YORUM | AHMET KURUCAN
Bernard Show’a ait olduğuna dair not almışım. Şöyle diyor Show: “Yaşlandığımız için oynamaktan vazgeçmeyiz; oynamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız.”
Yıllar var ki yakın çevremdeki dostum, arkadaşım, kardeşim diyebileceğim bazı kişiler yaşadığı ağır şartların etkisiyle oynamaktan vazgeçmişler. Zihin dünyalarında paralel bir evren kurmuşlar. O evrende yaşıyorlar. Bedenleri burada, ruhları orada ve başka yerlerde. Aslında beden ve ruh ikisi bir bütün. Ruh bedenden ayrılmaz, ayrılamaz. Ayrıldığında ölüm gerçekleşir. Beden ceset haline gelir. Üç gün kendi halinde kalsa bozulacak, kokacak, etrafa mikrop saçacak ceset. O cesedin yaşayanlara zarar vermemesi için ya toprağın bağrına gömülmesi ya da yakılıp küllerinin bir kavanoza konup saklanması veya kainata savrulması gerek.
Evet, ruh beden bütünlüğünü bozan, gerçeklerle yüzleşme yerine kendi oluşturduğu konfor alanı içinde hayallerle iç içe sanal bir alemde yaşayan insanlar, aslında ölmüş ama öldüklerinden kendilerinin dahi haberi olmayan kişilerdir. Gelin bu rüyadan uyanalım. Gelin kendimizin inşa edip kendi kendimizi hapsettiğimiz bu alemden kurtulalım. Gerçeklerle yüzleşelim.
Yıllar önce Norveç’e bir ziyarette duymuştum. Mevsim kıştı. Sabah çok geç saatlerde güneşin doğduğu zamanlardı. Bir vakit abdest ile beş vakit namazınızı kılabileceğiniz kısa kış günlerini yaşıyordu Norveç. Hava da alabildiğine soğuktu. Kar tane tane neredeyse aralıksız olarak yağıyordu. Benim iki-üç günlüğüne geldiğim o ülke şartlarına uygun kıyafetim yok. Misafir olduğumuz arkadaşlar bir şehir turu yaptıralım düşüncesiyle bana palto, şapka, eldiven ayarlıyorlar. Ben ise “Hava çok kötü, çıkmasak olmaz mı?” diyorum. Güldüler ve meşhur bir Norveç deyimini aktardılar. “İyi ya da kötü hava yoktur. İyi ya da kötü giyim vardır.”
Çarpılmıştım. İklim şartlarına hiç bu gözle bakmamıştım bunca yıllık hayatımda. Hep “Havalar iyi, havalar kötü” derdim. Halbuki havalar mevsimine göre üç aşağı beş yukarı hep böyleydi. Kışın soğuk, yazın sıcak. Mevsimin bir normali var. Mevsim normallerini 3-5 derece altında veya üstünde olması da bizim iyi veya kötü dediğimiz şeyi ifade ediyor. Ama yanlışmış. Asıl yanlış bizim o şartlara göre iyi ya da kötü giyinmemizmiş.
Didaktik bir üsluba kayıyorum farkındayım. Yaşlılığıma verin lütfen. Dışarı çıkmak için havanın açmasını, güneşin çıkmasını bekleyemeyiz. Dışarı çıkmamız gerekiyor, kışın da yazın da. Öyleyse güneşte yürümesini bildiğimiz gibi karlı havada da yağmurlu havada da yürümesini bilmek zorundayız.
Michael Michalko, Creative Thinkering: Putting Your Imagination to Work adlı eserinde bir hikaye anlatır. Aynen aktarıyorum: “Yıllar önce, tanıdığım en zeki insanlardan biri olan Tom Baba’yı ziyaret etmeye, New York’taki St. Bonaventure Üniversitesi’ne gittim. Tom Baba’dan bana tavsiye bulunmasını istedim. Kendisi bana doğrudan cevap verme yerine ayağa fırladı ve yakınlardaki bir ağaca asıldı. Kollarını ağacın çevresine doladı, onu kavradı ve bağırdı: ‘Beni ağaçtan kurtarın! Beni bu ağaçtan kurtarın!’ Gördüğüm şeye inanamadım. Delirdiğini düşündüm. Bağırması üzerine bir sürü insanın çevresinde toplanmasına neden oldu. ‘Bunu neden yapıyorsun?’ diye sordum. ‘Sana bana tavsiyede bulunman için geldim ama senin deli olduğun ortada. Sen ağacı tutuyorsun; ağaç seni tutmuyor. Bırak gitsin,’ Tom Baba ağacı bıraktı ve şöyle söyledi: ‘Bunu anlayabiliyorsan bir cevabın var demektir. Seni tutan zincirler yok; sen onları tutuyorsun. Bırak gitsin’.”
