Ahsen-el Kasas-18 | Kıssadaki metaforlar ve katarsis

“Kolayca anlaşılacağı üzere tüm din kitapları gibi Kur’ân da sıklıkla benzetmeye dayalı anlatım kullanır ve bunun kast etmek istediği hikmet ve gayenin daha kolaylıkla algılanabilmesini amaçlar. Çok geniş bir perspektifle baktığımızda yüce kitabımızın tüm temel arketipleri; mümin, kafir, münafık, müşrik, fasık ve daha onlarcasını hep metaforlar üzerinden anlatır.”

M. NEDİM HAZAR | YORUM

“Çocukları ihtiyarlatan o gün!”  (Müzzemmil, 17) 

Farkında mısınız bilmem ama drama konusundaki pek çok kavramın ve alanın temel kaynağı olarak Aristo’nun Retorik adlı eseri karşımıza çıkıyor. Dramanın insan üzerindeki etkisini artırmak için kullandığı yöntemlerden biri olan “metafor”da da aynı dip koçana ulaşmak şaşırtıcı gelmemeli bizlere.

Aristotales Retorik’inde ikna sanatını detaylı bir şekilde ele alır ve iknanın üç ana unsurunu; ethos (konuşmacının karakteri), pathos (dinleyicinin duygusal tepkisi) ve logos (argümanın mantığı) üzerine kurar. Aristoteles, etkili bir ikna için bu üç unsurun nasıl kullanılması gerektiğini tartışır ve retoriğin, hakikati ve adaleti en iyi şekilde ortaya çıkarmak için önemli bir araç olduğunu savunur. Bu eser, dil ve ikna gücünün toplumsal ve kişisel etkileşimlerdeki rolünü derinlemesine inceler.

Aristoteles, metaforun, bir nesne veya kavramı başka bir nesne veya kavramla ilişkilendirerek anlatımı güçlendiren önemli bir retorik araç olduğunu vurguluyor. “Retorik”te, metaforun, sözlerin beklenmedik ve etkileyici bir şekilde kullanılmasını sağlayarak, konuşmanın tesirini artırdığını ve dinleyicilerin konuya olan ilgisini ve anlayışını derinleştirdiğini belirtiyor. Aristoteles’e göre, etkili bir metafor, konuşmacının zekâsını ve kreatifliğini gösterir ve dinleyicilerin konuyu daha iyi kavramasını sağlar. Metafor, Aristoteles’in retorikteki dil kullanımına dair geniş çerçevesinin sadece bir parçasıdır ve dilin ikna edici gücünü artırmada kilit bir rol oynar.

Peki nedir tam olarak metafor?

Metafor, dil ve düşüncenin zenginleşmesinde kilit bir rol oynayan, köklü bir edebi ve dilbilimsel figür. Bir nesne, olay veya durumun başka bir nesne, olay veya durumla ilişkilendirilmesi yoluyla dolaylı bir karşılaştırma yapmasına deniyor. Bu ise, genellikle benzerlikler veya sembolik ilişkiler yoluyla gerçekleşiyor. Metaforun kökeni, insan dilinin ve edebiyatının başlangıcına kadar uzanıyor ve tarih boyunca felsefe, edebiyat, dilbilim ve psikoloji gibi çeşitli disiplinlerde derinlemesine incelenmiş.

Tarihsel kökenine bakacak olursak, metafor, Antik Yunan’dan beri bilinmekte ve kullanılmakta. Terim, Yunanca “metapherein” kelimesinden türemiştir ki bu “bir yere taşımak” veya “transfer etmek” anlamına geliyor. Söylediğimiz gibi Aristoteles, metaforun teorik temellerini “Poetika” ve “Retorik” eserlerinde atmış. Kendisi, metaforu “bir adın (sözcüğün) alışıldık olmayan bir şeyle ilişkilendirilmesi” olarak tanımlıyor ve bir yazarın metaforu kullanma gücü nispetinde güçlü bir sanatçı olduğunu söylüyor. Metaforun kullanımı, zaman içinde dilin ve edebiyatın evrimiyle birlikte gelişmiş ve değişmiş elbette.

Metafor, genellikle iki farklı alan arasında ilişki kurmaya yarıyor, dedik. Bu iki alan ise şöyle: kaynak alanı ve hedef alanı. Kaynak alanı, metaforun çıktığı kavramsal alanı temsil ederken, hedef alanı, metaforun uygulandığı alanı temsil ediyor. Metafor, hedef alandaki bir şeyi anlamak veya açıklamak için kaynak alanındaki bir şeyin özelliklerini veya niteliklerini “taşır”. Bu süreç, soyut kavramların somutlaştırılmasına, karmaşık fikirlerin basitleştirilmesine ve dilin estetik değerinin artırılmasına olanak tanıyor.

Elbette Doğrudan Metafor – Açık Metafor – Doğrudan Metafor – Örtük Metafor – Genişletilmiş Metafor –  Karışık Metafor – Ölü Metafor – Görüntüleme Metaforu – Mutlak metafor – Antropomorfik Metafor gibi pek çok alt metafor türü var.

Kavram ilk kez çok yakın bir tarihte 1980 yılında modern olarak teorileştirilmiş ve geniş yankı bulmuştur. Bu George Lakoff ve Mark Johnson’ın “Metaphors We Live By” isimli kitabıyla olmuş. Bu alanda üç önemli eser daha var: Paul Ricoeur’un “The Rule of Metaphor”, Max Black’in “Models and Metaphors” ve I.A. Richards’ın “The Philosophy of Rhetoric” isimli kitapları.

Aristo, Retorika’sında Metafor için şöyle bir izahat getirir: “Bir şeye başka bir şeye ait olan bir isim vermekten ibarettir; aktarım ya cinsten türe ya türden cinse, ya türden türe ya da analoji temelinde olur’ (S19)

Şüphesiz metaforun ilk kullanıldığı yerler kutsal metinlerdir…

İslam dışı kaynaklardan hemen bir kaç örnek vereyim:

“Rab benim kayam, kalem ve kurtarıcımdır; Tanrım benim kayamdır, kendisine sığındığım, kalkanım ve kurtuluşumun boynuzu, kalemdir.” (Mezmur 18, 2/3).

“Ama şimdi, Tanrım, Sen bizim Babamızsın. Biz çamuruz, sen de çömlekçimizsin. Ve hepimiz senin elinin eseriyiz.” (İşaya 64, 8)

“Çünkü Rab Tanrı güneş ve kalkandır.” (Mezmur 84, 11).

“Ey İsrail’in çobanı, Yusuf’u bir sürü gibi güden sen duy bizi!” (Mezmur 80, 1)

Kolayca anlaşılacağı üzere, yukarıdaki alıntılarda “kaya”, “kale”, “kalkan”, “kurtuluş boynuzu”, “kale”, “baba”, “çömlekçi”, “el”, “güneş”, “kalkan” veya “çoban” ifadelerini gerçek anlamda manalandırmak çok görünür. Bunlar metaforik olarak yorumlanmalı ve bu sebeple literal dilin sınırlarını aşma kapasitesi nedeniyle, teologlar ve din felsefecileri geleneksel olarak metaforun din dilindeki rolüyle çok ilgilenmişler.

Bu sebeple pek çok teolog kutsal metinlerin dillerine ayrı bir önem vermiş, bambaşka bir literatür oluşturmuşlardır.

Yine işin uzmanlarından bazıları (İslam dışı terminoloji için söylüyorum) için “Tanrı” genellikle insanın kavramsal anlama kapasitesinin çok sınırlarında hatta ötesinde olarak tasavvur edilmiş. Kenny (2004), McFague (1982), Jüngel (1974) ve Kaufman (1972 gibi bazı yazarlar, “Tanrı”nın dünyevi dünyamızdan radikal farklılığı nedeniyle, onun hakkında ancak metaforik olarak konuşulabileceğini iddia edecek kadar ileri gitmiş ve buna da Panmetaformizm demişler!

Gelelim İslam dini ve Kur’an-ı Kerim ile metafor ilişkisine. 

İlk olarak geleneksel İslam alimlerinin metafor kavramının İslam dışı olması sebebiyle mesafeli davrandığını bilmek gerekiyor. Aslında bu durum sadece bu kavram için değil, batıdan gelen tüm terimler için benzer durumlar geçerlidir.

Metafor kavramı perspektifinden baktığımızda konulan mesafenin pek de haksız olduğunu söyleyemeyiz.

