ANALİZ | MEHMET EFE ÇAMAN
Onlarca asker öldü, belki de yüzlerce. Gerçekte ne olup bittiğini kimse bilmiyor. Epeydir Türkiye’nin diktatörü veya otoriter lideri diye anılmaya başlayan cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından “civarı” ibaresi kullanılarak sayısı verilen “şehitler” bir tarafta, diğer tarafta binli rakamlara dayanan “öldürülen” veya “etkisiz hale getirilen” ibaresi ardından eklenen “terörist” sayıları, en ince ayrıntısına kadar TSK sitesinde ilan ediliyor. Diğer bir ifadeyle, kendi “şehidini” takriben sayabilen Türkiye, karşı tarafta öldürülen “düşmanı” en ince ayrıntısına kadar sayıyor ve bu derin çelişki anlaşılan kimseyi ırgalamıyor.
Evet, askerler ölüyor. Ölenler bizim vatandaşlarımız, gençlerimiz, çocuklarımız. Neyin uğruna canlarını veriyorlar – sanırım vatan savunması belagatinin fazlasıyla sırıttığının hemen herkes farkında. Açıkça bir askeri operasyon Türkiye tarihinde ilk defa savaş olarak niteleniyor. Üstelik bu savaş, Türkiye’nin saldırıya uğraması üzerine çıkmış değil. Türkiye, Suriye devletinin sınırları içerisinde kendi topraklarını kontrol edememesini sağlayan baş aktör olarak Suriye’yi istikrarsızlaştırdı. Oluşan güç boşluğunu dış aktörler Rusya ve ABD doldururken, içerdeki aktörler Kürtler ve cihatçı İslamcı radikaller etkin oldular.
FRANKENSTEİN KİMİN CANINA MAL OLACAK?
Türkiye, tıpkı kendi canavarını yaratan Dr. Victor Frankenstein gibi, şimdi yarattığı canavarı yok etmeye çalışıyor. Mary Shelley tarafından yazılan başyapıtta anlatıldığı üzere, Türkiye’nin çabası da Dr. Frankenstein gibi büyük çelişkilerle dolu. Başından sonuna içinde benzer dramları barındırıyor. Etik sorunlarla dolu bir başlangıç, ihtiraslarla meşrulaştırılmaya çalışıldı. Victor Frankenstein önce ahlaken ve dinen önündeki tüm normatif sınırlamaları, dizginlenemez ihtirasına yenik düşüp çiğnerken, bunun bedelinin canından çok sevdiği sevgili eşinin yaşamı olacağını, sonrasında da aynı yanlışı bu kez onu hayata döndürmek için yapacağını düşünmüş müydü? Türkiye’yi yöneten karar alıcılar, başta Erdoğan olmak üzere, Suriye’yi istikrarsızlaştırırken ve iç savaşa iterken, yarattıkları “Frankenstein canavarının” kısa sürede Türkiye’yi kıskıvrak kendi kontrolüne alacağını, seri adımlarla bir tür Ortadoğu karadeliğine çekeceğini hesaplamışlar mıydı? Sünnilere liderlik etmek isteyen bir İslamcı muhterisin ve onun peşine takılan, aklı hülyalarının gerisinden gelen, hayatın gerçeklerini ders kitaplarındaki kuramsal modellemeler sanan eksik sosyal bilim eğitimi almış bir üniversite hocasının, pervasızca ülkelerini ateşe atmalarının, Dr. Frankenstein’ın dramından farkı var mı? Osmanlı’nın hinterlandı olarak algıladıkları bir coğrafyada (bu nedenle Lozan’la sorunlular), Türk dizilerinin aldığı reytingin sağladığı yumuşak gücün büyüsüne kapılan ve Dimyat’a pirince giden Türkiye’nin İslamcıları, derin devletle yaptıkları gayrı-ahlaki halvetin neticesi olan gayrimeşru (ve anayasaya aykırı) fiili rejim ile birlikte, içerideki korkunç hukuksuzluklarına, şimdi de adil olmayan bir savaşı ekliyorlar.
