YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Osmanlı Devleti’nin Batı Rumeli’yi kaybetmesinden sonra Türk nüfusun yaşadığı topraklar olarak Anadolu ve Doğu Trakya kalmıştı. İstiklal Harbi sonunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti topraklarının da %97’si Anadolu coğrafyası üzerinde bulunmaktaydı.
Diğer taraftan Araplar ve Arnavutlar gibi Müslüman unsurların da ayrılmasından sonra yeni bir kimlik arayışının gündeme gelmesi ve “biz kimiz?” sorusunun cevaplanması kaçınılmaz hale gelmişti.
Bu gelişmeler “Anadoluculuk” düşüncesinin ortaya çıkmasına yol açtığı gibi zamanla özellikle politik söylemlerde “Anadolu irfanı” vurgusunun yayılmasına neden oldu.
ASİA MİNOR’DEN ANATOLİA’YA
Türk Dil Kurumu Sözlüğü Anadolu’yu, “Ön Asya’nın bir parçası olarak Türkiye’nin Asya kıtasında bulunan toprağı, Küçük Asya, Rum” olarak tanımlamaktadır. Yazılı olarak da “Anatoli” ifadesinin Türkçe kaynaklarda ilk defa Düsturname-i Enveri’de geçtiği belirtilmektedir.
Kelimenin aslı Yunanca “ανατολία-Anatolia” olup “güneşin doğusu, doğu” anlamına gelmektedir. Anadolu’dan önce bölgeye “Asia Minör (Küçük Asya)” denilmiş ve önceleri Ege Denizi’nden Sakarya’ya sonra da Kızılırmak’a kadar olan alan kastedilmiştir. Daha sonra da bu isim yarımadanın tamamına verilmiştir.
Roma döneminden önce bölgenin çeşitli yerlerine, buralarda yerleşen ve menşeleri oldukça karışık toplulukların isimlerinden türetilen “Lidya, Frigya, Misya, Likya, Bitinya, Kapadokya” denilmiştir.
“Anatolia” ismi ise ilk defa Bizans döneminde İstanbul’a göre daha doğuda olmasından dolayı “thema” denilen idari birimlerden İç Anadolu’nun batı kesimi için kullanılmıştır. Buna karşılık Araplar ve diğer Müslümanlar bölgeye “Rum memleketi (Roma)” demişlerdir.
“Anatolia” ismi zamanla Türkçe ses uyumunun etkisiyle Anadolu’ya dönüştü. Yıldırım Bayezid döneminde Ankara merkezli olarak oluşturulan ve Fatih zamanında merkezi Kütahya’ya taşınan beylerbeyliğin adı “Anadolu” idi.
19. yüzyılda eyalet sisteminden vazgeçilmesiyle “Anadolu” sadece coğrafi yer adı oldu ve Fırat nehrine ya da Trabzon’dan İskenderun Körfezi’ne kadar olan alana “Anadolu” denildi. Cumhuriyet döneminde ise Türkiye’nin Asya topraklarının tamamı için kullanıldı ve 1941’de toplanan Türk Coğrafya Kongresi’nde de üç coğrafi bölgenin adı oldu (İç, Doğu, Güneydoğu Anadolu).
ANADOLUCULUK DÜŞÜNCESİNİN DOĞUŞU
Güney Marmara’da kurulan Osmanlı Devleti, Orhan Bey devrinde Avrupa kıtasına geçmiş ve kısa zamanda Rumeli’de çok geniş bir alana hâkim olmuştu. Osmanlılar Edirne’yi 1361’de, Filibe’yi 1363’te, Manastır’ı 1384’te, Selanik’i ilk defa 1387’de, ikinci defa 1430’da, Yanya’yı 1432’de, Mora yarımadasını 1460’ta fethetmişti. Buna karşılık Konya ve çevresinin ilhakı Fatih devrinde, Doğu Anadolu’nun ve Maraş çevresinin Osmanlılara katılması Yavuz devrinde gerçekleşmişti.
