11 Eylül 2001’de, İkiz Kuleler’e yönelik terör saldırısını planlayanlar, ABD’nin tepkisinin bu şekilde olacağını hesap etmiş midir, bilinmez. Ancak ABD’nin olayın ardından Afganistan ve Irak’ı işgal etmesi, hiç bitmeyecek gibi görünen, yeni bir tür savaşı başlattı.
1979’da Sovyetler Birliği, Afganistan’ı işgal ettiğinde, direniş saflarında “İslamcı militanlar” olarak bilinen gruplar yer alıyordu. Üsame bin Ladin’in de aralarında olduğu bu silahlı gruplar, Batı’da bile sempati kazanmıştı. Devlet-altı örgütlenmeler olarak bilinen cihatçı gruplar, o tarihlerden itibaren “bir çare” olarak görünmeye başladı. Terör saldırısı düzenlemek, intihar saldırıları yapmak topyekûn savaştan daha az maliyetliydi ve şiddet, güç gösterisi taraftar toplamaya yarıyordu.
20. yüzyılın ikinci yarısında ABD’yi şeytanlaştıran ve Batı’yı “İslam’ın en birincil düşmanı” olarak göstererek halkın öfkesinden siyasî çıkar elde edenler, El-Kaide saldırılarına açıkça destek olmasa da, alttan alta ABD’nin “yaralanmasına” seviniyordu. Bunun elbette bir faturası olacaktı.
KAOS NASIL DENGEYE OTURACAK?
2002 ve 2003’te Afganistan ve Irak’ta ABD’nin işgali, El-Kaide sempatisini azaltmadı, arttırdı. Daha farklı terör gruplarının oluşmasına sebep oldu. IŞİD’i doğurdu. Hâli hazırda Batı düşmanlığı ile büyüyenler, ABD’nin somut varlığını kendi topraklarında görünce, ‘kan davası’ gütmeye başladı.
Aradan geçen 15 yılda, ABD’nin, genel olarak Batı’nın hatalarına bir de Müslümanları yöneten liderlerinin körlükleri eklenince, Suriye gibi, Yemen gibi krizler baş gösterdi. Ancak daha da tehlikelisi şu: Bu kaosun dengeye ulaşması yine bir güç gösterisi ile olursa, buradaki şiddet tohumları yarın daha büyük felaketlere sebep olacaktır.
RADİKALLEŞME’NİN ÖZÜ
Radikalleşme, günlük hayata dâhil oldukça ve “silahlı cihat” meselesi gençlere gidilecek bir “yol” gibi göründükçe, IŞİD benzeri yapılar oluşmaya devam edecek. Bu yapıların Batı’yla ‘savaşması’ da maalesef “Müslüman” liderleri buraya gönüllü desteğe yöneltiyor. İslam’ı bir çeşit ‘savaş’ olarak göstermeye meyyal ‘vaizler’ yoksulluğu, ezilmişliği ve kötü idareyi “İslam düşmanları”na bağladıkça, bombalar patlamaya devam ediyor. Hiç kimse, sorunun “içeride” olabileceğine ihtimal dâhi vermiyor.
“Bütün bunların Ahmet Turan Alkan’la ne alakası var?” diye soracaklar için, yazının ilgili kısmına geldik.
A. Turan Hoca, “Son on senede ABD yönetim çevrelerinden kaynaklanarak bütün İslâm dünyasına yönelen ‘terörist, uzlaşmaz, geri ve katı’ İslâm imajının yaygınlık kazanmasında kısmen Müslümanların da hissesi olduğunu artık görmezden gelmemeliyiz.” satırlarını yazdığında, sene 2003’tü. ABD, Irak’taydı.
Üç yazılık bir serinin, son yazısından bu cümle. Serinin ilk yazısı, “İslam âleminin en büyük düşmanı” başlığını taşıyor ve “İslam’da reform” meselesine, enteresan bir giriş yapıyor. ‘Reformistlerin kötü niyeti’ denebilecek tutumları ayıkladıktan sonra, Müslümanlar arasında ciddi bir soruna işaret ediyor Hoca: köylülük!