Düşünün lütfen. Haklı değil mi Tom Baba? Ağaçlara tutunmaya bırakın. Salın zihninizde tutunduğunuz ağaçları. Hayata tutunun. Zemin ne kadar kaygan olursa olsun ayakta durmaya çalışın. Michalko’nun bu hikayeyi bağladığı sözlerde dediği gibi yapın. Şunu diyor o: “Hayat, güneşin açmasını beklemekle ilgili değildir. Hayat yağmurda nasıl dans edileceğini öğrenmekle ilgilidir.” Yağmurda, selde, karda, boranda, fırtınada, tsunamide dans edin ve edelim. O dansı ederken düşebileceğimizin şuurunda olalım yeter ki. Belki de düşeceğiz. Olsun varsın. Düşeceğiz şuuru, ayağa kalkmamızı sağlayacak gücü, kuvveti, enerjiyi ve hepsinden önemlisi cesareti verecektir bize.
Şu an zihninizden geçen ve hepsinin özünde “Ama nasıl olacak ki?” diye biten soruların dolaştığını düşünüyorum. Bu muhtemel sorulara benim cevabım: Bilimle olacak. İlme değer vermekle olacak. Eleştirel düşüncelere kapı açmakla olacak. Sistematik düşünce ile olacak. Disiplinli çalışma ile olacak. Sonuç almanın uzun zamana vabeste olduğu şuuru ile olacak. Cesaret ve çevremizdekileri cesaretlendirme ile olacak. Zamanın ruhunu yakalamakla olacak. Fırsatları kaçırmama ile olacak. Tecrübeye değer vermekle olacak. Özgüven ile olacak. İnançla olacak. Bediüzzaman’ın çağdaşlarına yıllar önce sorduğu soruyu bir kez daha soralım: “Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun?”
Evet, bazı insanlar vardır öldükten sonra da yaşarlar, bazıları da vardır ki yaşarken ölüdürler. Hangi kategoride yer alacağımız kararını başkası değil biz vereceğiz.
Hepimize hayatı 100% dolu yaşamayı nasip etsin inşallah! İrademizin hakkını vermeyi, gayretli olmayı nasip etsin!
Allah razı olsun. Kendi namıma çok istifade ettim.
Çok teşekkürler…
Ahmet hocam, her dustugunuzde kalkamazsiniz, bazi dususler sizi sakat birakir, bazilari sonunuz olur. 90larin sonunda NLP kitaplari patlamasi vardi, hatirlarsiniz muhtemelen, her yer kisisel gelisim kitaplari doluydu. Sizinki de biraz oyle olmus. Eger insanlar hayal dunyalarinda dahi olsa mutlularsa birakin biraz mutlu olsunlar, o mutluluga dahi muhtaciz.
Lakin son iki parafraftaki yazdiklariniza elbette ki katiliyorum.
Yazar diyor ki “ Eleştirel düşüncelere kapı açmakla olacak”. Burda yayinlanan yorumlarim kadar belki daha fazla yayinlanmayan yorumlarim var. Ne demisler, ‘ayinesi istir kisinin, lafa bakilmaz’.
Cozumu uzaklarda aramaya gerek yok “Bir topluluk kendini degistirmeye niyet etmedikce, Allah cc onlarin durumunu degistirecek degildir”.
Bir de neyle olacakmis? Bilimle olacakmis! Boyle beylik laflara da ne kadar bayiliyoruz ya! Nedir senin bilim dedigin? Bilimsel yayinlarda ismi olan birisi olarak soruyorum (hemen birileri sazanlasmasin diye soyluyorum). Mesela atomun yaratilisinin bazi sirlarini cozup sonra onu yuzbinleri buharlastirmak icin kullanmak da bilim midir? Ya da, dna siyla oynanmis gidalarla sirketlerin kârini katlayip, insanlari kanser etmek, sonra da o kanserlere çare aramak midir bilim? Vs vs! Uzar gider. Ya da Yunus’un dedigi gibi:
ilim ilim bilmektir,
Ilim kendin bilmektir,
Sen kendin bilmezsen,
Ya nice okumaktir?
a verilecek cevap midir ‘bilim’?
Bilim dediginiz, ‘peer edited journals’ da makale yayinlatabilmek midir? Peki, bunu yapabilmek icin ozellikle de biyolojik alanlarda, Allah’i inkar eden bir dili icsellestirmek daha da otesi kabullenip, Islam’in tevhid anlayisinin ve diger itikadi meselelerinin bu cercevede, darwin denen zeki oldugu kadar da ahmak birisinin attigi tastan dolayi, yeniden yorumlanmasini her firsatta dile getirmek midir? Ya da yazarin surekli yaptigi gibi bunun temel taslarini dosemek midir?
Tuttugunuz agaci birakin ya da birakmayin, 3+1 (hemen daire akliniza geldi degil mi 😏) boyutun otesini gormeye calisin. Olaylardaki adalet, inayet, rahmet ve hikmet boyutunu gormeye calisin! Her olup bitendeki Allah’in ilim, hayat, irade, kudret ve hikmet sifatlarini okumaya calisin! Imaniniz hakikiye tasaffi ederse, agac degil, ormani gelse ne yazar! Vesselam!