Balkanların kaybı ve Birinci Dünya Savaşı sonunda elde sadece Doğu Trakya ve Anadolu’nun kalması, yeni bir düşüncenin filizlenmesiyle sonuçlandı. “Anadoluculuk” veya “Memleketçilik” olarak ifade edilen bu düşünce, Osmanlı devrinde “sadece vergi ve askerlik için hatırlandığından” ihmal edildiği düşünülen Anadolu’nun “anavatan” olarak ele alınarak “biz kimiz, nereye aitiz” sorularına cevap arayışıydı.
Düşüncenin ilk örneklerinin, 1911’de Nüzhet Sabit’in çıkardığı “Vazife” dergisinde yayınlandığı anlaşılmaktadır. Fikrin ilk savunucuları olan Musa Kazım, Halim Sabit, Mehmet Şemsettin (Günaltay) de 1913’te “İslamcı” Sırat-ı Müstakim’den ayrılarak yayın hayatına başlayan “İslam” mecmuasında yazılar kaleme aldılar. Dergi, Türkçülerin Türk Yurdu ile İslamcıların Sırat-ı Müstakim’i arasında bir çizgide yer almaktaydı.
Bu yazarlar, Müslümanlıkla takviye edilmiş bir milliyetçilik politikasını benimsemişlerdi. Fikrin doğuşunda hem Türkçülük hem de İslamcılığın bir ütopya olarak görülmesinin etkili olduğu ve özellikle Ziya Gökalp’in “Turancı” düşüncelerinin tenkit edildiği görülmektedir.
Fikrin önde gelenlerinden Hilmi Ziya Ülken, bu düşüncenin en önemli temellerinin 1917’de Türk Ocağı içinde atıldığını ve Mülkiye’de öğrenci iken Henri Lichtenberger’in “Richard Wagner: Poète et Penseur“ eserinden etkilenerek bu düşünceye yöneldiğini belirtmektedir.
Ülken, 1918’de el yazması olarak 12 sayı çıkardığı Anadolu mecmuasıyla da Anadoluculuk düşüncesinin kültürel boyutunu ortaya koymuş, tarihçi Mükrimin Halil (Yinanç) da fikrin tarihi, daha doğru bir ifadeyle ideolojik zemine oturmasına öncülük etmiştir.
1924-1925’te Anadolu dergisi bir kez daha ama bu sefer geniş bir kadroyla çıkmıştır. Hilmi Ziya, Ahmet Refik, Ziyaeddin Fahri, Necip Asım, Mehmet Emin (Erişirgil) gibi kişilerin yazdığı dergide Mükrimin Halil, Türk tarihinin Selçuklu, Osmanlı gibi dönemlere ayrılması yerine “Anadolu Türkleri Tarihi” ya da “Anadolu Tarihi” denilmesini savunmuştur.
Anadoluculuk düşüncesi bu çalışmalarla “mistik” bir görünüm kazanmıştır. Bu düşünceye göre, Malazgirt Zaferi’nden Sakarya Zaferi’ne kadar geçen dönemde (1071-1921) bu toprak için can vermiş insanların emaneti olarak görülen Anadolu, “toprağıyla, ahlakıyla, imanıyla, kaderiyle ve gerçek iradesiyle” Anadolu Türk milletini oluşturmuştur.
“Anadolu’yu bırakıp Tibet ve Urallara bakmak” yanlış görülmüş, “büyük Türkçülük (Turancılık)” yerine “küçük Türkçülük (Türkiyecilik-Anadoluculuk” tercih edilerek Türk kimliğinin asıl unsurunun Anadolu olduğu tezi kabul edilmiştir.
Burada kastedilen Anadolu Türk milleti, halkının Müslüman olması nedeniyle Müslüman Anadolu’dur. Bu yönüyle dergide Yahya Kemal, A. Hamdi Tanpınar ve Necip Fazıl’ın şiirlerinin yayınlanması şaşırtıcı olmamalıdır.
Önceden “nev Yunanilik” akımının etkisinde kalsa da sonradan Anadolucular içinde önemli bir konumu olan Yahya Kemal, “Fransız milletini, bin yılda Fransa’nın toprağı yarattı” sözünden hareketle Türk milletinin de 1071’den sonra Anadolu toprağında yeni bir kimlik kazandığını belirtiyor ve “İtalya toprağı İtalyan, Fransa toprağı Fransız, Almanya toprağı Alman ise Anadolu toprağı da Türk’tür” diyordu. Ona göre, Türkler Anadolu’da coğrafyanın, ırkın, tarihin ve İslam’ın etkisiyle yeni bir millet olmuşlardı.
Anadoluculuk edebiyat alanında da etkili oldu. Anadolu’yu ele alan edebi eserler önemli bir artış gösterdiği gibi bu akımın etkisindeki yazar ve şairler, Anadolu’ya hayranlıklarını dile getirdiler. Örneğin Faruk Nafiz, Anadolu’da “edebi ve milli bir tetkik yapıp” meşhur Han Duvarları’nı kaleme aldı.
Anadolu’ya dönük yaklaşımlar, aynı zamanda bir yol ayrımına yol açmıştır. Faruk Nafiz bunu “Sanat” şiirinde şöyle dile getirecektir:
…Başka sanat bilmeyiz, karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz.
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun…Ayrılıyor yolumuz!
TOPÇU’NUN ANADOLUCULUĞU
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Kemalizm’in laik bir devlet yapısını yönelme öngörmesiyle farklı bir Anadoluculuk da ortaya çıkmıştır. Bunda “Köycülük ve köye” olarak ifade edilebilecek bir düşünce savunulmuş, o zamana kadar kapalı olarak yaşayan köylere girebilen tek kişi olan “imamın etkinliğinin azaltılması” ve onun yerine “köy mualliminin yerleştirilmesi” amaçlanmıştır. “Kemalist Anadoluculuk” denebilecek bu düşüncenin yansımalarının bugün “ulusalcılık” adı altında devam ettiği söylenebilir.
Aynı dönemde bir de “Mavi Anadoluculuk” denebilecek bir akım ortaya çıkmıştır. Mavi Anadolucular, Yunan ve Roma medeniyetinin temelinin Anadolu olduğunu ileri sürmüşler ve birçok arkeolog ve tarihçiyi etkilemişlerdir. Onlara göre “Anadolu olmasaydı, hiçbir şey olmazdı.”
Savunucuları arasında Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir), Azra Erhat, Sabahattin Eyüpoğlu, Vedat Günyol, Bedri Rahmi gibi kişilerin bulunduğu bu akım özellikle Hasan Ali Yücel’in Millî Eğitim Bakanlığı sırasında öne çıkarıldı. Böylece İslami kimlik yerine Anadolu merkezli seküler bir kimlik inşa edilmeye çalışıldı.
Anadoluculuk akımının önemli temsilcilerinden birisi de Nurettin Topçu’dur. İlk meclisteki muhalif kesimin liderlerinden Hüseyin Avni Ulaş’ın damadı olan Topçu hem radikal modernleşmeyi hem de “materyalist dindar” dediği bazı muhafazakâr kesimleri eleştirdi. Bu özellikleri onu “Cumhuriyetin kenarda kalmış ayağı” yapacaktır.
Topçu, Mümtaz Turhan ve Ali Fuat Başgil Anadoluculuk akımını farklı bir yöne taşımışlar ve Hanefi-Maturidi geleneği çerçevesinde Yesevi kültürünün yeniden yorumlanmasıyla sosyo-politik bir simge haline getirmişlerdir.
