Ahsen-el Kasas: Saraydaki mü’min! (2)

  • “Yusuf Suresi boyunca bu sanat o kadar çok kullanılmıştır ki, tek başına bir konu olarak ele alınıp araştırılsa değer. İcazlarla yapılan geçişler o kadar yerinde ve güzeldir ki surenin özellikle bu yönü senarist ve romancılarca mutlaka değerlendirilmelidir.”

M. NEDİM HAZAR | YORUM

“İman eden zat şöyle devam etti: Ey benim halkım, gelin bana uyun ki size doğru yolu göstereyim.” (Mümin, 38) 

Bugünkü bölüme bir kavram ile başlamamız gerekiyor: Îcâz…

İslam Ansiklopedisine baktığımızda kelimeyi şöyle izah ediyor: “Sözlükte “sözü kısaltmak” anlamına gelen îcâz, terim olarak meânî ilminde “bir maksat ve fikrin en az sözle açıklanması” demektir. Îcâzlı söze vecîz ve mûcez, sözün maksadı ifadede yeterli olmayacak derecede kısaltılmasına da ihlâl denir. Birçok eserde îcâzın belâgatla eş tutulması belâgat ilminde îcâza verilen önemi göstermektedir.”

Bize lazım olan ise bütünleşik bir kavram: Îc’âz-ı Hazf… Az sözle çok mânâ ifade etmek demek olan icazın bir çeşididir. Anlatım esnasında, mânâyı bozmayacak şekilde bazı kelime veya cümlelerin atlanması demektir. Bu sanat, aklın anlatılan konuyu boşluk yaşamadan kavrayabileceği yerlerde sözü uzatmamak için kullanılır. Özellikle Yusuf suresinde çok kullanılmıştır. Tabiri caizse “leb demeden leblebiyi anlatmak” da denebilir.

Hz. Yusuf’un ismi iki yerde daha geçiyor

Fethullah Gülen Hocaefendi, Yusuf suresinin muhtevasını anlatırken bu kelimeyi kullanıyor: “Bu kadar farklı konunun on iki sayfalık kıssa içinde ve akıcı bir şekilde ele alınması, elbette mu’cizü’l beyan olan Kur’ân-ı Kerim’e ait bir hususiyettir. Surede en çok göze çarpan icaz yönlerinden biri, ‘icaz- ı hazf’tir. Sure boyunca bu sanat o kadar çok kullanılmıştır ki tek başına bir konu olarak ele alınıp araştırılsa değer. İcazlarla yapılan geçişler o kadar yerinde ve güzeldir ki surenin özellikle bu yönü senarist ve romancılarca mutlaka değerlendirilmelidir. Hazreti Yusuf’un (aleyhisselâm) ismi, bu surenin dışında Kur’ân’da iki yerde daha geçer. (s16)

 

Hemen Hz. Yusuf aleyhisselamen kendi ismini verdiği bölüm dışında nerede geçtiklerine bir göz atalım. İlk durağımız En’am Suresi…84. Ayet: “Biz ona İshak ile Yakub’u ihsan ettik ve her birini nübüvvete erdirdik. Daha önce de Nuh’u ve onun neslinden Davud’u, Süleyman’ı, Eyyub’u, Yusuf’u, Mûsâ’yı ve Harun’u da nübüvvete erdirdik. Biz iyi hareket edenleri işte böyle ödüllendiririz.”

İbrahim Peygamber bahsinde ona ihsan edilen çocuklar (armağanlar) kısmında ismi zikrediliyor Yusuf Peygamberin.

Bir sonraki durağımız ise çok enteresan bir yer. Mü’min (Mü’minun suresi değil) Suresi. İşte Hocaefendi’nin bahsini ettiği İcaz-ı Hazf tam da burada karşımıza çıkıyor. 56 ve 57. Ayetleri hariç Mekke’de nazil olan bu surede çok enteresan bir olay anlatılır. Ve bu enteresanlık sureye de ismini veren 28. Ayette geçen “Mümin zat”denilen kişiden kaynaklanmaktadır.

Ayette sözü edilen mü’min, Firavun ailesinin; gizlice iman eden ve çevresindekileri hakka yönlendirmeye çalışan bir ferdidir. Ayrıca sûre, Allah’ın sıfatlarından biri olan ve 3. ayette geçen “ğâfir” kelimesinden dolayı “Ğâfîr sûresi” diye de anılmaktadır. “Ğâfir”, bağışlayan demektir. Surede başlıca, Allah’ın birliğini gösteren bazı delillere yer verilerek kıyametle ilgili tasvirler yapılır.

Ne o, ‘Rabbim Allah’ dedi diye kalkıp onu öldürecek misiniz!

Sureye adını veren ” Mümin-i Âl-i Firavun’un (Firavun ailesinden çıkan mümin) konuşmaları içinde, sadece bir parantez içi mahiyetinde Hazreti Yusuf’a temas ediliyor ve “Daha önce Yusuf da size açık açık delillerle gelmiş, siz onun getirdiği gerçek hakkında da şüphe edip durmuştunuz.” deniliyor.

Aslında ardışık 4 ayetlik girizgahını tamamen okumazsak meselenin bütünlüğünden kopma ihtimalimiz vardır:  “Firavun hanedanından olup o zamana kadar iman ettiğini saklayan biri çıkıp şöyle hitap etti: ‘Ne o, siz bir insan “Rabbim Allah’tır.” dedi diye kalkıp onu öldürecek misiniz? Halbuki o Rabbiniz tarafından açık belgeler ve mucizeler de getirdi. Eğer yalan söylüyorsa, yalanı zaten kendisinin aleyhinedir. Ama şayet doğru söylemişse, en azından onun sizi tehdit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir. Şu bir gerçektir ki Allah haddi aşan, yalancı kimseleri iflah etmez.’

‘Ey benim sevgili halkım! Bugün hakimiyet sizindir, ülkede üstünlük sizdedir. Ama yarın Allah’ın azabı başımıza gelir çatarsa, söyler misiniz hangi kuvvet bizi kurtarabilir?’ Buna karşılık Firavun: ‘Ben size sadece kendimce uygun bulduğum görüşü bildiriyor ve size tutulması gereken doğru yolu gösteriyorum.’ dedi.”

“O imanlı zat bunun üzerine: ‘Ey benim halkım.’ dedi, ‘Ben sizin hakkınızda, Nuh halkının, Âd halkının, Semûd halkının ve ondan sonraki milletlerin başına gelen akıbetin sizin de başınıza gelmesinden endişe ederim. Yoksa suçsuzlara azab etmek suretiyle Allah kullarına zulmetmek istemez.” (Mü’min, 28-31)

Peki kimdir bu “Firavun’un sarayındaki mü’min kişi”?

Merhum Seyyid Kutub, Bu karakteri şöyle analiz ediyor: “Bu inanmış adamın Firavun ve kabinesinden oluşan komploculara karşı giriştiği bu eylem gerçekten geniş çaplı bir eylemdir. Aynı zamanda inanmış fıtratın temkinli, usta ve güçlü mantığının gereğidir.

Bu imanlı insan, onların girişmek istedikleri eylemin korkunçluğunu ortaya koyarak başlıyor: “Rabbim Allah dediği için bir adamı öldürüyorsunuz ha?” Kalbin inancına, vicdanın kanaatine bağlı olan bu tertemiz söz bir kişinin ölümü için yeterli olur mu? Yaşam hakkını yitirmesi için yeter sebep kabul edilebilir mi? Bu eylem bu şekliyle nefret uyandırıcı ve alçakça bir iştir. Çirkinliği ve alçaklığı apaçık ortadadır.

Bu inanmış adam şimdi onları bir adım daha ileri götürüyor. “Rabbim Allah’tır” tertemiz sözünü söyleyen adamın elinde delili var. Kesin kanıtı var. “Oysa o size Rabbinizden mucizeler getirmiştir.” Burada Hz. Musa’nın onlara gösterip kendilerinin gözleriyle gördükleri mucizelere işaret edilmektedir. Onların -kendi aralarında ve halk kitlelerinden uzak oldukları halde- bu mucizelerden kuşkulanmaları çok zordur!

Sonra onlarla birlikte en kötü ihtimali göz önüne getiriyor. Mesele karşısında onlarla beraber insaflı olarak bir tavır takınıyor. En kötü ihtimalde dahi onların yapmaları gereken şeyin ne olduğunu belirliyor: “Eğer yalancı olursa yalanı kendi zararınadır.” Bu durumda o yaptığı işin kötü sonucuna katlanacak ve cezasını çekecektir. Günahının yükünü kendisi taşıyacaktır. Yani nerden bakılırsa bakılsın onların Hz. Musa’yı öldürmeye kalkmalarını tutarlı gösterecek bir sebep yok.

Kaldı ki bir ihtimal daha var. Bu ihtimal de Hz. Musa’nın doğru söylemiş olmasıdır. Bu ihtimale karşı temkinli hareket etmek ve onun sonuçlarına maruz kalmamak için ihtiyatlı hareket etmek güzel bir şey olur. “Eğer doğru söylüyorsa size söylediklerinin hiç değilse bir kısmı başınıza gelir.” Hz. Musa’nın söylediklerinin bir kısmının onların başına gelmesi de bu konuda en küçük ihtimaldir. Yani o bundan fazlasını onlardan istememektedir. Bu yöntem, tartışmada ve karşı tarafın delillerini çürütmede insafın son haddidir.

Sonra onları kapalı bir şekilde tehdit ediyor. Hz. Musa’ya ve hem de onlara uygulanabilecek sözünü söylerken bunu ifade ediyor: “Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancı olan kimseyi doğru yola iletmez.” Eğer bu Hz. Musa ise Allah O’na doğru yolu göstermez ve onu başarıya ulaştırmaz. Onu Allah’a bırakın. Cezasını versin. Bu arada siz de Hz. Musa ve Rabbine karşı yalan söylemekten aşırı gitmekten sakının. Yoksa siz de bu cezaya çarptırılırsınız.

Bu inanmış kişi yüce Allah’ın haddini aşan bu yalancılara uygulayacağı cezayı anlatırken atağa geçiyor. Onları Allah’ın azabı ile korkutuyor. Servetlerinin ve iktidarlarının Allah’ın kendilerini ibret olacak şekilde cezalandırmasına engel olamayacağı uyarısında bulunuyor. Nankörlüğü değil şükretmeyi gerektiren onca nimetleri kendilerine hatırlatıyor.” (FZK, s2041)

Bu kıssa Kur’ân dışında başka hiçbir yerde göremediğimiz, okuyamadığımız bir kıssadır. Ne Tevrat’ta ne Kitab-ı Mukaddes’te ne Talmud’da ne de başka bir yerde okumadığımız bu önemli kıssayı Kur’ân bize tam 19 ayette anlatır.

Karakterinin de anlatıldığı bu bölümde bahse konu müminin; hissiyattan uzak, tarafsız konuştuğu intibaını vermeğe ihtimam göstermekte ve münazarada insaf prensibini uygulayan biri olduğunu görüyoruz. Zira önce onun yalancı olma faraziyesini, sonra vaat ettiği her şey olmasa dahi, bir kısmının gelme ihtimalinin bile onları nasıl düşündürmesi gerektiğini anlatılır. Bu mü’min zat imanını belirtmeksizin müphem bir ifade ile şöyle der adeta: “Sizler Mûsâ’nın dürüst olduğunu tespit etmekle beraber yalancılıkla itham ediyorsunuz. Bu iki zıt vasıf bir arada bulunamaz. Şu hâlde insanlara bile yalan söylemeyen bir kimse, Allah’ın elçisi olmadığı halde hiç Allah adına yalan uydurur mu? ‘O, beni size elçi olarak gönderip şöyle şöyle dedi.’ diyerek en müthiş, en tehlikeli yalanı söyler mi?”

“Siz haddi aşıp Mûsâ’yı öldürürseniz bilin ki Allah böyle yapanları asla iflah etmez!” Öyle anlaşılıyor ki Firavun, kabinesindeki bu zatın iman ettiğini fark etmemiştir. Zira ona kızdığına dair bir alâmet zikredilmez. Bununla beraber, sözlerinin gereğini yapma cihetine de gitmez.

O’ndan şüphe edip durmuştunuz!

Bazı müfessirler bu zatın İsrailoğullarından olduğunu zannetmişlerse de Elmalılı’ya göre “Firavun ailesinden” sıfatından anlaşılan mana bunun daha çok Mısırlılardan ve belki Firavun’un kendi ailesinden olduğunu anlatıyor

Geliyor Yusuf isminin geçtiği 34. ayete: “Daha önce Yusuf da size açık açık delillerle gelmiş, siz onun getirdiği gerçek hakkında da şüphe edip durmuştunuz. Nihayet vefat edince: “Ondan sonra Allah artık hiçbir peygamber göndermez!” demiştiniz. İşte Allah haddi aşan, şüpheci kimseleri böyle şaşırtır.”

Merhum Elmalılı, bu kısmı şöyle tefsir eder:

“Bir de Firavun ailesinden bir mümin adam ki imanını gizliyordu, şöyle dedi: Bazıları bu adamın İsrailoğullarından olduğunu zannetmişlerse de “Firavun ailesinden” sıfatından anlaşılan mana bunun daha çok Mısırlılardan ve belki Firavun’un kendi ailesinden olduğunu anlatıyor. Nitekim Süddî bunu Firavun’un amcası oğlu diye rivayet eylemiştir. Veliahdı ve “Sahib-i Şurtası” yani polis şefi olduğu da söylenmiştir. Firavun’un Musa’yı öldüreyim derken Allah, kendi adamlarından böyle bir kahramanı başına dikmiş, karşısına çıkartmıştı; bu sebeple Firavun ailesinin mümini diye bilinmiş ve tanınmış olan bu adamın Firavun’a ve Firavun ailesine karşı olan konuşmalarını ve mücadelesini Cenab-ı Allah burada özellikle hikaye buyurduğu için, bu sureye onun adına izafe olarak “Mümin Suresi” denilmiştir. Bu kişi önceleri imanını gizleyerek gizliden gizliye tedbirlerle bir süre Firavun’u avutmuş ise de nihayet Hz. Musa’nın kesin kararı karşısında meydana çıkmak gereğini hissederek önce yavaş yavaş nasihate başlamış, sonra da açıktan savaş meydanına atılmıştır. Onun için önce yine belli etmemek üzere diyor ki “A! Bir adamı, Rabbim Allah diyor diye öldürecek misiniz? Rabbinizden size delillerle gelmiş iken!” Sonra da yavaş yavaş imanını açıklamaya kadar gitmek üzere ihtiyat ve tedbir ile delil getirmeye kuvvet vererek ekliyor: “Hem eğer yalancı çıkarsa yalanı sırf kendi üzerine, kendi boynuna geçer, vebalini, cezasını kendi çeker, size zararı olmaz. Dolayısıyla yalancılığı ortaya çıkmadan öldürmeye ihtiyacınız yok. Buna karşılık ve eğer doğru çıkarsa size yapmakta olduğu tehditlerin bazısı, hiç olmazsa bazısı başınıza gelir, size isabet eder. Yani ahirete inanmıyorsanız dünyada azabı gelir. Şüphe yok ki Allah yalancı, müsrif kimseyi doğru yola çıkarmaz, başarılı kılmaz.”

Bu iki anlamlı, bir başka delil getirme biçimidir. Birincisi, o aşırı bir yalancı olsa idi, Allah ona o delilleri vermez, o mucizelerle desteklemezdi. İkincisi, eğer aşırı bir yalancı ise, toplum içinde yeri olamayacağından şüphe yoktur. Öldüreceğiz diye uğraşmaya ne gerek var? Bu iki mana ile asıl maksat da Firavun’a dokundurma ve taş atmadır. Yani sen bu kadar kan döken müsrif bir yalancısın, Allah seni onu öldürmek gayesine erdirmez, kendin zarar edersin.

“Ey kavmim! Bugün mülk sizin.” Bu şekilde doğrudan doğruya kavme seslenmesinden anlaşılıyor ki bu konuşmalar özel bir mecliste değil, genel bir ortamda geçmiştir, cereyan etmiştir. (A’raf Sûresi, 103 vd. bkz.) Böyle olduğu özellikle şundan anlaşılır: “Firavun: Ben size görüşümden başkasını göstermiyorum ve herhalde ben size doğru yolu gösteriyorum dedi.” Çünkü Firavun bu kelamı ile yalnız görüşünü anlatmış oluyor. Doğrudan doğruya icra emiri vermiyor. O iman eden zat, önce dünya azabı ile tehdide girişiyor ki, bunlar o vaad edilenlerdir.

“Tenâdî günü”, çağrışma, bağrışma günü demektir ki, kıyamet gününün ismi olarak kabul edilmiştir. Çünkü o gün birbirlerine feryat ve figan ile bağırıp çağırıp inleyecekler, “yetişen yok mu diye imdat” dileyecekler veya “Cennettekiler cehennemliklere: Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek bulduk… diye nida ederler.” (A’raf, 44) ayeti gereğince cennetlikler cehennemliklere, cehennemlikler de cennetliklere nida edecekler.

“Size Yusuf gelmişti.”

Bazıları buradaki “Yusuf”tan maksat, Hz. Yusuf’un torunu Yusuf b. Efrayim b. Yusuf demişlerse de doğrusu Yusuf b. Yakub (a.s.)’dur. Ancak Kurtubî Tefsirinde belirtildiği üzere Hz. Musa’nın Firavun’u, Hz. Yusuf’un Firavun’u değildir. Yusuf’un Firavun’u Amâlik’dan idi, Musa’nın Firavunu ise Kıbtî’dir.”

Sahabi bir gün Hz. Ali Efendimize sorar; “İnsanların en cesuru kimdir?”

Hz. Ali bu olayı anlattıktan sonra şöyle bir şey de söyler: “Hz. Ebû Bekir’in yaptığı bu davranış Mü’min-i Alî Firavun’un yaptığı davranıştan daha büyüktür. Çünkü o, bu sözü söylerken halen imanını ikrar etmemişti ama Ebu Bekir her şeyi göze olarak bu sözü söyledi.”

Saray’daki mümin meselesi böyle.

Yusuf Suresi’ne devam edeceğiz…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin