YORUM | AHMET KURUCAN
Yıllar önceydi. Şimdilerde irtibat ve iltisak söylemleri ile şeytanlaştırılan bir cemaate duyduğu gönül bağından dolayı rejimin diskuru da kullanılarak yokluğa ve hiçliğe mahkûm edilmek istense de beste ve yorumları ile Türk Sanat Müziği tarihinde daha şimdiden yerini alan Ertuğrul Erkişi Bey Kaliforniya’da yaşayan İstanbul Ermenilerine bir konser vermek için ABD’ye gelmişti. Konser sonrası kısa süreli uğradığı New York’ta bir dostun evinde kahvaltı yaptık. Hocaefendi’yi ziyarete gidecekmiş. Gitmişken birkaç tane de canlı şarkı söylersin teklifinde bulundum. Yanında herhangi bir enstrüman olmadığını söyledi.
Emaneten bir ud bulduk ve birlikte gittik. Kısa süreli o ziyaretin sonunda kendi bestelerinden oluşan bir demet sundu. Hocaefendi de çok memnun oldu. Memnuniyeti yüzünden okunuyordu.
Şarkılar bitince, “Hocam. Herhangi bir isteğiniz var mı? Varsa ve repertuarımda ise söyleyebilirim,” dedi. Hocaefendi bir istekte bulunmadı ve ortalığa bir sessizlik çöktü. Ani bir kararla devreye girdim. Daha önceden ne düşünmüş ne de planlamıştım. Spontane ve çok hızlı gelişti her şey. Hocaefendi’nin sevdiğini bildiğim bir şarkıyı “Hocaefendi namına ben bu istekte bulunuyorum,” dedim Ertuğrul Bey’e. İstediğim şarkı Hacı Faik Bey’in rast makamında bestelediği “Nihansın dideden, ey mest-i nazım. Bana sensiz cihanda can ne lazım?” şarkısıydı. İsterseniz yazıyı burada okumaya ara verin ve bu şarkıya kulak verin. Benim tercihlerim Hamiyet Yüceses, Zeki Müren, Müzeyyen Senar, Nesrin Sipahi.
“Nihansın dideden ey mest-i nazım
Bana sensiz cihanda can ne lazım
Benim sensin felekte çare sazım
Bana sensiz cihanda can ne lazım
Revadır matemim tutsa felekler
Bana insan değil ağlar melekler
Hevaya gitti hep bunca emekler
Bana sensiz cihanda can ne lazım”
İki gün önce Hocaefendi’yi bir vesile ile ziyarete gittim ve nedendir bilmem bu hatıra aklıma geldi. Nedendir bilmem diyorum da aslında biliyorum. Özeti şu: Akşam namazı için yenice abdestini almış ve dışarı çıkmıştı. Odasının çıkışındaki koltuğa oturdu. 6-7 kişi ile birlikte vaktin girmesini bekliyoruz. Her zamanki gibi göz göze geldiğinizde yüzünüzü yere baktıracak ölçüdeki insanın içine işleyen derin ve delici bakışları ile orada oturan insanları teker teker süzdü. Yüzüne baktım. Hocaefendi’ye talebelik yapmak için yanına geldiğimiz yıllarda o 47 yaşında bir delikanlı idi. Delikanlı diyorum çünkü gerçekten delikanlı gibiydi 1985 yılında. Bıyıklarına henüz kar taneleri misali beyazlıklar düşmemişti. Sabahtan akşama programdan programa yorulma, usanma ve yılma bilmeyen bir performansla hayatını yaşıyordu. Misyonum dediği işleri belirlediği vizyonu ölçüsünde gerçekleştirmeye çalışıyordu. Mesela İzmir’den İstanbul’a gece kara yolu ile sabaha kadar yolculuk yapıyor ve İstanbul’a geldiğinde başını yastığa koymadan günlük programına başlıyordu. Başı yastık ile o günün yatsı namazından sonra buluşuyordu.
Ama ya şimdi? Aradan tam 37 yıl geçmişti ve bu 37 yıl Yaradan’ın kanunları istikametinde onun gençliğinden, canlılığından çok şeyleri almış götürmüştü. Kendi sözüdür: “Biyolojinin kuralları İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz için dahi değişmemiştir.” İşte bu değişmeyen kevni kurallar şu anda Hocaefendi’de de aynı şekilde fonksiyonunu icra ediyordu. Yüzüne baktım ara ara. Birkaç günlük sakalı arasında gizlenmeye çalışan çizgiler varlığını hissettiriyordu. Yatağında kıvrım kıvrım akan bir nehir aklıma geldi. Büyüteç tutmuşçasına yüzüne bir daha dikkatlice baktım. O nehir yatağının bazı yerlerinde çukurlar oluşmuştu. İhtiyarlığın göstergesi olan bu çizgiler ve çukurlar bana Sabahattin Ali’yi hatırlattı önce. Ne güzel der “Buruşuklar” şiirinde Sabahattin Ali:
“Bu çizgiler bir nehrin,
Yatağındaki derin
Çukurlara benziyor:
Bir sel gibi ömrümüz,
Akarak gece, gündüz,
Kazmış bu çukurları.”
Sonra diyeceksiniz? Sonra Ertuğrul Erkişi ile olan hatıram canlandı gözümde. Şimdi aynı atmosfer olsa ve ben yine Hocaefendi namına bir şarkı isteğinde bulunsam hangi şarkıyı isterim diye düşündüm içten içe. Aklıma gelen ne oldu biliyor musunuz? Bunu paylaşmak için zaten bu yazıyı kaleme aldım. Şunu isterdim: “Görmedim ömrümün âsûde geçen bir demini.” Beste ve güfte Kadri Şençalar’a ait Hicaz bir şarkı. Şöyle diyor Şençalar:
“Görmedim ömrümün âsûde geçen bir demini
Çekerim hep o siyâh gözlerinin mâtemini
Hasretiyle inlediğim çekti benden elini
Çekerim hep o siyâh gözlerinin mâtemini.”
Şençalar ihtimal bunu dünyevi ve mecazi aşk ekseninde kaleme aldı. Siz isterseniz bu dizeleri uhrevi ve hakiki aşk olarak düşünebilirsiniz. Bir ziyaretin hatırlattığı bu hatırayı andıktan sonra şimdi şunu söylemenin tam zamanı: “Hey gidi günler, hey!”