Topçu hem Kemalizm’e hem de Mavi Anadoluculuk’a eleştiriler getirir ve bu milletin kendi rönesansını kendisinin yapması gerektiğini ileri sürer. Ona göre “Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevkini bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sabırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayişsiz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri olacaklardır. Bu ruh amelelerinin ilk ve esaslı işi, insan yetiştirmektir”.
Topçu da önceki Anadolucular gibi “biz kimiz” sorusuna cevap arar ve şu sonuca ulaşır: “Tâ Milât’tan 3, 4, 5 bin yıl evvelinde Orta Asya’dan gelip Basra Körfeziyle Karadeniz arasına yerleşenler. Sonra da bin yıl evvelden başlayarak ve birçok yollarla zaman zaman Anadolu’ya gelip eski kavimlerle Etilerin yanında yerleşen Müslüman Türkmenler. Bu gelen Türkmenler, Anadolu’da medeniyet kurmuş olan Etilerin çocuklarıyla kaynaşmışlar, onların tekniklerini temsil etmişlerdir… Demek ki bugün Anadolu’nun kendi milleti olan çiftçi köylüye, Orta Asya’daki Türkmen’in çocuğu demekten ziyade Anadolu’da yaşamış olan ve Anadolu’yu kurmuş, ilerletmiş olan kavimlerin çocuğu, Anadolu tarihinin çocuğu demek daha doğru olur”.
Topçu kendi milliyetçiliğini “Anadolu milliyetçiliği” olarak nitelemekte ve Anadolu milliyetçiliğinde esas ve mayanın “İslam” olduğunu, İslam’ın Anadolu milliyetçiliğinin ruhunu oluşturduğunu, bu ruh çıkarıldığında geriye sadece iskeletin kalacağını ileri sürmektedir.
Bütün milliyetçi eğilimlerde olduğu gibi muhafazakâr Anadolucular da “ötekini” tarif etme ihtiyacı duymuş ve onlar için “öteki” bazen Osmanlı döneminin devşirmeleri, bazen Rumeli’den göç eden Müslüman halk bazen de komünistler veya Yahudiler olmuştur.
ANADOLU İRFANI
Anadoluculuk fikri sonraki dönemlerde Türkçülük, İslamcılık gibi akımlara eklemlenerek varlığını devam ettirdi. Diğer taraftan da “Anadolu insanı, Anadolu irfanı” vurgusu öne çıkarıldı.
Aslında “Anadolu irfanı” ifadesinin kullanışlı bir kavram olarak bazen doğrudan İslam, Müslümanlık ya da tasavvuf kelimelerini kullanamayanların, bazen de politikacıların popülerliğinden dolayı tercih ettikleri bir ifade olarak karşımıza çıktığını söylemek yanlış olmaz.
Elbette ona çok büyük anlamlar yükleyenler de var. Bazı yazarlar Anadolu irfanını “farklı inançlardaki insanların birlikte yaşama kültürü”, Mevlâna, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Nasreddin Hoca gibi sembol kişilerin davranışları, kullandıkları dil, Anadolu’nun İslamlaşma sürecinin adı olarak yorumlamaktadır.
Özellikle son dönemde Anadolu irfanının farklı şekilde kullanıldığı da görülüyor. Mesela 15 Temmuz’da halkın “Anadolu irfanı” sayesinde sokaklara döküldüğü ve bu irfanın “devleti, milleti ve Ehl-i Sünnet’i korumayı amaçladığı” ifade ediliyor.
Sonuçta Anadoluculuk fikrinin bir yansıması olarak yorumlanabilecek “Anadolu irfanı” ifadesinin daha çok “hamasi” ve ideolojik yaklaşımların sonucu olarak kullanıldığı, bunun sonucu olarak da her kesimin farklı şekilde tanımlar yaptığı söylenebilir. Bu da “Anadolu irfanı” söyleminin ne kadar muğlak bir kavram olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
***
Kaynaklar: H. Z. Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul, Ülken, 2004; K. Çağan, “Anadoluculuk ya da Türk-İslam Milliyetçiliği” , Nurettin Topçu Bugün Bize Ne Söyler? , Ankara, TYB, 2006; M. Tuncel, “Anadolu”, DİA, C. 3; A. Pakiş, Kimlik ve Siyaset Bağlamında Anadoluculuk Hareketi, YTÜ SBE Doktora tezi, İstanbul, 2013; M. Atabay, “Anadoluculuk”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İstanbul, İletişim, 2008, C.4.
