YORUM | SEYİD NURFETHİ ERKAL
(Okurlarımızın sabrınızı sınama pahasına gelecek birkaç yazı boyunca meselemizin teorik çerçevesini çizdikten sonra somut gerçekleri, çözümleri ve müjdeleriyle meselemiz olan ahirzamana gelmek arzusundayım.)
Chittick ve Murata’nın “The Vision of Islam”ın mukaddimesinde bilgece resmettikleri üzere Cibril hadisinde maddeler halinde esasları vazedilen iman esasları, insanı aşkın/muteal olana rapt etmesi itibariyle dinin dikey boyutunu, yeryüzüne ait beşerî problemlerine rabbani tedbirlerle ilahi çözümler sunması cihetiyle İslam’ın şartları dinin yatay boyutunu ve insanın hesaplanamaz iç debisine ışık tutan ihsan ise dinin derinlik buudunu temsil etmektedir.
Talim ve tedrisindeki icmal ve tafsil keyfiyeti mahfuz, tarih boyunca itikad esaslarının bir değişikliğe uğramaması, ilk ve öncelikli mevhibe olan imanın, tarihin taşıyıp hazır vaktin bütün şuurlara birden giydirdiği idraki aşmada birincil dinamik olduğunu ders vermektedir. Gelen resullerle beraber şeriatların kısmen de olsa değişebilmesi, bazı ayetlerin hükmünün zaman içinde nesh edilmesi ve mezhepler arasında farklı hukukî uygulamalar bulunması da dini pratiğin inanç esaslarından farklı olarak zaman ve zemine bağlı değişkenleriyle beşeriyete ait problemlerin çözümünde ayrı dinamik bir yapı arz ettiğini göstermektedir. Tecrübesi subjektif, ferdi ve enfüsi olmakla birlikte neticesi ve tesiri objektif, içtimai ve afaki olabilen ihlasın ise insanın benliğinde saklı muammayı çözmede üçüncü dinamik olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz.
Cibril hadisinin yanı sıra pek çok âyette nazara verilen iman, amel, ihlâs ilişkisinde bir hiyerarşi söz konusu olmakla birlikte gerek şahıs özelinde gerek cemiyet genelinde din binasının ikamesi dinin üç boyutuyla birden tam tekmil temsiline vâbestedir. Müminin hayatında “şirki terk”, “mâsiyeti terk”, “mâsivayı terk”le görünür olan ve Kur’ân-ı Hakîm’de “iman/itikad”, “İslam/amel”, “ihsan/ihlâs” şeklinde karşımıza çıkan ve yine dinî ilimler içerisinde “akaid”, “fıkıh”, “tasavvuf” disiplinleriyle belirgin bir hâl ve suret alan bu hiyerarşik yapı, herhangi bir dünya görüşünün kendisini vaz’ etmesi aşamalarında da değişmeyen bir sıralamadır.
Bir önceki yazıda da belirtmeye çalıştığımız gibi tarih boyu insan hayatında hususen cemiyet planında bir karşılık bulan her türlü inanç ve düşünce sistemi, sunduğu “metafizik” tasavvur, “etik” kabul ve “estetik” tercihleriyle belirginleşmiş ve farklılaşmıştır. Metafizik bize “iyi/kötü”nün, etik “doğru/yanlış”ın, estetik ise “güzel/çirkin”in cevabını verme iddiasındadır. Ancak hakiki bir metafizik tasavvur üzerine kurgulanmamış etik kabullerin yanıltıcı, doğru etik kabuller neticesinde şekillenmemiş estetik beğenilerin ise saptırıcı olması ise kaçınılmazdır.