Genel anlamda dinler, özel anlamda İslam, toplumları öncelikli olarak huzura, ardından esenliğe kavuşturacak prensip ve ilkeleri kapsayan normlar bütünüdür. Kur’ân hayatın her alanında karamsarlık ve umutsuzluğa gidecek yolları kapatmayı, mutlak saadete ulaştıracak vasıtaları ise insanın zihin ve gönül dünyasına yerleştirebilmeyi amaçlar. Durum böyle olunca bu alanlarda söylenecek sözlerin etkin ve kalıcı olması ve karşı tarafa ulaşabilmesi adına üslûp kritik bir öneme haiz. Bu sebeple lafzı manadan ayırmak mümkün değil. Kur’ân’ın tertip, telif ve davetinin esasını oluşturan eşsiz nazmı, en beliğ unsurları barındırmakta.

Zaviyeyi buradan kurunca Kur’ân’ın belagat yapısı içerisinde en etkin yollardan biri de kaynaklarda istiâre, mecaz ve teşbih gibi isimlendirmelerle anılan benzetme sanatıdır. Bahsini ettiğimiz kavramlar bile kendi içerisinde ciddi nüanslara sahip. Benzetme sanatına dayalı bu sanatın daha genel ifadesine metafor diyebiliriz belki.

Bunu yapmak durumundayız zira Kur’an’ın üslup yapısını çözümlemek adına en önemli verilerden biri olan benzerlik ilişkisini daha derinlikli olarak ancak bu şekilde ele alabiliriz.

Kolayca anlaşılacağı üzere tüm din kitapları gibi Kur’ân da sıklıkla benzetmeye dayalı anlatım kullanır ve bunun kast etmek istediği hikmet ve gayenin daha kolaylıkla algılanabilmesini amaçlar.

Çok geniş bir perspektifle baktığımızda yüce kitabımızın tüm temel arketipleri; mümin, kafir, münafık, müşrik, fasık ve daha onlarcasını hep metaforlar üzerinden anlatır.

Bu durumu hemen Kur’an’ın başında, ikinci suresinde görmek mümkündür:

“Bunların durumu, aydınlanmak için ateş yakan bir kimsenin durumuna benzer. Ateş çevresini aydınlatır aydınlatmaz. Allah onların gözlerinin nurunu giderir ve karanlıklar içinde bırakır, onlar da göremez olurlar.” (Bakara 17)

Esasen İslam literatüründe metafor yerine kullanabileceğimiz ve yaklaşık mana diyebileceğimiz epey kelime var.

Bir çırpıda sayalım; İstiare, teşbih, mecaz, temsil, kinaye vs. Bunların hiçbirinin metaforun tam olarak karşılığı olmadığını bazılarının metaforu aşkın anlamlar içerdiğini bilmemiz lazım.

Bir ikna yöntemi olarak belagat

Mevzumuzu biraz daha derinleştirmek için bir kavrama yakından bakmamız lazım.

Sözlüklerde ulaşmak, ulaştırmak, hedefe varmak gibi anlamlarda kullanılan belâgat, bir disiplin olarak ise kastedilen ifadeyi, estetik bir biçimde ortama uygun bir şekilde muhataba iletebilme sanatına verilen isim. İslam Ansiklopedisi şöyle tanımlıyor: “Belâgat sözlükte “sözün fasih ve açık seçik olması” anlamında masdardır. Bazı kaynaklar bunu “ulaşmak; olgunlaşmak, erginlik çağına varmak” mânasındaki bulûğ kelimesiyle ilgili görüyorlarsa da bab ve masdar değişikliğinden dolayı bu anlam isabetli görülmemektedir. Terim olarak ise biri “meleke”, diğeri “ilim” olmak üzere iki mânada kullanılmıştır. Batı dillerinde meleke anlamında belâgata karşılık éloquence, ilim anlamında da rhétorique kelimeleri kullanılmaktadır.”

Aslında neredeyse birebir retorik ile eş anlamlıdır belagat ve doğal olarak metaforu da içerir. İslam ve belagat konusunda yapılan araştırmalar, bu alanda zengin bir literatüre işaret etmekle beraber İslam belagatı, sözün etkili ve güzel bir şekilde kullanılması üzerine yoğunlaşır ve genelde bu ilim üç ana dalda inceleniyor:

Meânî İlmi: Farklı cümle yapılarını ve bunların kullanımlarını inceler.

Beyan İlmi: Maksadı açık ve etkileyici bir şekilde ifade etme sanatı üzerine odaklanır ve teşbih, mecaz, istiare, kinaye gibi edebi sanatları kapsar.

Bedî’ İlmi: Sözün estetik ve anlam yönünden en güzel şekilde kullanılmasına yönelik yöntemleri ele alır.

Belagatın İslam’a özgü bu derinlikli yapısı, söz sanatlarının ve dilin gücünün, hem dini metinlerin anlaşılmasında hem de günlük iletişimde nasıl etkili bir şekilde kullanılabileceğini göstermesi açısından mühim. Zira belagat dilin sadece bilgi aktarmak için değil, aynı zamanda estetik ve duygusal bir etki inşa etmek için kullanılabileceğinin bir göstergesi.

Bu konuda ortaya konun ilk eserlerden biri Ma‘mer b. Musennâ’nın (M 208/H 823)  Mecâzu’l-Kur’ân isimli eseridir. Merhum İslam literatüründe “mecâz” kavramını dile getiren ilk alimdir. Ancak eser incelendiğinde müellifin mecazı retorik ya da belagatin tam karşılığından ziyade bazı ayetlerin tevil ve tefsiri için kullandığını görürüz. Şöyle bir biricikliği de vardır bu eserin; İslam terminolojisindeki beyan üsluplarından teşbih, istiare, kinaye ile zikir, hazf, iltifat, takdim ve te’hîr gibi manevi manaları ifade eden bazı nahiv tabirlere yer veren ilk eserdir.

Tarihsel bir perspektif ile baktığımızda Cahiliye ve İslam’ın ilk dönemlerinde doğal ve yalın olarak kendini gösteren Arap belagati, sonraki asırlarda kuralları tespit edilmek üzere düzenli bir sistem içerisinde olgunlaşmış ve belli bir disipline oturmuş. Ve elbette belâgat konusunda her dönemde âlimler tarafından sayısı epeyce fazla önemli eserler kaleme alınmış. Zamanla belagat/retorik ilmine ait ciddi bir literatür de ortaya çıkmış.

Mevdudi “Tefhim’ul Kur’an”da Kur’an-ı Kerim’in nazil olduğu dönemde kullanılan sözlü dil ve gelenek Kur’an’ın üslubunun, yazılı metin üslubu olmayıp, bir hitabet biçimi olduğunu, -kitapta kullanılan yeminler, nida edatları, hitap tarzları, cevabı olduğu halde sorusu bulunmayan ifadeler gibi- bu yapının ise gerek içeriğine gerekse üslubuna yansıdığını yazar. (s10)

Gerçekten de yapılacak küçük bir araştırma neticesinde Kur’an’ın, indiği dönemin özelliği olan edebî ve şiirsel konuşma, sanatsal anlatım tarzlarına uygun olarak, içeriğinde birçok sanatsal anlatım tarzına sahip ayetler barındırdığını görürüz. Bunun bir diğer ispatı ise, Kur’an’da geçen bütün peygamber kıssalarının tamamının Mekke’de nazil olmasıdır. Ve takdir edilecektir ki, kıssa metaforların kullanılması için en uygun metinlerdir.

Bu konudaki en güzel eserlerden biri Neal Robinson’un “Discovering the Qur’an” isimli çalışmasıdır. Robinson üçüncü bölümünü “Morfoloji, Yapı ve Uyum” ayırdığı kitabında surelerin organizasyonunu ve Kur’an’ın genel uyumuna katkıda bulunan stilistik ve tematik öğeleri analiz ederek Kur’an’ın yapısı ve sesinin, dinleyiciler ve okuyucular üzerindeki anlamını ve etkisini nasıl artırdığını muhteşem ele alır.

Toparlayacak olursak; Kur’an indiği dönem ve şartlarına göre bir üslup kullanıyordu ve Allah (CC) muhataplarına göre bir dil seçmişti. Malum; Kur’an’ın indiği dönemdeki Arap toplumunda yazmaktan daha çok sözlü rivayet-aktarım yaygındı. Sözlü edebiyatla beraber şiir de gelişmiş, bunun neticesinde toplumda mecaz, teşbih çok ileri safhada kullanılır olmuştu. Ama gerek iman gerek sosyal hayatta olduğu gibi Kur’an, edebi sahada da müşriklere meydan okumuş ve üstün gelmiş, nihayetinde herkes Kur’an’ın edebi çekiciliği ve güzelliğine boyun eğmişti.

Tekrar mecaza dönecek olursak… Mecaz, kelimenin gerçek anlamının dışında kullanılmasına denmekte. Belagat/edebi konuşma otoritelerinin fikir birliği ettikleri husus ise mecazın, gerçekliğin sanatsal anlatımı demek olduğudur. Teşbihten maksat ise gayenin en kısa yoldan açıklanması durumudur. Teşbihten farklı olarak mecaz kullanımı anlatımı renklendirilir ve kuvvetlendirir ve etki süresini uzatır.

“Çocukları ihtiyarlatan o gün!” (Müzzemmil, 17) Nasıl muazzam bir belagattir?

Bir de Kur’an ve İ’caz bahsi var ki, sadece bu kavrama ciltlerce kitap yazılsa yine yeterli olmayacaktır.

Biz metafora geri dönelim. 

Kur’an’da yer alan metaforlar, kelimenin sahip olduğu anlamın bir benzeşlik nedeniyle başka bir kelimeye ödünç olarak aktarılmasını aşan, iki varlığın da devrede olduğu, benzetilenin benzeyenin değerini ya da değersizliğini aşikâr kıldığı bir rol üstlenir. Ve bu durum da Kur’an metaforları epistemolojinin sınırlarını çok aşarak ontolojik bir konuma yükselirler. Bu nedenle İslam kutsal metinlerinde metaforlar, yaratılış gayesi ve varoluşsal konumu hakkında tasavvur sahibi insanın gidiş istikametini belirleyici bir nitelik taşırlar.

İstisna da olsa kimi bakış açılarına göre yukarıda bahsini ettiğimiz kavramların hemen hepsi sonuçta aynı kapıya çıktığı için, metafora karşılık kullanılabiliyor. Bu bakış açısına göre istiare, teşbih ve metafor kavramları eş anlamlı sözcükler ve aralarında isimlendirme dışında bir fark yok. Çok da katılmak mümkün değil bu yaklaşıma. Zira mesele bu kadar lineer ve basit değil. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’in metaforları ele alma biçimi edebî bir eylemden yola çıkarak felsefî (hikmete dayalı) bir eyleme doğru seyir izler. Şurası muhakkak ki; metaforlar Kur’an’da hikmete dayalı en yüksek örnek modeldir.

Biliyorum mesele ayrı bir araştırma konusu ama şu soruyu da sormak durumundayız: Kur’an’da yer alan benzetmeleri karşılayacak uygun kavram nedir? İstiare, teşbih, mecaz, alegori, analoji, metafor gibi kavramlar grubundan hangisini tercih etmemiz Kur’ân’ın benzerlik ilişkisine yüklediği anlama daha münasip bir tercih olur? Galiba kelimenin orijinal halini kullanmak en mantıklısıdır.

Metaforların Kur’an’ın üslup zenginliğine en önemli katkısı onun yüceltme ya da alçaltma işlevi görmesidir ve benzerlik yönü bakımından aralarında illet bulunan durumlara ilişkin kullandığı metaforlar, ayetlerin gayesine münasip bir yapıdadır. Metaforların kullanımı bazen açıkça ayette belirtildiği gibi bazen de ayetin genel anlam kodlarında saklı olan ve arka planda izlerini sürebileceğimiz şekilde de cereyan edebilir.

Yusuf Suresindeki Metaforlar

Rüyalar: Yusuf’un rüyası, onun gelecekteki liderlik ve ailesinin önünde eğileceği pozisyonu simgeler. Rüyalar, genellikle metaforik bir dilin ve sembolizmin klasik örnekleridir ve kişisel gelişim, ilahi müdahale veya gelecek olayların öncüsü olarak yorumlanabilmekte.

Kuyu: Yusuf’un kardeşleri tarafından kuyuya atılması, sadece fiziksel bir düşüşü değil, aynı zamanda Yusuf’un hayatındaki zorlukların ve sınavların başlangıcını temsil eden bir metafor olabilir. Aynı zamanda, bu olay, Yusuf’un ilahi planın bir parçası olarak derin bir dönüşüm geçireceği ve sonunda yükseleceği “karanlık dönem” olarak yorumlanabilir.

Gömlekler: Yusuf’un gömleğinin hikayesi boyunca farklı kontekstlerde ortaya çıkması ve farklı yorumlar içermesi, onun masumiyeti, saflığı ve Allah’a olan inancının bir simgesi olabilir. Ayrıca, hikayenin çeşitli dönemlerinde gerçek ve yanıltıcı kanıtlar arasındaki farkı vurgulayan bir metafor olarak da işlev görebilir. Yusuf Suresinde Gömlekler ve Rüyalar üzerine ayrı bir başlık açacağız.