Yasasin Federal Kücük Asya Cumhriyeti (FKAC)!
Topraklar küçüldükçe, birlikte yaşayan insanlar birbirlerine düşmanlaştırıldıktan sonra, savaşlar, yenilgiler, travmalar sonucunda anadoluda kalanlar insanlar eski kimliklerini kaybetmiştir. Geriye kalan kimliksiz bir anadolu. Ortada öylece kalan insanlardan bir millet oluşturulmaya çalışıldı. Çünkü elde kalanlar bunlardı. Ayrıca daha çok toprağı taşıyacak bir kimliği oluşturacak entellektuelde insan kalmamıştı. Yani arapları türklere verseniz türkler osmanlı gibi bir medeniyet kuracak çapta entellektuel değillerdi. Küçülmüşlerdi. Yani himmet küçüldüğü için mi sadece anadolu kaldı yada anadolu kaldığı için mi himmetler küçültülmek zorunda bırakıldı. Arapları anadoluya katarsanız türkler ve araplar birbirini katleder. Çünkü eski büyük kimlik yok.
Yani araplara yaşama hakkı veren bir kimlik yok. Onun yerinde araplara düşman bir kimlik var. İngilizler ben vazgeçtim al suriye senin olsun derse türklere, türkler olayı hemen toprakların büyütülmesi olarak düşünecek. Sanki osmanlı gibi yeniden büyüdüğünü düşünecek ama aslında büyüyen bir şey yok. Yani medeniyet yerinde sayarsa yada olmayan bir medeniyetten araplara sahip çıkmasını bekleyemezsin. Daha kürtleri bile idare edemiyorlar. Çünkü kurdukları kimlik anadoluya bile sahip olmalarına engel oluyor. Aslında o küçük kimliklerinde kürtlere yer olmadığından daha da küçük bir toprak parçasını taşıyabilirler.
Aslında insanlar küçüldüğü için topraklar küçüldü. Herkesle kötü geçinip çevrende insanların kalmaması gibi. Suçu sadece dış güçlere yıkmak doğru değil. Maceraperest kimlikler olmasaydı dünya harbine girmeyecektik. Sultanların tek başına sözü yeni kurulmaya çalışılan kimliklerden daha çok geçerliydi. Mesela ermeni olaylarında ermenilerin çoğu Sultanın sözünü dinlemekteydi. Ama Sultanlardan sonra kurdukları kimlik sadece kürtleri bile tutmaya yetmiyor. Halbuki Yavuz Sultanın idaresinde onlarca millet vardı. Demek ki küçülen topraklar aslında küçülen kimliklerin o da insanların küçülen himmetlerinin bir sonucudur.
Anadoluya isim takmaya çalışmak biraz da hani elde kalan bu kaldı der gibidir. Yani bizim seçimimiz dışında, aslında bizim tutumlarımız bu sonuca çok belirleyici olmuştur, topraklar birbirimizle kavga ederek elden çıktı. Çok havalı pozlar veren paşalar toprakların elden çıkmasına engel olamıyorlardı. O havalı pozlar biraz kimliğin benlik seviyesine indirgendiğini göstermektedir. Artık kimlik benlik içermekteydi. Bu benliğin kendini kimlikte göstermeye başlaması otomatikmen tepkisel benliklerin açığa çıkmasına neden olmaktadır. Sonra o bencil kimlikten kopmaya çalışanlara hain diyerek onları kendinize bağlayamazsınız.
Herkes gitti. Giden çekiti gitti. Zaten kalanlar kaldı. Yani anadoluyu ele alma şekilleri aslında kendilerine kala kala anadolunun kalmasından kaynaklanmaktadır. Ama meseleye bu küçük düşürücü durum, yani kimsenin kendilerini istememesi, olarak bakmak yerine anadolu meselesini çok entellektuel boyutta tartışmışlar. O kadar tartıştılar da ne oldu. Bir kişi geldi darbe yaptı. Yani anadoluyu bile o entellektuel tartışanlara bırakmadılar. Ne türkü ne müslümanı ne de irfanı kaldı. Chp nin kimliği anadoluların yeni kimliği oldu.
Burada inanılmaz bir düşünce kopuşu yaşandı. Yukarıda bahsettiğiniz düşüncelerin hepsi boşa düştü. Koskoca topraklardan sadece anadolu parçasının kalmasının dramında bir kopuş yaşandı. Birlikte yaşadığımız komşularla yaka paça kavga ederek ayrılmamızın trajedisinde kopuş yaşandı. Geriye bir tek bayram kaldı. Sanki geçmişte hiç yaşamamışız gibi sanki yeni doğmuşuz gibi sadece bayram yaşattılar. Seviniyorduk artık, mutluluktan ölüyorduk.
Yani küçülmenin yeni adını ne koyalım diye fikir üretmeye çalışmışlar. Yani evde dolapta kalan yiyeceklerden nasıl bir yemek yapabiliriz onun tartışmasını yapmışlar. Biraz patates kaldı, bir domates, biraz bulgur var ne yapabilirizi tartışmışlar. Keşke patates, domates ve bulgurdan yiyecek yapılsaydı. Domates ve bulgur yok sayıldı. Sadece patates var denildi. Yani trajedi üstüne trajedi.
Yazar güzel bir konu yakalamış. Ben Anadolu hayranlığının yüz yıl önce çoğu iyi niyetli insanlar tarafından üretildiğini anladım. Özellikle Topçu da bu konuda çok kafa yormuş ve İslami bir çizgiye oturtmuş. Topçu’nün Gülen üzerinde çok büyük etkisi olduğunu düşündüğümüzde Hizmet’in Anadolu güzellemelerinin kaynağı da ortaya çıkıyor.
Ancak HH’de sonuçta Topçu gibi bir hüsran yaşadı ve “Anadolu irfanı” söylemi çöktü. Topçu daha 1965’de Orhan Okay’a yazdığı mektupta ümidini kaybetmiş görünüyor ve Şark’ın bırakın Islam’ı önce “insanlık devrine girmesi lâzım” diyordu.
Hizmet de 55-60 sene sonra bu noktaya geldi.
Ne diyordu arabeskçimiz: Ağlatıyor beni acı gerçekler.
Yine de yazara “acı gerçekler” için çok teşekkür ederim.
Ben artık hem Hizmet’teki yazar çizer tayfasının hem de sıradan Hizmeti insanlarının bazı konularda çok tepkisel düşündüğünü ve olaylara bütüncül yaklaşamadığını düşünüyorum. Bu tepkisellik de Hizmet’teki insanların başına gelen zulümlerin tabii bir neticesi ama kalkıp birilerinin de bu tepkiselliği onlara söylemesi gerekiypr. Bu ‘Anadolu irfanı’ meselesi de bunla alakalı. Anadolu irfanı dediğimiz şey aslında bin yılın bir toplamı ve bu toplamın yansımasıdır. Son 100 yıllık, 200 yıllık bir mesele değildir ki birkaç olumsuz olayda hemen ‘demek ki böyle bir irfan yokmuş’ diyelim.
Her coğrafyada büyük zulümlerin, gerilemelerin ve kötülüklerin yaşandığı fetret zamanları olmuştur. Bizler tarihi yorumlarken genellikle bu kötü zaman aralıklarına yoğunlaşıp büyük resmi kaçırıyoruz. En başta bahsettiğim bütüncül yaklaşmak işte burada kaybediliyor. Bu coğrafyada İslam’ın hüküm sürdüğü yaklaşık 1000 yıla baktığımızda şunu görüyoruz: Birçok kültürü, dili, dini, etnisiteyi, hayat tarzını barındırmasına rağmen Amerika gibi günümüzdeki muadillerinin çok daha ötesinde bir huzur ve refah ortamına sahip olmuştur. Karanlık dönemler olmuş mudur? Tabii ki. Ama koca bir bin yılı hesaba kattığımızda ortalamaya bakmamız gerekir. Bu tarz bir şey de bireylerin irfandan, ahlaktan ve erdemden yoksun olmasıyla başarılabilecek bir şey değildir.
Anadolu irfanında bir zayıflama olmuşsa da bunu ne son 20 senede ne de son 100 senede aramalıyız. Yani 60 sene önce bir fikir adamı Anadolu irfanı hakkında hayalkırıklığına uğradığını söylediyse bu, gerçekten bir Anadolu irfanının hiç var olmamış olduğunu göstermez. Bize çok eski gelse de 60 sene öncesi de 100 sene öncesi de aslında şu ankinden çok farklı değildi çünkü sadece bu coğrafya değil, tüm bir İslam coğrafyası son 300 senedir modernitenin ve onun getirdiği sekülerizm, milliyetçilik, empirisizm gibi fikir akımlarının ve ideolojilerinin etkisi altında. Sömürgecilik ve sömürgecilik-sonrası alanlarındaki bilimsel bulguları hesaba katmadan, hegemonya ve epistemolojik kırılma gibi mühim kavramları kullanmadan Anadolu irfanındaki değişimler incelenemez. İncelenmeye çalışılırsa da yüzde yüz ihtimalle ya yanlış ya da eksik olur.
Anadolu; Ermenistan´a, Yunanistan´a, Gürcistan´a, Kürdistan´a, Suriye´ye, onlar da Anadolu´ya muhtac. Onlar da Anadolu´ya. Üstelik bu ülkelerin insanlari esasen birdir. Akillarini baslarina toplayip AB tarzinda bir birlik olustururlarsa, tadindan yenmeyebilir. Özellikle de cifte vatandaslik kolaylastirilirsa. Azerbaycan Türkiye´ye, Güney Kibris Yunanistan´a kizacakmis, kizacaksa kizsin. Türkiye de ismini degistirebilir. Degistirirse Avrupa Birliginde Almanya neyse, bu birlikte de Türkiye o olur. Kücük Asya güzel fikir.
Hunlar topraklarını ve bununla paralel irfanlarını yitirseler, küçücük bir toprak kalsa ve o toprağa yitirdikleri irfanlarının adını koysalar, hun irfanı tartışsalar sonra o küçücük toprağa bile adını hunlar irfan koyamasa ne derece bir trajedi yaşandığını, yok olurken irfan adını koymaya çalışırken onurlu bir yok oluşa gittikleri görülür.
Muhterem Hocam.
Makaleniz bilim ve istoriografi acisindan kaygan bir zemin, cetrefil yol/yordam ve bilhassa “takribi” okumaya mahal vermeyecek konu vs ihtiva etmektedir. Mezkur konuyu islemek/kalem oynatmak pek kolay olmassa gerek. Yazarimiz okuyucuyu bu “kucuk”, lakin “hacimli/yogun” yazi ile sadece bilgilendirmiyor. Bilhassa, okuyucuyu yazinin istihsal ettigi bilumum sorularla “dusunmeye” sevk etmektedir.
Nacizane temennimiz: Bu yaziniz/makaleniz emsal konular ihtiva eden yazilariniz/makaleleriniz silsilesi icin bir mukaddime olarak kayd edilsin.
Tebrik ve tesekkurlerimizle, iyi calismalar, Muhterem Hocam.