KÖYLÜLÜK VE GERİ KALMIŞLIK
Şöyle açıklıyor: “İslâm dünyasında kalkınma fikriyle doğrudan ilgili olmasa bile dinin doğru algılanması meselesini yakından ilgilendiren mühim bir yaygın dert var; bu dert köylülüktür ve köylülük inanç da dahil, iktisadi, sosyal ve kültürel boyutları ile doğru teşhis edilmesi gereken bir problemdir.”
Ahmet Turan Hoca, “İslam’ın yanlış yorumlanması” diyerek geçiştirilen ve asıl sebebine bir türlü inilemeyen meseleyi, kendine has toparlayıcı üslubuyla ta o yıllardan teşhis etmiş bulunuyor. İkinci yazıda konuyu biraz daha açıyor. Köylülük, Müslümanların her daim maruz kaldığı bir illet değil: “Müslümanlar, şimdiki zamanın her kuşağa sorduğu sorulara kem-küm etmeden cevap verebildikleri sürece aziz-i vakt oldular.” Asıl mesele de bu: İslam’ın yaşanan çağ ile münasebetini kuramamak, Müslümanlar arasında yoksulluğa, çaresizliğe ve öfkeye dönüşüyor.
ŞEHİRLEŞEMEME MESELESİ
Ancak köyden şehre göç etmek de değil bunun çaresi. “Son elli yıl içinde nüfusun takriben yüzde 40’ı şehirlere göçtü. (…) Hızlı ve kontrolsüz şehirleşme bizde sadece gecekondu, arabesk müzik, dolmuş ve benzeri göstergelerle anlaşılmıştır halbuki etkileri çok daha geniştir.”
Ahmet Turan Hoca serinin son yazısında, 20. yüzyılda Türkiye’de İslam’ın iki önemli meseleyle karşılaştığını belirtiyor: İlki, “laiklik uygulamalarındaki hamlıktı”. “İkinci hâdise, yüzyılın ortalarından itibaren başlayan şehirleşme cereyanının kontrolsüz gelişimi oldu.”
BUGÜNKÜ SİYASETİN KÖKENİ
Kontrolsüz şehirleşme, Hoca’ya göre, “asırlar boyunca edinilen bütün medeni tecrübenin inkârı anlamına geliyordu”. Şehir, köyden gelenlere rehberlik edemeyince, Hoca’nın tespitiyle, bu ‘kanaat önderliği’ görevini mahalle örgütlenmeleri ve ‘hacıemmi’ tipolojisi karşılıyor.
Türkiye’de İslamcı siyasetin de, dışarıdan İslamî görünse bile aslında özü itibariyle ‘köylü’ olduğunu belirtiyor A. Turan Hoca: “İslâm, tarihi, iktisadi ve psikolojik meseleler yanında 20. yüzyıl içinde ilaveten bir de köylülük meselesiyle göğüsleşmek lüzumu ile karşı karşıya kaldı ve bu karşılaşmayı mühim oranda kaybetmiş görünüyor.”
ŞİDDETE MEYYAL NESİLLER
Yazının sonunda, köylülüğün muasır dünyada ‘geri’ görünme riskini taşıdığını da tespit etmiş. Ama aslında daha fenası, şehirleşmeye, medeniyete, muasırlaşmaya kafa yormayan İslamcı siyaset, şiddetle, nefretle ve öfkeyle hüküm sürmeye de alışıyor. Köylülük, insanları diyaloğa kapatıyor; şiddet yönlendirmesine açık hâle getiriyor; kabileci bir siyaseti benimsetiyor; daha da fenası sofistike bir ahlâk üretemiyor.
Maalesef Ahmet Turan Hoca’m, köylüler kazandı! O yüzden sizin gibi bir değer hapishanede…
NOT: A. Turan Alkan’ın yazılarını ahmetturanalkan.net adresinde bulabilirsiniz. Bu karanlıkta, böylesi bir irfan deryasında ara sıra da olsa kulaç atmak, iyi gelebilir.