Zindan: Zindan, Yusuf’un hayatındaki bir dönüm noktasını ve sınavı simgeliyor. Aynı zamanda, insanın dünya hayatındaki sıkıntıları ve bu sıkıntılardan kurtuluş yolunu bulmasını temsil edebilir. Zindan, darlık ve sıkıntıların ardından gelen ferahlık ve yükselişin bir öncüsü olarak görülebilir.

Elma: Bu öğe, Yusuf’un karşılaştığı fitne ve imtihanı temsil edebilir. Aynı zamanda, güzellik ve arzunun cazibesi ile ona direnme gücü arasındaki çekişmeyi simgeleyebilir. Aynı metaforun Adem/Havva kıssasında da kullanıldığını hatırlatalım.

Kaybolan Kap: Bu unsur, suçsuzluğun ve masumiyetin yanı sıra, kardeşler arasındaki ilişkiler ve anlaşmazlıkların çözülmesi sürecinde önemli bir rol oynar. Ayrıca, Allah’ın planının insanın anlayışının ötesinde olduğunu ve her durumda adaletin tecelli edeceğini işaret edebilir.

Görüldüğü üzere Yusuf suresinde (Kur’an’ın genelinde olduğu gibi) çok katmanlı mesajlar içeren metaforlar kullanılmış. Yusuf Suresi’nde geçen bu ve benzeri metaforlar, sadece olayların yüzeyindeki anlatımı değil, aynı zamanda ruhsal, ahlaki ve ilahi boyutları da kapsayan zengin bir içerik sunmakta. Her bir metafor, Kur’an’ın derinliklerine dalmak ve onun sonsuz hikmetinden faydalanmak için bir kapı işlevi görüyor.

Metafor bahsi böyle…

Şimdi geldik başka bir dramatik duruma…

Yusuf’un Katarsisi

Katarsis (Catharsis) terimi Aristoteles’in şiirselliğine kadar uzanır. Aristoteles tragedyaya, seyircide sefalet (eleos) ve ürperti (phobos) “açığa çıkararak” katharsise neden olan bir etki atfeder. Katarsisi bu tutkulardan (sefalet, ürperti) ve benzer etkilerden (duygulardan) arınma olarak tanımlar. Terimin anlaşılması ve katharsise kimin (seyircilerin mi yoksa karakterlerin mi) maruz kaldığı sorusu her zaman tartışmalı olmuş ve yüzyıllar boyunca çeşitli yorumlara ve yaklaşımlara yol açmıştır.

Katarsis, kısaca sanat aracılığıyla güçlü veya bastırılmış duyguların serbest bırakılma sürecidir. Aristoteles, dramatik trajedi izlerken seyircilerin yaşadığına inandığı duygusal gerilimin serbest bırakılmasını tanımlamak için Yunanca “temizlemek veya arındırmak” anlamına gelen “kathairein” kelimesinden türetilen katarsis terimini kullanmış. Günümüzde “katarsis” kelimesi, bir sanat eseri tarafından sağlanan herhangi bir duygusal serbest bırakma veya arınma deneyimine atıfta bulunmak

Aristoteles, bir seyircinin, sahnede oyuncular tarafından sergilenen aynı duyguları hissetme yeteneğinin, tiyatro izleme deneyiminin ayrılmaz bir parçası olduğuna ve bu deneyim aracılığıyla seyircilerin gerçek hayatta duygularını daha iyi düzenleyebilmeyi öğrenebileceğine inanıyordu.

Ona göre bir seyirci, oynanan bir oyunda veya bir kitapta karakterlerle güçlü bir bağ kurduğunda veya onlarla özdeşleştiğinde, katarsis deneyimi yaşama olasılığı çok daha yüksekti.

“Katarsis” kelimesini, sanatın dışında duygusal serbest bırakma için kullanıldığını duymuş olabilirsiniz. Örneğin, insanlar sıklıkla psikolojik veya sosyal katarsisten bahseder.

Tiyatro, sinema veya edebiyatta katarsis, seyirci veya okuyucunun, sahnede veya sayfada karakterlerin yaşadığı aynı duyguları deneyimlediği bir deneyim oluyor. Bu durumda, katarsis eseri, okuyuculara bu deneyimi veren herhangi bir edebiyat eserine dönüşüyor. Eğer okuyucular karakterlerde kendilerini “göremezlerse”- karakterlerle ortak hiçbir özellik veya deneyimleri yoksa- muhtemelen esere karşı gerekli duygusal yatırım seviyesine ulaşamayacak ve böylece esere cevap olarak katarsis deneyimi yaşayamayacaklardır. Bu nedenle, gerçekten katarsik bir edebiyat eseri üretebilmek genellikle yazarın büyük bir beceri ve deneyim gerektiriyor.

