YORUM | ASLI R. TOPUZ – @wittsrhannah
The Atlantic’in Aralık 2021 sayısı, kapak hikayesi olarak Anne Applebaum’un “Kötü Adamlar Kazanıyor” adlı makalesiyle çıktı. Nisan 2018’de Foreign Policy de çok etkili bir kapak ve başlıkla çıkmıştı: “İnsan Hakları’nın Sonu mu?” Bu o zamanlar hala bir soru cümlesi ve gidişatı çevirmek için bir uyarıydı. Diğer birçoğu gibi işe yaramadı. Sonunda birinin cesaret gösterip hezimeti ilan etmesi gerekiyordu. Anne Applebaum hiç evirip çevirmeden, bazı kişi veya kurumlar alınabilir demeden hezimeti ilan etti: “Eğer 20.yüzyıl, yavaş ve düzensiz de olsa, komünizm, faşizm ve ölümcül milliyetçilik karşısında liberal demokrasinin zaferine doğru ilerleyişin hikayesi idiyse, 21.yüzyıl artık bunun tam tersinin hikayesi.”
Peki insan hakları ve liberal demokrasiyi dert edinmiş insan ve kuruluşlar, hatta ülkeler, sayıları ve nitelikleri hiç hafife alınmayacak düzeydeyken bu savaşı neden kaybediyor? Ben “ekonomik kaygılara teslimiyet” izahatına burada hiç değinmeyeceğim çünkü hem bu savunmaya tam katılmıyorum hem de yenilginin asıl sebebi olarak gördüğüm şeyler başka. Benim gözlemlediğim kadarıyla, faşizmin her türüyle girilen savaşta, bu savaşın diskur, medya ve örgütlenme ayaklarında kan kaybedilmesinin esas sebepleri şunlar:
-
-
- Politik doğruculuk: Faşistlerin asla böyle bir kaygısı yok. Aksine özellikle çiğnedikleri bir hassasiyet ve bariyer, ki böylece yayılması çok kolay olan nefret suçlarını rahatlıkla yayabiliyorlar. İlk ortaya çıkışında nefret suçlarını önlemek, kırılgan toplulukları korumak için geliştirilen bu hassasiyet, faşistlerin istismarı ve kurnazlığı sayesinde yeni bir sindirme, susturma, sansür aracına dönüştü. Despotlar konuşup propagandalarını yayarken; hiçbir şekilde konuşamaz, fikrini açıklayamaz, farklı düşünemez hale getirilen çeşit çeşit topluluklar, müzminler var: Birbirine tutkun, yekpare ve ahlaklıların önemsediği hiçbir etik bariyeri önemsemeyen faşistler karşısında bir türlü birleşemeyen sayısız müzmin gruplar.
- Entelektüel bağımlılıklar: Liberal demokrasiyi savunan kişi ve kurumların en ayırt edici özelliklerinden biri entelektüel birikim. Ancak bu da, tıpkı politik doğruculuk gibi, bazen kendi aleyhlerine bir dezavantaja dönüşüyor. “Overanalysis” yani her şeyi aşırı analiz etme ve hep meta düzey düşünme bağımlılığı ve bunları yaparken fiile aktarımın plan ve kararlılık bakımından hep ihmal edilmesi sözkonusu. O yüzden elde zebil gibi seçkin yayın, sosyal bilimci, konferans, seminer, zirve, çalıştay, toplantı kirliliği var, ancak hissedilir sonuç yok. Tabi insan hakları savunuculuğunun kendisinin artık bir endüstri haline geldiğini; neredeyse bu alandaki yayın, toplantı, konferans gibi etkinliklerin kendisinin artık bir amaç ve kariyer etkinliğine dönüştüğünü de farkediyoruz ne yazıkki.
- Depresyon ve Şefkat Yorgunluğu: Zekayla depresyona yatkınlık arasında korelasyon olduğunu gösteren bulgular var. Zeki insanlar, çevrelerinde olup bitene daha duyarlı oluyor, acıyı daha fazla algılayıp zihinlerinde işliyor, dolayısıyla depresyona da daha yatkın oluyorlar. Depresyonun en bilinen kötü etkilerinden biriyse karar alma becerisini zayıflatması yani bir tür eylemsizlik. Zeki ve yüksek eğitimli bireyler hakkındaki bu depresyona yatkınlık bulgusunun, topluluklara da genişletilebileceğini düşünüyorum. Şu an dünyadaki yoksulluk, savaş, mülteci sorunu, ırkçılık gibi büyük sorunları en fazla dert edinen ve tercihli olarak bu konularla ilgilenip kendilerini mecburen acıya şahit ve maruz bırakan insanlar elbette faşistler değil, aksine yine insan hakları savunucuları, liberal demokrat bilinçli fikir insanları. Elbette diğer ideolojilerden veya politik görüşlerden insanların da böyle hassasiyetleri vardır. Ancak liberalizm doğuşu, kökeni, kuramsal çekirdeği itibariyle zaten insan hak ve özgürlükleriyle ilgili olduğu için, liberallerin de insan dramına özellikle ilgi, hassasiyet geliştirdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla, süresiz şekilde ve adeta mesai gibi bu kadar politik krizle ilgilenip, kendini bu kadar travma ve insan dramına şahit ve maruz bırakan politik insan topluluklarının da, tıpkı bireyler gibi depresyon ve şefkat yorgunluğundan (*) muzdarip olacağını ve zamanla karar alma, uygulama, eyleme geçme becerilerinde gerileme yaşayacaklarını düşünüyorum.
- Mücadeleye giriştiği her tür faşizm karşısında liberal demokrasinin artık eski gücünü koruyamamasının bir nedeni de, kendi nimetlerine geliştirdiği bağımlılık ve zaaf olabilir. Liberalizm adeta bireye övgüdür. Zamanla birey ve dünyası öyle büyür ki, onu başkalarıyla birlikte hareket edemez, kolay örgütlenemez hale getirir. Böylece onu zamanla diğer sosyal kimlikleri ve aidiyetlerinden soyup, karmaşık ama yalnız, gelişmiş ama örgütlenemez hale getirir. Milyonlarca tanrıcık; kendi dünyasının tanrısı ama dışarıda yalnız ve güçsüz. Kendi benliğine, kariyerine, duygularına aşırı duyarlı ama dışardaki dünyayla, ait olduğu dünyayla o kadar ilişkili değil…
Tüm bu faktörlerin liberal demokrasileri, onları oluşturulan kişi ve kuruluşların karar alma ve harekete geçme yetilerini biraz da olsa zayıflattığını düşünüyorum. Buna karşılık faşizm cephesi tüm bu hassasiyetlerden ve etik kaygılardan uzak olduğu için az düşünüp, az tereddüt yaşayıp, kolay örgütlenip, hızlı harekete geçebiliyor. Geçmişteki bazı eylemsizlikleri, geç kalmışlıkları anlatmak için mesela Kilise’nin “meleklerin cinsiyeti” gibi o devrin acil sorunlarından kopuk şeyleri tartışmakta kaybolduğu anlatılır. Bugün kısmen de olsa garip teferruatlarda kaybolma sırası akademilerde, uluslararası toplumda, medyada, hatta mağdurların kendilerinde belki. Faşizm karşısında birer Hamlet’e dönüşmüş haldeyiz. Trajedilerin özelliği, ana kahramanın karakterindeki bir zayıflık etrafında örgülenmeleridir. Hamlet’in zayıflığı, kararsızlığıydı.
Not: * Şefkat Yorgunluğu (compassion fatigue): Yoğun biçimde yaşanan başkalarının acısını dindirme isteğine bağlı gelişen bir travma türü. Zamanla hiçbirşeye aldırış etmeme, en trajik olaylardan bile etkilenmeme ve devamında yardım etmek için yapılabilecek en basit şeyleri bile yapmama gibi belirtileri var. Sağlık çalışanları arasında çok gözlemlenmekle birlikte, başkalarına yardım etmeye dayanan birçok başka meslek/etkinlik grubunda da rastlanıyor: Avukatlar, polis memurları, sosyal çalışmacılar gibi.
-
Asli hanim oncelikle tr 724 de yazmaya baslamaniz sevindirici .Hayirli olsun Allah muvaffak kilsin.Yazi yorum ve analizlerinizi begeni ile takip ediyorum kolay gelsin.
Iyi bir baslangiç olmuş.
Türkiyede faşizm yoktur. Böyle inanılması istenmektedir. Çünkü bu sayede hikayeye gerçeklik katacaktır. Türkiyede olup bitenler 15 temmuz senaryosu gibidir. Yani oyunculuk vardır. Faşizm gerekirse onun da oyuncuları bulunacaktır. Türkiyedeki sahtedir gerçek değildir. Faşizmin devlet ile hiç ilişkisi yokmudur? Halbuki türklerin devleti yok şu anda. Faşizm nasıl olsun? Ama faşizmin olduğunu en başta tayyip böyle inanılmasını istemektedir. Özünde hiçbir karakteri yoktur olup bitenin. Faşizm maskesi altında asıl amaç türkleri avrupadan kopartmak, iran ve rusya eksenine yani yönetim modeline yaklaştırmaktır. Bu projeyi yürütenler türklerin avrupanın değerlerine kavuşmasını istememektedir. Türklerin avrupa sokaklarında serbestçe dolaşmasını istememektedir. Türklerin avrupa devletleri gibi refah içinde yaşamasını istememektedir. Demokrasi ile müslümanlığın bir arada olabileceğini istememektedir. Türkleri iran, rusya, çin gibi dünyaya kapatmayı hedeflemektedirler. Bunun için taşeron kullanmaktadırlar. İşte bu noktada o taşerona hayat üflemek anlamına gelen o bir faşisttir demek onu memnun edecektir. Çünkü olmadığı bir kimliğe bürünmüş olacaktır. Bir kimliğe sahip olacaktır. Onun dışında kimliğini belli eden pek birşey yok. Yıkıcılık sadece. Eğer bunun adına faşizm diyeceksek diyelim. Türkleri yıllarca avrupa kapısında beklettiler fakat birşey oldu ve türkler zincirlerini sanki koparır gibi oldu. Bu batıyı çok panikletti. Şimdi sorunlu alanlarda faşizm görüntüsünde içeride temizlik yapılmakta, askerin kuvveti istihbarata kaydırılmakta ve türkler avrupadan koparılmaktadır. Bu yapılanların hiçbirinin faşizmle alakası yoktur. O yüzden eminim bunun faşizm gibi görünmesi tayyipin hoşuna gidecektir. Bırakalım öyle bilsinler diyecektir. Ey almanya, ey hollanda, ey fransa, ey avusturya, ey amerika, ey çin, ey putin derken faşist oluyorda ey ingiltere deyince mi olmuyor. Tayyipin faşistlik damarından ingiltere muafmıdır? O yüzden tutarsızlık söz konusudur. Halbuki faşistlerin kendi içlerinde tutarlılık söz konusudur diye düşünüyorum. Faşistler varlıklarını devam eden bir organizmadır. Bir liderlik kadar ömürleri yoktur. Ama bunu faşizm olarak algılayanlar kendilerini ortaya çıkardılar ve bu sayede faşistleri de tanıma fırsatımız oldu.
Yazdiklarinizin tamamina katiliyorum fakat liberal demokrasilerin bu savasi kaybediyor olusunun temelini biraz da halklarda aramak gerekiyor.
Demokratik diyebilecegimiz ulkeler, dogru yonetimlerin sonucunda toplumlarinin hayat standartlarini yukseltmis durumdalar. Bu iki sonuc doguruyor:
1. Bu ulkelerin yonetim ve halklari kazanimlarini kaybetmekten cok korkuyor. Otokrat yonetimlere mudahale ederek halihazirdaki problemlerine daha buyuklerini ekleyeceklerini dusunuyorlar. ABD ve UK’nin son yillarda degisen dis politikasi buna acik bir ornek teskil ediyor.
2. Yine bu ulkeler ciddi oranda goc aliyorlar ve artan goc nufusunu entegre etmekte gun gectikce daha cok zorlaniyorlar. Bu da halklarinda gocmenlere karsi artan bir tepkiye neden oluyor ve muhafazakar/milliyetci/fasist partilerin oylari giderek artiyor. Ornegin, Isvec’te yaklasik 20 yil once parlementoya bile giremeyen populist sag kanat partisi son secimde yaklasik %18 oy alarak ana muhalefet partilerinden biri haline geldi. Halktaki bu yonelim de yonetimlerin insan haklari konusunda daha muhafazakar tavir almasina neden oluyor.
Bu demokratik ulkelerden birinde yasayan biri olarak soyleyebilirim ki, halkin bu konudaki dusuncesini “Bana dokunmayan yilan bin yasasin” ile ozetlemek mumkun. Cozum olarak da kuvvetli/israrli diyalog ve entegrasyona katki saglamaktan baska yol goremiyorum.
3. ve 4. bölümler tam olarak hissettiğim ama ifade edemediğim düşüncelerdi. Çok güzel izah etmişsiniz.
Cemaatin sosyal medya kontenjanindan Tr724e atılmış bir kazık daha (o kadar çok kişi yazmaya başlayıp bıraktı ki, takibi bile mümkün degil). Kendisi daha geçtiğimiz aylarda ahmet dönmezin yazı dizisine cevap verirken, darbe iddialarina hiç bir şey demeden, darbenin neden gerekli olduğundan bahsetmişti. Ayrıca devlette kadrolasmanın önemine de alevilerle mücadele çerçevesinde dikkat çeken biriydi. Cok özgürlükçü hanım maşallah.
Daha önceki yorumumu yayınlamayan editör abimize buradan çok selam yolluyorum. Hakaret yok küfür yok, Hz. Aslı Hanim’i neden eleştirilerden muhafaza etme gayretiniz var?
Aslı hanıma bu değerli yazısı için teşekkür ediyor, yazıların devamını bekliyoruz 💐