Yaratılan bu Frankenstein canavarı, bir kurgusal dram değil elbette. Keşke öyle olsaydı. Keşke bu senaryonun yazarları da tıpkı Mary Shelley gibi, bir roman yazarak kozlarını paylaştırsalardı, hayal güçleri ile realitenin. Oysa sırıtan, acı-acı tebessüm eden korkunç gerçek, Michael Walzer’in “adil savaş” kuramındaki koşullara pek uymuyor. Walzer’in Yahudi kökenli ABD’li bir profesör olması, biliyorum, İslamcı muhterislerin güdümüne kendisini teslim etmiş ideolojik yoldaşlarının şablonlarına pek güzel uyar. Öyle ya, şıracının şahidi bozacı der, çıkarlar işin içinden. Zaten tabanlarının böyle meselelerle yakından uzaktan alakası olmaz. Olmayan gücün şehvetiyle fetih edebiyatı yapan, Suriye’nin dağında-taşında masum Türkiye halkının fakir çocuklarının kanını akıtarak ideolojilerinin ve megali-ideaları olan “alalım düşmandan eski yerleri” faşizminin, “önleyici saldırı” denilen hukuksuzluk konusunu es geçmesine vesile oluşu vakadır nasılsa. Aquinalı Thomas’tan beri tartışıla duran adil savaş, 21. yüzyıl İslamcılarının es geçmek zorunda oldukları bir konsepttir. Teolojik nedenlerle, saldırı savaşını ideolojilerinden ve devlet kuramlarından çıkartamazlar. Dar-ül İslam ve Dar-ül Harp kavramları arasına sıkışan, cihat kavramı ile meşrulaştırılan, erken İslam devlet modeli ile tarihsel pratiğinde mebzul miktarda ampirik kanıt sunan bir konseptin, dinde reformasyon tartışmalarının tehlikeli ve bir o kadar da derin sularına girmeden değişmesi sanırım olanak dışı olacak, bir tür sosyal bilim-kurgu teması olmaya devam edecektir. Kendi dogmalarının değişemeyecek katılıkta olan yapısından dolayı, tüm diğer kültürleri de (başta Batı olmak üzere) antagonist bir güç mücadelesi penceresinden görüyorlar. Hele de dünyeviliğin akçalı işlerine bulaşmış, debelendikçe nasyonalizme, doyamayıp devam ettikçe derin devlete gebe kalan, ihtiras müptelası olmuş karar alıcıların, kendi günahlarının yıkanarak ak-pak edilmek istendiği bir tür “milli savaş”, bir tür çakma “kurtuluş mücadelesi” verilirken, bu tür tartışmalar yapılabilir mi? Afrin’de bombalanan siviller veya vurularak Suriye toprağını sulayan ve oraya düşen şehit askerlerin bedenleri, bir anlam ifade eder mi? Basitçe bir-iki kulaktan dolma slogana indirgenen anti-savaş lobisi veya Türkiye pasifizmi, Türk Tabipleri ile beraber eridi gitti zaten.
MEDYA YOK, KİMSE BEDELİNİ SORGULAMIYOR
Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, uluslararası toplum, aklıselim Türkiyeliler, okumuş-eli kalem tutan yazarı, hocası, gazetecisi – en ufak eleştiri yapan kimse, nasyonalist İslamcı bir tür mutant ideolojinin yargısız infazıyla cebelleşip, ya havlu atıyor, ya kodesi boyluyor. Anayasası olmayan, kanunsuzluğa övgünün 1930’lar kıta Avrupası seviyesine dayandığı bir cinnet ortamında, hak-hukuk mücadelesi veriyor, ilkelerden, kuramlardan, kavramlardan hareketle farklı bakış açıları sunmaya, insanlara yararlı olmaya çalışıyoruz, güruhlar bas-bas “vatan haini” diye bağırırken.
Ölen gençlerin sevdikleri, onların sıcak ellerini tutamayıp tahta tabutlarını görünce başlıyor feryada. O baba, oğlunun naşının taşındığı tabuta doğru istemsizce hamle yaparken, anlıyor övgüsü yapılan çakma “kurtuluş mücadelesinin” esasında ne olduğunu. Tıpkı bize allayıp pullayarak “Kuvva-yı Milliye” diye yutturmaya çalıştıkları İslamcı cihatçı fanatikler (ÖSO) kadar barizce sırıtıyor “haksız savaş”. Kurbanlarıyla sırıtıyor. Yoksa AKP tabanının “reis bizi Afrin’e götür” diye hezeyana gelen kitle psikolojisi içinde, sansür ve para arasına sıkışan Türk medyası sayesinde, kimse savaşın bedelini sormuyor, sorgulamıyor. Kimsenin Afrin’e gideceği de yok zaten, başta reis ve aile efradı olmak üzere. PYD PKK ise eğer, kimse o PYD’nin oraya yerleşmesine neden olan yanlış politikaları sorgulamıyor. O politikaların mimarı “düş-politika” kuramcısı Davutoğlu ve onun hayallerinin altına Türkiye adına imza atan karar alıcı Erdoğan, bugün yaptıkları hataların bedeli olan sonuçlara savaş açarak, ilk hatalarından daha büyüğünü yapıyorlar. Evet, bedelini oğlunu, eşini, babasını yitirenler ödüyor. Zavallı, fakir insanların oğulları.
Bu savaş, hangi etik kriter bazında haklı çıkartılabilir? Yaptığı hatanın sebep olduğu sorunu çözmek için başka ülkenin topraklarında savaşa giren bir yönetimi inandırıcı bulmak için inilmesi gereken asgari cehalet, aymazlık, basiretsizlik ve ferasetsizlik sınırı neresidir? Cicero, Hugo Grotius, Aquinalı Thomas, Michael Walzer bir tarafa, teorik sınırları Necip Fazıl’ın geç-İslamcılık ideolojisinden beslenen güçperest bir yarı cahil karar alıcı ekip ve danışmanlar ordusunun vizyonları, daha doğrusu halüsinasyonları, aynen morfin bağımlısı bir hastanın uyuşturucu sistemine girdiğinde duyumsadığı geçici mutluluk hali gibi, ilacın etkisi bittiği anda yaşanan kaçınılmaz depresyonla sonuçlanacak. Afrin’de en iyi ihtimalle Rus güdümündeki Esad’a bırakılacak bu toprak parçası uğruna feda edilen her bir canın sorumluluğu, anayasa gereği sorumsuz olan bir cumhurbaşkanının anayasasız düzeninde tek karar alıcı olarak vitrinde durduğu bir sistemde, kim tarafından sorulabilir?
Hem jus ad bellum, hem de jus in bello (gerekçesi de yöntemi de) tartışmaya açık bir hukuksuz savaşa methiyeler düzen, cumhuriyetin kutsal mücadelesi Kurtuluş Savaşı’na denk kabul ederek hakaret eden, Erdoğan’a “gazi” unvanı verilmesini önerebilecek kadar şahsiyet sorunlusu goygoycu bir güruhun eski Yugoslavya türü bir tür saldırgan, yayılmacı, tehditkar ve bölgesel istikrarın altını oyan İslamo-nasyonalist faşizminin, Türkiye bakımından yakın gelecekte çok büyük badirelere gebe olduğunu, gidilen yolun çok ağır hasarları beraberinde getireceğini düşünüyorum. Türkiye’de her türlü meşru siyasi kanalı kapalı Kürt halkının, Ortadoğu’daki ayrılıkçı Kürt milliyetçiliğinin ekseninde, kutuplaşan Türkiye sosyolojisinde, yeni bir Yugoslavyalaşma fenomenini beraberinde getirme tehlikesinin bulunduğunu görüp de söylememiş olmanın vebaline girmemek adına, buradan – yine yapabildiğim tek şeyi yaparak – tarihe not düşüyorum. Frankenstein’ın canavarı, bugünün Türkiye gerçeğidir.