Aristoteles’in katarsis tanımı, seyircilerin tiyatro izlerken veya edebiyat okurken yaşadıkları deneyime özgüydü. Bu tanıma göre, sadece seyirciler ve okuyucular katarsis deneyimi yaşayabilir, aktörler veya karakterler kendileri değil. Ancak, bazen edebi karakterlerin katarsis deneyimleri yaşadıkları oluyor.

Günümüzde, “katarsis” kelimesi genellikle, birine duygusal serbest bırakma hissi veren hemen hemen her türlü deneyimi ifade etmek için kullanılırken, terim aynı zamanda sanat deneyimindeki orijinal çağrışımını da koruyor. Bu giriş özellikle edebiyatta katarsisle ilgilense de diğer katarsis deneyimlerine genel olarak uygulanabilecek bazı aynı ilkeler geçerli olabilir.

Katarsis üreten eserler genellikle ana karakterin ölümünü veya düşüşünü içerir, ancak mutlaka böyle olmak zorunda değildir. Daha genel olarak konuşursak, katarsis duygularını üreten çoğu konu genellikle bir karakterin kendisine çok değer verdiği bir şeyi kaybetmesini içerir, çünkü bu, okuyuculardan duygusal bir yanıt almanın önemli bir parçası olabiliyor.

Peki Katarsisin İşlevi Nedir?

Dramada katarsis, gerçek hayatta terapi gibi çalışır: okuyucu/izleyici/dinleyicilere uzaktan yoğun duyguları deneyimleme fırsatı vererek, onların “her şeyi dışa vurmasına” izin verir. Katarsik eserler, özellikle bastırılmış duygulara- yani, bir okuyucu veya seyirci üyesinin tipik olarak kendilerine hissetmelerine izin vermeyebileceği duygulara- çok iyi dokunuyor. Örneğin, bir kişi kendi yas duyguları üzerine ağlamaya eğilimli olmayabilir çünkü acılarını görmezden gelmek, onu daha yönetilebilir hissettirir, ancak o kişi bir filmdeki karakterin bir cenazede gözyaşlarına boğulduğunu izlerse, beklenmedik bir şekilde gözyaşlarına boğulabilir. Bu anlamda, bazen kendi duygularınızı hissetmekten çok başkasının duygularını hissetmek daha kolay olabilir ve katarsis, insanların duygusal serbest bırakma deneyimi yaşamasına yardımcı olmak için bu gerçeği kullanıyor. Dramatik katarsise (Aristoteles’in tanımladığı gibi) gerçekten inananlar, bir sanat eserine cevap olarak acıma veya korku gibi duyguları deneyimlemenin, insanların gerçek hayatta bu duygularla daha iyi başa çıkmalarına bile yardımcı olabileceğini söylemekte.

Bazı yazarlar, örneğin Alman oyun yazarı Bertolt Brecht, katarsisin faydaları konusunda daha az iyimser bir görüşe sahip. Brecht, yirminci yüzyılın bir yazarı ve bir Marksistti ve tiyatronun en yüksek amacının politik fikirler için bir forum olarak hizmet etmek ve seyircileri politik eyleme ilham vermek olduğuna inanıyordu. Katarsis uyandırmayı amaçlayan eserlerin, kitleler için ucuz, talepkâr olmayan eğlencelerden başka bir şey olmadığını ve seyircilerin bir oyunda çok fazla duygusal olarak yer aldıklarında kendilerini düşünme ve yargılama yeteneklerini kaybettiklerini düşünüyordu. Katarsisin ona göre zararlı etkileriyle mücadele etmek için, Brecht kasıtlı olarak duygusal bir çözüme ulaşmayan oyunlar yazdı.

Pek çok alanda kullanılmıştır Katarsis. Dramada (ki bizimle ilgili kısım budur) terapide, edebiyatta, müzikte, sosyolojide ve hatta spor ve fiziksel aktivitelerde katarsis ile karşılaşmak mümkün.

Dramatik Katarsis

Dramatik katarsis, özellikle dramatik eserlerde ve tiyatroda, izleyicilerin güçlü duygusal deneyimler yaşayarak duygusal bir arınma veya temizlenme hissetmeleri sürecine deniyor. Bu kavram, Aristoteles tarafından “Poetika” eserinde detaylı olarak incelenmiş ve genellikle trajedi türü ile ilişkilendirilmiş. Ancak, dramatik katarsis kavramı zamanla gelişiyor ve diğer edebi ve sanatsal formlara da uygulanabilir hale geliyor.

Dramatik katarsis, Okuyucu/dinleyici/izleyicinin eserdeki karakterlerin, olayların ve çatışmaların oluşturduğu duygusal yoğunluğa kapılmasını gerektirmekte. Seyirci, karakterlerin sevinçlerini, üzüntülerini, korkularını ve umutlarını derinden hissediyor.

Empati ve Özdeşleşme: İzleyiciler, genellikle kendilerini karakterlerin yerine koyarak, onların deneyimlerine empati kurar. Bu süreç, karakterlerin yaşadıkları dramatik olaylara karşı daha güçlü bir duygusal tepki geliştirmelerine yol açmakta.

Duygusal Serbest Bırakma: Dramatik eserin zirvesine ulaşıldığında, genellikle bir çözülme veya klimaks (Climax) noktası oluyor. Bu an, izleyicinin biriken duygusal gerilimi serbest bırakmasına alan açıyor.

Duygusal Arınma: Katarsisin en etkin kullanım şekli. Duygusal serbest bırakmanın ardından izleyiciler, bir nevi duygusal temizlenme veya hafifleme hissediyorlar. Bu durum, Aristoteles’in “acıma ve korku” kavramları aracılığıyla duygusal dengenin yeniden sağlanması olarak ifade edilmekte.

Bilgelik ve İçgörü Kazanımı: Dramatik katarsis yalnızca duygusal bir süreç değil, aynı zamanda izleyicilerin, yaşadıkları duygusal yolculuk aracılığıyla insan doğası, toplum ve kendi iç dünyaları hakkında derinlemesine düşünmelerine ve içgörüler kazanmalarına da yol açmakta.

Gelelim Yusuf Suresinin katarsis anına…

Hatırlayalım: Babasının kendisine pozitif ayrımcılık yaptığı (güzel bir kaftan giydirerek kardeşlerinde gıpta damarını tahrik etmişti) Yusuf, gördüğü bir rüyayı, babasının tüm ikazlarına rağmen kardeşlerine anlatmıştı. Bunun neticesinde kardeşleri ona tuzak kurup kuyuya attılar. Ardından onu bir kervan buldu ve Mısır’a götürüp köle olarak sattı. Köle iken sahibesinin kurduğu tuzak ile bu sefer zindana düştü Yusuf. Mısır kralının gördüğü bir rüyayı yorumlayarak ülkenin en önemli yöneticilerinden biri oldu ve ailesiyle tekrar buluştu.

İşte katarsis tam bu buluşma anında gerçekleşiyor ve Kur’an şöyle yapıyor bu katarsisi:

“Ana babasını tahtın üzerine çıkardı. Hepsi ona (Yusuf’a) saygı ile eğildiler. Yusuf dedi ki: “Babacığım! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra; Rabbim beni zindandan çıkararak ve sizi çölden getirerek bana çok iyilikte bulundu. Şüphesiz Rabbim, dilediği şeyde nice incelikler sergileyendir. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı Müslüman olarak al ve beni iyilere kat.” (100-101. Ayetler)

Hani çok avam olacak belki ama, bu ayetler on numara birer dramatik katarsistir. Yaşanan tüm serencamın sonunda okuyucu/dinleyici/izleyicinin zihninde biriken, sıkışan tüm hissiyatın boşaltımına yol açacak bir katarsistir.

Hasılı kelam; elbette Kur’an kıssaların büyük bölümünde pek çok katarsis mevcut ama Yusuf suresinde bizzat başkahraman Hazreti Yusuf’un katarsisi muazzam derecede etkileyicidir.

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Bu kitabı birde günümüz psikoloji biliminin özelliklede insan davranışlarına yön veren duygular (korku,neşe, öfke, mutluluk, acı vb.) açısından da bir analizi olsaydı iyi olurdu?

  2. Abi, ne Yusuf suresinde, ne de Kur’an ve Incildeki Adam ve Havva kissalarinin hicbirinde “elma” gecmiyor.
    Nerden uydurdun bunu sen?

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin