YORUM | KEMAL AY
AKP kurulduğunda Tayyip Erdoğan siyasî yasaklıydı. Fakat mitinglerde onu görmek mümkündü. Eskiden bu yana ‘iyi hatip’ olarak öne çıkan Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç, Abdülkadir Aksu, Hüseyin Çelik ve Cemil Çiçek gibi partinin kurucu üyeleri (ağır topları) arasından sıyrılarak ön plana çıkmıştı. Meclis çalışmaya başladıktan kısa süre sonra yasağı bitmiş, CHP lideri Deniz Baykal’ın da önünü açmasıyla Siirt’te yapılan ara seçimlerle milletvekilliğini kazanmış ve Abdullah Gül’de emaneten duran başbakanlık koltuğunu almıştı. Gül ve Arınç için AKP, bir çeşit ‘ortak akıl’ partisiydi. Bugünlerde durup durup ipleri ne zaman tamamen Erdoğan’a kaptırdıklarını düşünüyor olabilirler. Düşünmüyorlarsa da, düşünmeliler. Çünkü Erdoğan, Türkiye’den önce partisinde ve tabanında ‘tek adam’ olmayı başardı. Gül ve Arınç’ın üzerini defalarca çizdiği hâlde bu iki siyasetçi için AKP tabanında neredeyse yaprak kıpırdamadı.
SİYASETTE ‘AKP VE DİĞERLERİ’ DENGESİ
Peki, buraya nasıl geldik? Erdoğan’ın bir politikacı olmaktan çıkıp, kendisine bir ‘kurtarıcı’ misyonu biçmeye başlamasının ne zaman olduğuyla ilgili çeşitli spekülasyonlar mevcut. Bilhassa ulusalcı-sol kesim için Erdoğan başından bu yana demokrasi düşmanı, Sultanlık özentisi biriydi. Önü hiç açılmamalıydı. Türk sağının ‘popüler’ liderleri için benzer eleştiriler her zaman yapılmıştı. 1980’lerden itibaren gerek siyaset sahnesinde, gerekse medyada boy gösteren isimlerin önemli bir kısmı 1970’lerin sağ-sol çatışması döneminde fikrî olgunluklarına eriştiler. Bu sebeple de dünyayı her daim 70’lerin sağcılık, solculuk ayrımları içinden okuyorlar. Soğuk Savaş’ın kodlarını aşamadılar. 2000’lerde bunun değişeceğini düşünmüştük ki, önce Deniz Baykal, ardından Devlet Bahçeli gibi isimler, Türk siyasetini kendi hâline bırakmama kararı verdi. Ancak 2006’da başlayan olaylar zinciri, Türk siyasetini sağcılık, solculuk ayrımından çok, AKP ve diğerleri şeklinde bölecekti.
2007’de Cumhuriyet mitingleri ve ‘367 kararı’ geldi. Seçime gidildi ve AKP, yüzde 40 barajını geçerek ciddi bir ‘güç merkezi’ hâline geldiğini kanıtladı. 2002’deki başarı, çeşitli çevresel faktörlerin sonucu olarak görülmüştü. ‘Tepki oyu’ olduğunu söyleyenler vardı. Fakat 2007’deki seçim başarısı için şu gerekçeler sunulacaktı: (1) Erdoğan’ın karizmatik liderliği; (2) Ekonomik istikrar; (3) Bürokratik vesayete karşı halkın tepkisi; (4) Eski siyaset biçimlerinden bunalmışlık; (5) Ciddi bir sağ alternatifin çıkmaması.
SOLUN SÖYLEMİNİ DE İÇSELLEŞTİRMEK
Türk sağının ta eskiden bu yana edindiği yüzde 60’lık potansiyeli, hâlen etkisini sürdürüyordu. AKP’nin yüzde 40’ın üzerine çıkması ve MHP’nin yeniden Meclis’e girmesine, bir de DSP gibi ‘ortanın solu’ndan daha solda bir partinin yok oluşu eklenince, Türkiye’de sol siyasetin ciddi bunalımda olduğunu görmek mümkündü. Ancak önümüzde beliren daha gerçekçi bir fenomen vardı: Erdoğan’ın liderliği meselesi. O günden beridir de ‘solu birleştirecek bir lider’ arayışı sürüyor.
Bazıları için AKP, ‘toplumcu sol parti’ ihtiyacını da karşılıyordu. Nitekim CHP’de ve SHP’de önemli görevlerde bulunmuş Ertuğrul Günay ve Ayşe Nur Bahçekapılı gibi isimler, 2007’de AKP’ye katılmıştı. Ecevit’in temsil ettiği Demokratik Sol, CHP’nin kanatları altında kalmaya zorlanmıştı fakat Baykal’ın CHP’si, 1970’lerde Ecevit’e tepki duyarak partiden ayrılan ‘devletçi’ bürokratların siyaset merciiydi artık. AKP, bu köhnemiş siyaset enkazından ustalıkla sıyrıldı. 2007’den itibaren kendisini Demokrat Parti (DP) ve ANAP’ın ilk zamanlarına benzetmeye başladı. DP nasıl Tek Parti dönemiyle kavga etmiş, toplumun ‘arka planda kalmışlarını’ merkeze taşıma vaadini yerine getirmişse AKP de, benzer bir misyonu eda edecekti. Hatta o kadar ki, Erdoğan’ın uzun nutuklarının konusu çoğu zaman Tek Parti dönemindeki CHP uygulamalarıydı. Toplumun şuuraltına, CHP nefreti ustalıkla nakşedildi. Özal’ın ‘vizyoner’ tutumu da AKP’nin radarındaki bir meseleydi. Başarılı bürokratların önü açılarak, Türk sağının klasik kalkınmacı söylemi yerine getirilmiş oldu.
ERDOĞAN, SİPER SİYASETİYLE İLERLEDİ
AKP’nin DP ve ANAP tecrübesinden farkı, Türkiye’nin 60’larda ya da 80’lerde değil 2000’lerde yaşıyor olmasıydı. Eski siyasetin enkazı, daha farklı bileşenlere sahipti. DP, bir anlamda ‘baskı rejimini’ bertaraf ederek nefes aldırmıştı. ANAP, hem 70’lerin çalkantılarını unutturacak, hem de ekonomik bunalımları giderecekti. Uzun süredir biriken ve artık taşmayı bekleyen potansiyeli ortaya çıkardı Özal’ın politikaları. AKP ise 1990’lar boyunca serpilen, 1997’deki askerî müdahaleye rağmen ‘sivil kalmayı başarmış’ bir toplumsal alanın üzerinde yükseliyordu ve ‘çok sesli’ bir dalga yakalamıştı. 2007’deki toplumsal destek, bir yandan bu çok sesliliği korumak isteyen sivil toplum önderlerinin iştahını kabartıyor, diğer yandan vesayetle mücadelenin doğru bir siyasî dinamik olduğu fikrini yaygınlaştırıyordu. Ancak Erdoğan ‘garantici’ bir siyaset adamıydı. Bir yandan ‘siper siyasetiyle’ küçük mevziler kazanarak ilerledi AKP, diğer yandan kazandığı her mevzii korumak için yapısal bazı adımlar attı.
2007’deki seçim zaferinin de ‘boşa gitmemesi’ için bir takım değişiklikler gerekliydi. Mesela ‘yandaş medya’. 2004’te malvarlığına el konan Cem Uzan’dan geriye Star Gazetesi ve Star TV gibi iki ‘müşterisi hazır’ yayın kalmıştı. ‘Devletçi’ politikalardan çok çekmiş Türk sağı, bir iş adamının herhangi bir şirketindeki usulsüzlükten ötürü bütün şirketlerine el konulabilmesini ‘yadırgamadı’. Hatta yönetimi TMSF’ye geçen Star Gazetesi’ni, Erdoğan’a yakınlığı ile bilinen bir iş adamı satın aldı ve ‘yandaş medya’ hikâyesi biraz da böyle başladı. 2002’de AKP iktidara yürürken görünür bir medya desteği yoktu. Hatta ‘merkez medyaya’ bakarsanız, 2001 krizindeki kurtarıcı Kemal Derviş’in olduğu kefe ağır basacaktı. Fakat 2002-2007 arasındaki ‘mücadeleler’ sonrasında Erdoğan’ın zihninde ‘yandaş medya’ fikri daha da belirginleşti. Bu meselenin bir ‘parti fikri’ olup olmadığı benim açımdan tartışmalıdır çünkü ileride de göreceğimiz üzere ‘yandaş medya’ her şeyden önce Erdoğancı bir karaktere sahipti.
MADEM VESAYET DİYE BİR ŞEY VAR…
AKP’ye yakın isimlerin ‘yandaş medya’ için kullandıkları meşruiyet argümanı, aynı zamanda AKP’nin ‘ezelî mağduriyet’ tezinin de bir sağlamasıydı: Medya, yekpare bir blok hâlinde ve yeminli AKP karşıtı. Haliyle buna bir alternatif şart. Peki, neden o alternatif ‘kendiliğinden’ çıkmıyor da, illa ‘parti destekli’ oluyor? Çünkü biz öylesini biliyoruz. Türkiye’de ‘sivil toplumun’ (buna medya da dâhil) kendi ayakları üzerinde duramayışı, apayrı bir tartışma konusu fakat Erdoğan’ın ‘yandaş medya’ hususunda, bilhassa kontrolü sağlamak istediğini, daha başlangıçta görmek gerekir. Benzer bir ‘kontrol’ mekanizması iş dünyasıyla da işletildi. Önce TÜSİAD üzerinden bir ‘elit merkez’ saptandı ve buraya taciz atışları yaparken, diğer yandan ‘siper siyasetiyle’ yandaşlar için bir alan açıldı. Bu arada ‘yandaşlar’ asla kendi hâllerine bırakılmadı ve kontrol hep Erdoğan’da kaldı.
AKP’yi iktidara taşıyanın ‘Anadolu kaplanları’ adı verilen taşra-çevre sermayesi olduğu hep söylenirdi. Nitekim 28 Şubat müdahalesinde Refah Partisi’ni çözümlerken askerlerin Kombassan Holding’i de hesaba katmaları, siyasî hareketlerle arkalarındaki sermaye gruplarının ilişkilerinin de kırılganlaşacağını ortaya koymuştu. Ancak burada asıl problem, siyasî hareketin devlette mevzi kazanmasına payanda olan tüccar sınıfının daha sonra ipleri tamamen siyasete teslim etmesiydi. Nobel alması beklenen Türkiyeli akademisyen Daron Acemoğlu’nun iktisatçı James Robinson’la birlikte kaleme aldığı Ulusların Düşüşü kitabında aktardığı şekliyle, devlet ile tüccar sınıfı arasındaki bu ‘bağımlı’ ilişki eğer her defasında devletin lehine ağır basarsa, tarihteki örneklerden de görülebileceği gibi, başarısızlık ortaya çıkacaktır. Ne zamanki tüccar sınıfı, kendi inisiyatifini almayı becerir ve devletten görece özerkliğini kazanırsa, o zaman uluslar başarıyı yakalar. Bu hayli basit görünen denklemde tüccar sınıfı, aynı zamanda sivil toplumu da ifade ediyor.
ÖZGÜRLÜKLERİN TEK GÜVENCESİ…
2007’den itibaren AKP’nin kendi partisini ve seçmenini ‘bürokratik merkez’in karşıt konumunda ilân etmesi, Türk sağı için yeni bir durum değildi fakat ilk kez bir sağ parti, sadece bu karşıtlığı kullanarak popülist politikalar gütmekten öte yapısal dönüşümlere de girişmişti. Bunların başında da ‘yandaş’ medyanın ve yeni sermayedarların oluşturulması geliyordu. Turgut Özal’ın da akıl ettiği bu meselede AKP daha şanslıydı çünkü Anadolu’da hâlihazırda yanına çekebileceği çok sayıda orta halli teşekkül bulunuyordu. Yine Özal’dan daha şanslıydı çünkü taşra büyümüştü, taşralılar büyük şehirlerde belli konumlara gelebilmişti. AKP, 2008’deki parti kapatma davasını o güne değin merkez-çevre kavgasının getirdiği bütün bu birikimleri kullanarak aştı. Yurt dışından alınan ciddi destek, yurt içinde özellikle 2007 seçimlerindeki toplumsal başarı, bürokraside ‘tecrübe’ kazanmışlık ve medyada sağlanabilen ‘yarılma’, yeni dönemin de şifrelerini veriyordu.
Erdoğan, karşısındaki ‘vesayetin’ sivil toplumdan medyaya, güvenlik bürokrasisinden yargıya olan yapısal bağlantı noktalarını analiz etmiş, onunla aynı etkide bir ‘karşıt’ vesayet kurmayı hedefliyordu. Elbette ilk etapta ‘oyuna denge gelmesi’ hâli, demokratik bir kazanım olarak alkışlanacaktı. Çünkü 10 yılda bir darbelerle kesintiye uğratılan parlamenter sistemin, ilk kez halk iradesi yönünde ve vesayetin rağmına çalıştırılabildiği düşünülmüştü. Ancak sorun, sivil toplumla Meclis arasındaki tek bağın Erdoğan’ın şahsı olarak ön plana çıkmasıydı. Sivil toplumda yükselmeye başlayan çok seslilik, ne AKP’ye ne de Meclis’e yansıtılabilmişti. Devlet hâlen çok güçlüydü ve yapısal dönüşümler sadece Erdoğan’ın önünü açmak vazifesini ifa ediyordu. Evet, ‘konuşulamayanlar konuşuluyordu’ artık fakat bu ifade özgürlüğünün sürekliliği için gerekli zemin inşa edilmiyordu bir türlü. Fikir çeşitliliğinin tek garantisi, ‘yandaş medyaydı’. Onun da kontrolü Erdoğan’daydı. 2007-2011 arasındaki süreçte en çok gözden kaçırılan nokta burasıydı ve Türk sağının bir kez daha ‘lider partisi’ olarak ön plana çıkması böyle oldu. Gül ve Arınç’ın silikleşmesinin sebebi buydu.