Ahlakın temeli ne olmalıdır?

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Acıma duygusu insan olmanın önemli bir ölçütüdür, empati ile birlikte. Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkalarına yapmamak da en önemli etik temeldir belki de. Bu ikisi birbirini tamamlar. Acıma duygusu olan ve empati yapabilen insan, kendisine yapılmasını istemediği şeyleri başkalarına yapmaz. Bir refleksif, özneler arası etkileşimdir bu. Ve toplumun temel taşı olan norm, suç, etik gibi değerler bu etkileşimden doğmuş olabilir. Karşımızdakine acı verebiliriz. 

Kendi deneyimimizden acının ne olduğunu biliriz. Bu nedenle başkalarına acı verirken onların ne hissettiklerini bilmiyor değilizdir. Karşımızdakine acı vermeden önce eğer kendimizi onun yerine koyabiliyorsak, davranışımızı gözden geçiririz. Kendimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkalarına yapmamamız bundan doğar. Böylece insan neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilir. 

Acının yerine her türlü olumsuzluğu koyabilirsiniz. Açlık, korku, üşüme, hüzün… Hep olumsuz duygulardır. Bunları yaşamayı kim ister? Karşımızdakilerle olan ortak yaşamda eğer bizim yaptığımız birtakım eylemler (fiiller) başkalarının açlığına, dehşetine, üşümesine veya üzüntüsüne neden oluyorsa, bu eylem veya fiilin doğru olduğunu söyleyebilir miyiz? Karşımızdakinin haklarına saygı, kendi haklarımıza olan saygı beklentisinden ileri gelir. Yani gayet rasyonel bir şeydir. Beraber yaşamak durumunda olduğumuz insanların haklarını teslim etmek, anarşik toplumu kurallı hale getirdi. Elinde lobutu olanın diğerinin kafasına vurup onun elinden yiyeceğini aldığı bir toplum, sürekli alarm halinde olunan, gayet hayvani, rahat yüzü görülmeyen, tedirginliklerle ve güvensizliklerle dolu bir yerdir. Toplum sözleşmesinin temelleri bu “doğal halin” bertaraf edilmesine dayanır. Tüm bunların olması için acımayla empatiden doğan, kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapmamak ilkesi gerekiyor.

Peki, “sen bana yapma, ama ben sana yapayım. Ben acı çekmeyeyim, ama sen acı çek!” yaklaşımı toplumları nereye götürür? Eğer ortada bir devlet varsa, en önemli varlık nedeni normdan sapan insan davranışına kolektif yaptırım uygulama gerekliliğine dayanır. Başka bir ifadeyle, eğer biri herhangi bir normu (bir kanunu) ihlal ederse, bu davranışına üzerinde toplumca mutabık olunan bir yaptırım gelir. Yani kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi bir başkasına yapıyorsa bir insan, bu norm dışı davranışının karşılığını göze alacaktır. Bu, yukarıda ele aldığım refleksif hesaplamanın toplumda uygulanmasından başka bir şey değildir. Ceza budur. 

Özgürlüklerin sınırını soruyor bazıları. Özgürlüklerin sınırı da bu refleksif ilişkiyle tespit edilebilir. Başkalarının özgürlüğünü kısıtlayan her şey özgürlük alanı dışında kalır. Bir insan otobüs durağında sigara içerken başkalarının temiz hava alma hakkını ihlal eder. Bu nedenle otobüs durağında sigara içmek isteyip, içememek, bir özgürlük ihlali olarak değerlendirilemez. Fakat bir insanın yalnız yaşadığı evinde sigara içmesine müdahale etmek, bir özgürlük ve hak ihlalidir. Yani bazı eylemler, yerine ve zamanına göre özgürlük alanı içinde veya dışında yer alabilir. 

İlerici politikalarla özgürlüklerin sınırı arasında da korelasyon (ilişki) vardır. Frankfurt Okulu (Eleştirel Kuram) teorisyenleri Horkheimer, Marcuse, Adorno ve diğerleri, ilericilik üzerine düşünürken, insanı özgürleştirici olan her şeyi (emanzipatorisch – emancipatory) ilerici olarak tasarlarlar. Kadın hakları, evrensel sağlık sigortası, çalışma saatlerinin sınırlandırılması, özel hayatın korunması gibi, aklınıza gelen her türlü özgürlük alanının genişletilmesi ilerici-ilerlemeci politikalardır. Özgürlük alanlarının gerekçesizce daraltılması durumunda ise bunun tam tersi geçerlidir. Özgürleştiren her şey iyidir. Özgürlüğü kısıtlayıcı her şey kötüdür. Özgürlükte esas bireyin tercihleridir; toplumun kaygıları değil. Toplum bazen seçeneklerinizi kısıtlar. Bu durumda turnusol kâğıdınız hazırdır. Hemen sorun: talep ettiğiniz özgürlük başkalarının özgürlüğüne engel oluyor mu? Eğer oluyorsa, kısıtlanabilir. Olmuyorsa kısıtlanamaz. Fakat bu özgürlük ihlalinin keyfi olmaması gerekiyor. Mesela başörtüsü takan biri veya sokakta el ele tutuşan çiftler, ya da eşcinsel hakları “beni rahatsız ediyor!” ya da “benim değerlerimle bağdaşmıyor” diyerek bu özgürlük alanlarını kısıtlayamazsınız. Çünkü birinin başörtüsü takması, sokakta bir çiftin el ele gezmesi ya da heteroseksüel olmayanlara eşit haklar tanınması sizin fiili özgürlüklerinizi kısıtlamaz. Burada refleksif bir denge söz konusudur. İnsanlar birbirlerinden farklı değerlere sahiptirler. Yeknesak ve homojen toplum yoktur. Farklılıkların yan yana var olabilmeleri için, hakem bir “devletin” herhangi birinin normunu “tutmadan”, adil ve tarafsız hareket etmesi lazımdır. Bu nedenle teokratik ya da totaliter toplumlardan özgürlük çıkmıyor. Çünkü teokrasilerde de totaliter rejimlerde de tam homojen bir toplum sağlanamaz. Homojen gösterebilirsiniz toplumu yasaklarla. Bu mümkündür. Ama bu durum gerçeği yansıtmaz. Baskı ortadan kalktığında insanlar yine kendi şahsi tercihleri doğrultusunda hareket etmeye başlar. 

Buna iyi bir örnek, Sovyetler Birliğidir. Sovyet toplumunda herkesin komünist ve ateist olması için devlet elinden geleni ardına koymadı. Komünist Parti diktası altında devlet ateizmi yetmiş yıldan fazla endoktrine edildi. Kiliseler, sinagoglar ve camiler kapandı. Buna karşın Hristiyanlık, Yahudilik ve Müslümanlık ölmedi. Baskı yoluyla özgürlük alanının daraltılması bir süreliğine işe yarıyor gibi görünür. Bu, tıpkı düdüklü tenceredeki basıncın artması gibidir. Eğer ventilasyon olanağı bulunmuyorsa bir süre sonra tencere patlar. İdeolojik veya teokratik fark etmeksizin, her türlü totaliter rejim bu nedenle yıkılır. Uygulamalarıyla acıma ve empati duygularından arındırılan bu tür rejimler, kendilerinin doktrinine inanmayanların insan haklarını yok sayar. Hitler Yahudilerin, Stalin Komünist olmadığına inandıklarının, bazı teokrasiler ise kendi dinlerinden olmayanların haklarını yok sayar veya onları gözde vatandaşlarından daha az hakka mahkûm eder. Bu tür toplumlarda önceleri kendilerinden olmayanlara karşı merhametsizlik normalleştirilir. Sonrasında empati yok olunca, giderek “gözde vatandaşlar” arasında da çatışma ve uyumsuzluklar başlar. Otoriter toplumlar, ötekileştirdikleriyle aralarına kesin sınırlar koydukça, totaliterleşirler. Bu totaliterleşme bir ideolojiye dayanır. Ya bir ideoloji ya da bir din, bu totaliterleşmede araçsallaştırılmak için idealdir. İran’da veya Kuzey Kore’de bunun daha uç örneklerini görürüz. Ama Rusya’da, Türkiye’de de, Suudi Arabistan’da da veya Çin’de de ciddi özgürlük ihlalleri söz konusudur. 

Frankfurt Okulu kuramcıları, Alman Nasyonal Sosyalizmi’ni anlamak istiyorlardı. Onlar bu rejimin kurbanları olarak, özgürlüklerin değerini çok iyi anlamışlardı. Özgürlüğün kaybı, bize başkalarının özgürlüklerine saygı duymayı öğretiyor. Bu nedenle özgürlük kaybı iyi bir okul olabilir. Bizi yontar, bizim duyargalarımızı keskinleştirir. Bizim empati yetimizi arttırır. Bizim merhametimizi (acıma duygumuzu) yükseltir. Özgürlüklerimizi kaybettiğimizde, özgürlüklerinden olanları daha iyi anlamaya başlarız. Başkalarının özgürlüğünü savunmak için ille de onların talep ettikleri özgürlükleri sevmek, beğenmek veya aynını talep etme ihtiyacında olmak gerekmiyor. Kadınları özgürleştirmek için kadın olmanıza gerek yok mesela. Ya da heteroseksüel olmayanların haklarını savunmak için sizin değerler manzumenizde referans bulmak zorunda değilsiniz. Çünkü sizin onlardan farklı değerleriniz olma hakkı kadar, onların da sizden farklı değerlere sahip olma hakkı vardır. Öğrencilerin özgürlüğü için öğrenci olmanıza, işçilerin yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesinde sizin de işçi olmanıza gerek yok. Grup Yorum üyelerinin hakkını savunurken sizin de solcu özgün müzik dinleme koşulunuz bulunmuyor. Kürtlerin azınlık haklarına destek vermeniz için Kürt olmanıza gerek yok. Hayvan haklarını savunmak için sokaklarda yaşayan bir kedi olma zorunluluğu bulunmuyor. Fakat bunların tümü için empati yapmak ve merhametli olmak gerekiyor. Kendimize yapılmasını istemediğimiz bir şeyi başkalarına yapmamak, bu nedenle tüm ahlak ölçütleri içinde en önemlisidir. Her şeyin başına bu ölçütü geçirirsek eğer, birbirine saygılı ve birbirine toleranslı bir toplum inşa edebiliriz. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Muhammed aleyhisselam ın kendi döneminde topluma getirdiği değerlere benziyor. Sadece teorisini değil uygulamasını getirmiş. Onu özel yapan şey.

  2. Hadis-i Şerif’te Efendimiz(sav); “Nefsine yapılmasını istemediğini başkasına yapma, kendin için istediğini başkası için de istemedikçe gerçek mü’min olamazsın.” demiyor mu? Ölçü mâ’lûm, hattâ özür dilerim, i’lâma bile gerek yok.

  3. Mehmet hocam yazilarinizin tamamina yorum yapmasam da emin olun begenerek okuyorum.Okurken ayni zaman da buyuk zevk aliyorum, hatta bazen yazinin sonuna nasil geldigimi bile farketmiyorum.
    Ozellikle boyle bir zamanda dunyaya nasil bakmaliyim, olaylari nasil yorumlamaliyim hususunda tikaniklik yasadigim su zamanlarda veysel Ayhan ve siz ciddi banada yardimci oluyorsunuz .
    Coook tesekkurler emeginize

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin