindar değildi, aralarında ciddi dindar birkaç kişi de vardı ama özellikle asker kökenliler ağırlıklı seküler milliyetçiydiler.
Bugünlerde baktığımızda derinliğini bilemesek de ülkücü sembollerin ve söylemlerin çok geniş kitleleri etkilediğini görüyoruz. Sadece MHP’nin yavrusu partiler ve ittifak kurduğu iktidar partisi değil diğer dindar-muhafazakar partiler ve hatta CHP gibi solcu olma iddiasındaki partiler bile ülkücülükten etkilenmiş durumdalar. Diyebiliriz ki daha melez bir siyasi anlayış ortaya çıkmış ve Perinçek dahil birçok siyasi grup 12 Eylül öncesinde ülkücülerin fikirlerini benimsemiş, en azından bu fikirlerin önemli bir kısmını içselleştirmiş görünüyorlar. Tarikat ve cemaatlerin öne çıkan milliyetçi söylemlerine bakarsak 12 Eylül öncesindekine göre muhafazakarlardaki dönüşümü de görebiliriz. Şimdilerde Türkiye devletinin iç ve dış politikası büyük oranda ülkücü söylemlere göre belirleniyor dersek abartmış olmayız sanırım.
Burada kritik bir konu, “Bu değişimi kim, niçin ve ne tarafa doğru eviriyor?” sorusudur. 1965’den itibaren dindar-muhafazakar çevrelere yaklaşan emekli askerlerce yönlendirilen bu hareket 1980’den 2015’e kadar çeşitli dalgalanmalar yaşasa da eski etkinliğini büyük oranda kaybetmiş görünüyordu. Ancak şimdilerde Hizmet Hareketi’nin ortadan çekilmesiyle oluşan boşluğu büyük oranda farklı milliyetçi akımlar doldurdu ve bunların içinde doğrudan MHP ve Ülkücü Hareket önemli bir yer tutuyor. Önceki yazılarımda ülkücülüğün dindarlık üzerine etkilerini kendi tecrübelerimle irdelemiştim. Şimdilerde gençliğin dindarlığına Ülkücü Hareket nasıl bir etki yapıyor sorusu araştırılmayı hak ediyor.
Kaynaklar…
Erken, A. (2014). Örgüt ve Strateji: 1965-1980 Arasında Milliyetçi Hareket Partisi. İnsan Ve Toplum, 4(7), 135-162.
Akyol, T. (2001). Hayat yolunda: Gençler için anılar öneriler. İstanbul: Doğan Kitap.
Arıkan, B. (1998). The programme of the Nationalist Action Party of Turkey: An iron hand in a velvet glove.
Middle Eastern Studies, 34(4), 120-134.
Doğan, M. (2000). Alparslan Türkeş, MHP ve gölgedeki adam. Ankara: Ocak Yayınları.
Arıkan, B. (2002). Turkish ultranationalists under review: A study of the Nationalist Action Party. Nations and Nationalism, 8(3), 357-376.
Çalık, M. (1996). Siyasi kültür ve sosyolojinin bazı kavramları açısından MHP hareketinin kaynakları ve gelişimi: 1965-1980. Ankara: Cedit Neşriyat.
Hoca efendimizin mihmandarlığında temsil edilen hizmet hareketine en çabuk adapte olup, himmet, hizmet, hicret ve medresei Yusuf’iyede örnek gösterilen şahsiyetlerin çoğunluğununda, Türk İslam davasına gönül veren Ülkücüler olduğunu unutma. Genelleme yapmak kimseye bir şey kazandırmaz.