YORUM | Prof. Dr. MUHİTTİN AKGÜL
Belirli bir ahlak dersi vermek gayesiyle kaleme alınan hayal ürünü, kısa ve hareketli hayvan hikâyelerine fabl denir. Çok eskilere dayanan fabl tarzı eserler, hem Batı’da hem de Doğu’da oldukça fazladır. La Fontane’nin Ezop masalları, Beydaba’nın Kelile ve Dimne’si, Sâdi’nin Gülistan ve Bostan’ı, Ferîdüdin Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ı, Mevlânâ’nın Mesnevi’si, Şeyhî’nin Hârnâme’si ve özellikle günümüzde İngiliz yazar George Orwell’in Hayvan Çiftliği bunlardan sadece birkaçıdır. Bugün sizlere, bunlardan bir hikâyeyi paylaşacak ve hikaye üzerine de inşallah kısa bir değerlendirme yapmaya çalışacağım:
“Serçe Allah’a küsmüştü. Günler geçiyordu ve serçe hiçbir şey söylemiyordu. İçine kapanmış derin bir hüzne boğulmuştu. Artık Rabbine bir şey demiyor ve onunla konuşmuyordu! Melekler merakla Allah’a serçeyi soruyorlardı ve her defasında Allah, meleklere “o gelecek” diye cevap veriyordu. “Çünkü onun sesini duyacak tek kulak benim ve onun minik kalbindeki derdini anlayacak olan da tek benim” diyordu. Bir zaman sonra serçe, kalbi hüzün, gözü yaşla dolu bir halde bir ağacın dalına kondu. Hiçbir şey söylemiyor; sessiz sessiz bekliyordu.
Allah Teâla serçeye seslendi! Söyle bana! Canını sıkan ve kalbini hüzne boğan derdin nedir senin? Melekler, serçe ne söyleyecek diye merakla ona bakıyordu. Serçe mahzun biraz da sitemli ses tonuyla: “Yorulduğumda dinlendiğim, üşüdüğümde sığındığım küçücük bir yuvam vardı. Kimseyi rahatsız etmiyordum ve kocaman Dünya’da da, ufacık bir yerdi; kimsenin yerini dar etmiyordu. Sen onu da bana çok gördün. Neydi o zamansız fırtına? Esip yıktı yuvamı ve beni yuvasız bıraktı…”
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
Serçe artık konuşamadı ve sözleri boğazında düğümlendi. Sessizlik, Arş-ı Rahman’da yankılanıyordu ve melekler başlarını eğmiş, Allah’ın vereceği cevabı bekliyordu. Allah Teâlâ: “Sen, o yuvanda dinlenirken, seni avlamak isteyen bir yılan yuvana doğru geliyordu. Seni yılandan korumak için fırtınaya emrettim, yuvanı yıksın diye. Böylelikle sen oradan uzaklaşarak, yılandan kurtulmuş oldun. Nice belalar var ki, muhabbetimle senden uzaklaştırdım. Şimdi sen ise, kuşatıcı muhabbetimi görmüyor, geçici belalardan dolayı bana düşman oluyorsun.”
Bu beklenmedik hitap karşısında serçenin gözleri doldu ve hüngür hüngür ağlamaya başladı ve onu çok seven Allah’ın şefkat ve merhametine hayran kaldı. Utangaç bir sesle ancak: “AFFET ALLAHIM” diyebildi. Ve gönülden gelen bu söz, Arş-ı İlahi’de yankılandı. “AFFET ALLAHIM!”
İnsan, belâ ve musibetlerle karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz bir varlıktır. İnsanın bu tarzda değişik ve sık imtihana tâbi tutulması, değersizliğinden değildir. Öyle olsaydı, en fazla denenen ve imtihana mâruz kalanlar, Allah’a en yakın kimseler olan PEYGAMBERLER ve derecesine göre diğer iyi insanlar olur muydu? Nitekim sıkıntılara en fazla mübtelâ olan Allah Resûlü (s.a.s.): “Erkek olsun, kadın olsun mü’min, Allah’a günahsız olarak kavuşuncaya kadar kendisinden, çoluk çocuğundan, malından belâ eksik olmaz.” (Tirmizi, Zühd 57) buyurmuşlardır.
İnsan, bazen hoşuna gitmeyen sıkıntılarla, başından aşkın musîbetlerle karşı karşıya kalabilir. Fakat genellikle kısa bir süre sonra, aslında bu sıkıntı ve musibetlerin, hikmetlerle dolu bir ikram olduğunu görür. Geçmişteki acı ve musibetler lezzet haline gelir; acılar unutulur; genellikle de aceleden verdiği karardan dolayı kişi, mahcubiyet yaşar. Evet, insanın bilgisi sınırlıdır. Bu sınırlı bilgiyle de çoğu kez geleceği kestiremez; bu yüzden de çoğu kez yanlış yorum ve düşüncelere girer. Böylece sarsılır, eğilir, bazen de yüzüstü yere kapaklanıp kalıverir. Ancak olayların sebep olduğu yepyeni kapılar ardına kadar açıldığında, önceki kanaatlerinden utanır, pişmanlık duyar ve çektiği âh-u vâhların gereksizliğini yakinen görmüş olur. Aslında sıkıntılar birer imtihandır. Bu imtihanlarda kazanmak da, kaybetmek de vardır.
Onun içindir ki insan, ne başına gelen bir nimetten dolayı sevinip rehâvete kapılmalı; ne de başına gelen herhangi bir musibetten dolayı üzülüp ümitsizliğe düşmelidir. Zira nice büyük nimetlerle donatıldığı halde, sonu felaketle biten sayısız bedbahtlar ve nice büyük sıkıntılarla mücadele edip sonu hayırla noktalanan nice talihli insanlar vardır. Kendisine anahtarlarını ancak büyük toplulukların taşıyabileceği bollukta hazineler verilen Kârun, başlangıçta büyük bir sevinç yaşamıştı. Ancak sonunda yerin dibine batmıştı. Kardeşlerini kıskandıkları için kuyuya atıp, oradan köle pazarına gönderenler, Hz. Yûsuf’tan (a.s.) kurtulduklarına baştan sevinmiş, ancak sonunda ağır ve büyük bir mahcubiyetle karşı karşıya gelmişlerdi. Hz. Yûsuf (a.s.) ve babası Hz. Yâkup (a.s.), başlangıçta çok üzülmüşlerdi. Öyle ki, Hz. Yakub’un (a.s.) gözleri görmez olmuştu. Ancak mutlu sonda Hz. Yûsuf (a.s.) Mısır’da önemli bir idareci, Hz. Yâkup (a.s.) da evladının geldiği konumdan dolayı mutlu bir sonla karşılaşmış ve gözleri de açılmıştı. Hz. Âdem (a.s.) ve eşi, işledikleri zelleden dolayı Cennet’ten çıkartılmış, ancak dünyada nice seçkin peygamberlere baba olma şerefine nâil olmuştu. Allah Resûlü’nün (s.a.s.) tertemiz eşleri Hz. Âişe (r.a.), münafıklar tarafından büyük bir iftiraya maruz kalmış, bu kötü haberden dolayı hem Allah Resûlü, hem Hz. Âişe validemiz, hem Hz. Ebûbekir ailesi ve hem de Müslümanlar bir ay süreyle görülmemiş bir imtihana maruz kalmışlardı.
Âişe (r.a.) validemizin dünyası başına yıkılmış; âdeta hayat zindan olmuştu. Sevinen ise sadece Medine’deki münafıklardı. Ancak bir ay sonra gelen: “O İftirayı çıkaranlar, içinizden küçük bir gruptur. Siz o iftirayı kendi hakkınızda fena bir şey sanmayın, bilakis o sizin için hayırlıdır. O iftiracılara gelince, onlardan her birinin, kazandığı günah nispetinde cezası vardır. Bu yaygaranın elebaşılığını yapan şahsa ise cezanın en büyüğü vardır.” (Nûr Sûresi 11.) âyeti ile, Hz. Âişe validemizin mâsumluğu Allah tarafından kıyamete kadar her gün ve her saat okunacak şekilde ebediyyen tescil edilmiş oldu. Böylelikle sonuçta, başta üzülenler mutluluğa kavuştu; sevinç çığlıkları atanlar ise, hem dünyevî cezaya maruz kaldı; hem de kendilerine âhiretteki cezanın kara haberi verildi. Benzeri her iki durum için de pekçok örnek sayabiliriz. Ancak bu köşe, bu kadarına müsaade etmektedir.
Yukarıda ele alınan bu durum, neredeyse değişmez bir kural haline gelmiştir. Bu kuralı, Cenab-ı Hakk şu âyetiyle bizlere bildirmektedir: “..Olur ki hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olur. Olur ki sevip arzu ettiğiniz bir şey de sizin için şerli olur. Gerçeği Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara Sûresi 216).
Aynı kural, Allah Resûlü (s.a.s.) için de geçerlidir. Kendisiyle alay eden ve ona her türlü hakâreti yapan Mekke müşrikleri, hayatlarının bu döneminde neşeli ve mutlu görünüyorlardı. Allah Resûlü ise başına gelenler ve insanların iman karşısındaki inatları sebebiyle, mukaddes bir hüzün devri yaşıyordu. Cenab-ı Hakk şu âyetleriyle ona da aynı teselliyi vermişti. Ve sonunda da onun ulaşacağı mutlu sonu şöyle müjdelemişti: “Ey Resulüm! Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da. Elbette senin için her zaman, işin sonu, başından daha hayırlıdır. Elbette Rabbin sana ileride öyle ihsan edecek, ta ki sen de O’ndan ve verdiğinden razı olacaksın.” (Duhâ Sûresi, 3-5).
Demek ki, ne sıkıntı içerisinde bulunanlar üzülüp, bunun uzun vâdede kendileri için kötü olacağına inanmalılar; ne de mutluluk içinde olanlar, sevinip de, uzun vâdede bunun kendileri için hayırlı olacağına inanmalılar. Hele mü’min olduğunu iddia edip de insanlara zulmedenler ve bütün sebeplerin kendi lehlerine olmasından dolayı sevinenler, bunun bir istidraç olabileceği endişesini taşımalıdırlar. Çünkü bela ve musibetlerin en büyüğü nebilere ve sırasıyla yakınlığı olanlara geldiği gibi zalimlere de bu istidraç kabilinden dünyada belli bir süreliğine imkânlar verilmesi, her zaman olan şeylerdendir. Dolayısıyla herkes, kendi şartlarında bir imtihandan geçtiğini unutmamalı ve kendisini hep böylesi bir denge içerisinde tutmalıdır. Musibetlere sabır, hayırlara da şükür penceresinden bakarak, bu her iki kanadı da asla ihmal etmemelidir.