Mücerred metafizik bir tasavvurun kabulüne indirgenmesi mümkün olmayan İslam dinin müntesipleri için, gaybın yani vahyin ve mübelliğinin yol göstericiliğiyle irtibatını kesmiş ve müstakilen insanlık tecrübesi ve tercihlerine indirgenmiş “doğru-yanlış” kıstasları belirleyici birer esas kabul edilemeyeceği gibi; salt beşerî beğenilerle şekillenen “güzel/çirkin” tercihleri de ölçü kabul edilebilir kriterler değillerdir. Estetik beğeni gibi etik kabullerin metafizik hakikatlerin kaynağından kopması çok kısa bir müddet içinde ferdin ve cemiyetin hayatını bir yapboz oyununa, bir deneme tahtasına dönüştürmesi ve ağır hasarlarla mâl olması kaçınılmazdır. Bu sebeple müminler gayba iman ettikleri ve “hüsn/kubh” meselesinin kaynağı olarak ancak takdir-i ilâhîyi bildikleri için “iyi/kötü”yle birlikte gerek “doğru/yanlış” telakkilerinde gerekse “güzel/çirkin” beğenilerinde iman ettikleri ilâhî vahyin ve mübelliğinin rehberliğini esas almaktadırlar.
İnsan fıtraten iyiliği arzulasa ve istese de vahiyden bağımsız bir şekilde, doğruyu kendi bilgi ve tecrübesine göre bilip uygulaması mümkün görünmemektedir. Kur’ân’da insanların kötü zannettiği (kerih gördüğü) şeylerin iyi olabileceğinin açıklanması, (Bakara, 2/216) kişinin yaptığı kötü işlerin kendisine güzel görünebileceğinin belirtilmesi (Fâtır, 35/8) ve resul gönderilmedikçe azap edilmeyeceğinin bildirilmesi, (İsrâ, 17/15) insanın iyilik ve kötülüğe ilişkin bilgisinin kesinlik değeri taşımadığına işaret etmektedir. Buna parelel olarak bazı insanların ilâhî irâde ve kudreti hiçe sayarcasına iyiliği kendilerinden bilmeleri de Kur’ân’da tenkidî bir üslûpla ele alınmıştır. Nitekim Firavun ve ashâbı iyiliği kendilerine isnat etmişler, başlarına gelen kötülükleri ise Hazreti Musa ve ashâbının uğursuzluğuna bağlamışlar; (A’râf, 7/131) aynı şekilde münâfıklar da iyilikleri Allah’a, kötülükleri Hazreti Peygamber’e atfetmişlerdir. (Nisa, 4/78) Allah ise bir yandan iyilik ve kötülükleri kendisinin yarattığını bildirirken öte yandan insanın yaptığı iyiliklerin kendi lehine, kötülüklerin de kendi aleyhlerine olduğunu beyan etmiştir. (Nisa, 4/79; İsrâ, 17/7).
Bu anlamda vahyin ve mübelliğinin yol göstericiliğini esas alan İslam ilim geleneğinin ahirzamandaki bir numaralı temsilcisi Üstad Bediüzzaman’ın ilahi ilim ile beşerî düşünce ve tecrübenin insanlık tarihi boyunca kâh barışıp kah çatışıp, çarpışmasını hulasa ettiği cümleleri meselemizin umumuna ışık tutar mahiyet ve keyfiyettedir. (Bu sebeple bu yazı dizisi mütevazi hacmiyle gelecek şu cümlelerin yalnız bir cihetiyle şerhi olabilme gayretinin ürünü olarak okunmalıdır.)
“Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde; biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur. Şimdi, şu iki silsilenin menşelerini, esaslarını bulmalıyız.
İşte, diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ, kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrutları, Firavunları, Şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile, silsile-i nübüvvetin ki, bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemâl-i suret ve sehâvet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber, enenin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe ve medar, esaslı bir çekirdek olarak, enenin iki vechini beyan edeceğiz.” (30. Söz)
Ahirzaman müddetince vuku bulan ve bulacak bütün hadisatın aynen tarih boyunca olduğu gibi bu iki silsilenin, zikredilen her üç cihetten anlayış, hareket ve temsilcileriyle dünya sahnesinde son bir kez çarpışmasından ibaret olduğu çok iyi idrak edilmelidir.
(devam edecek)
Allah razi olsun Seyit hocam, ‘yazi biraz uzun oluyor’ demissiniz ama bu kadar onemli mesele uzunca izah edilmeli. Kaleminize saglik. Insaallah mustakil bir eser olur bu yazilariniz.
Devamını hasretle bekleriz