YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Bunca hukuksuzluğun hesabının bir gün hukuka geri dönüldüğünde sorulacağı söylenip duruyor. Açıkçası ben de bunu sıklıkla yineliyorum. Fakat bu olanaklı mı? Mümkünse eğer, hangi koşullarda olacak?
Bu soruları sorunca, ister istemez adalet kavramının nasıl işlediği üzerine düşünmek gerekir. Bir görüşe göre bu konu tamamen tekniktir. Bu yaklaşıma göre devletin normale dönmesi, yani ara rejimin sona ermesi, otomatikman hukuku geri getirecektir. Anayasal devlet mimarisine göre devlet restore edilecek ya da yeniden yapılandırılacaktır. Anayasal ve yasal nizam sağlanacak, hukuk işleyecektir. Bu görüş, insan faktörünü ve toplumsallık konusunu ikinci plana atıyor. Ya da hiç dikkate almıyor. Önemli olan bozulan “makineyi” tamir etmektir. Onun operatörü olan – yargıdaki ve yürütmedeki sorumlular – önemli değildir. Bu bakış aslında biraz da Türkiye’de olan hâkim devlete ve bürokrasiye bakışı özetliyor. On dokuzuncu yüzyıldan bu yana sürekli yasal mevzuatını başkalarından yasa tercüme etmekle reforme etmeye çalışmış bir ülkede bunu anormal kabul edebilir miyiz? Türkiye’de anayasacılık da yasa yapma sürecinde temel alınan orijinal kaynaklar meselesi de Batı’dan aktarmaya dayanmakta. Anayasal devlet mimarisi de, yasal müktesebat da bu taklit ve tercüme stratejisi üzerine inşa edildi. Toplumla var olan yasaların dayandığı ahlaki/moral/etik temel değerler arasında yeterince bağ kurulmadı. Ara dönemlerde anayasal ve yasal çerçevenin devre dışı kalmasıyla, mevcut beşeri bakiye ortaya saçılıyor. Gücün tek elde toplandığı istisnalar hukukunun kurumsallaşmış olduğu bir Ortadoğu siyasi kültüründe 100-150 yıl, beşeri dönüşüm için yeterli midir? Türkiye örneğinde bu soruya olumlu yanıt vermek için fazlasıyla Polyannacı olmak lazım herhalde.
Bugün bir ara dönemde Türkiye. Siyasi irade anayasayla ve yasalarla bağını kopartmış durumda. Bir istisnalar rejiminde, yürütmenin yasalar karşısında kendi üstünlüğünü dayatabildiği, gücü sınırlandırılmamış iktidar bir taraftan, toplumda adalete ve hak-hukuka ilişkin yaklaşımın içler acısı hali diğer taraftan, karşımızda dev ve aşılması zor engeller olarak duruyor. Öte yanda muhalefetten de bu konularda sorgulayıcı ve dolayısıyla onarım konusuna yapıcı yaklaşanlar, ana akım değil. İyilerin ve ahlaklıların marjinal olduğu bu siyasal sınıf dahilinden bir restorasyon veya yeniden yapılanma hareketi çıkabilir mi? Bunu beklemek için elde ampirik veri var mı? Ben Türkiye’yi gözlemeyi profesyonel manada, akademik uzmanlık gereği yapan bir araştırmacı olarak bu beklentinin verisel bir zemine oturmadığını rahatlıkla söyleyebilirim.
O halde gelecekte hukuk nasıl onarılacak ve insanlara bekledikleri adaleti sağlayacak? Hukuku oluşturacak olan insanlardır. O oluşturulan hukuku uygulayacak olanlar da insanlardır. Hem oluşturma adına, hem de uygulama potansiyeli olan beşeri sermayenin mevcut olmaması sorunu nasıl giderilecek?
Birçok ara rejim sonrası bir tür kurucu irade bu sorunu aşmaya çalışmıştır. Bu Türkiye’de de böyle oldu. Mesela askeri darbelerden sonra ortaya çıkan ara rejimler, kendi anayasal çerçevelerini oluşturmak için kendi atadıkları kurullar oluşturdular. Bunlar bazen komisyon, bazen bir çalışma grubu gibi işledi. 1961 ve 1982 anayasaları böyle ortamlarda ve koşullarda yazdırıldı. Kurucu evre, bir dönemin sonu ve sonraki dönemin başlangıcı için milattır. Türkiye deneyiminde bu süreçler demokratik biçimde tezahür etmedi. Esas itibariyle cumhuriyetin ilanına giden süreçte de bu irade dayatması oldu ve eski sistemin rafa kaldırılıp tümüyle yepyeni bir siyasal anayasal devlet tasarımı yapılmasına sınırlı sayıda kişilerden oluşan bir ekip karar verdi. Hatta bu tümüyle Mustafa Kemal Atatürk’ün kişisel tercihleriyle şekillendi. Sonrasında devletin inşası gerçekleşti. Tüm deneyimler, eski sistemin sona erişini bir sert ve demokrasi dışı hamleyle hayata geçirdi. Bunu belki baştan planlamadılar, ama hayatın akışı onları bu seçime zorladı ya da bunda karar kılmalarına yol açtı.
Bugün politik sistem bakımından sistemsel düzeyde fiili bir sonla ya da sona ermiş olma durumuyla karşı karşıya olan Türkiye’de noktayı kim koyacak ve diğer sayfayı kim açacak? Bunu hangi güçle yapacak?
Ya da bu bir tür geçiş dönemiyle, seçimler vasıtasıyla gerçekleştirilebilecek bir şey midir? Mesela seçimlerle Erdoğan’ı, AKP’yi, MHP’yi ve Avrasyacı derin kanadı iktidardan etmek ve onların yerine yapıcı ve kurucu bir ekip idaresinde yeniden yapılanmayı devreye sokmak mümkün müdür? Demokratik yöntemlerle geldikleri için demokratik yöntemlerle de gidebilirler tezi ne derece mantıklı ve anlamlı? Elbette idealinin bu olduğundan şüphem yok. Sorduğum soru, bunun gerçekleşme olasılığını test etmeyi amaçlıyor. Önümüzdeki dönemin en can alıcı ve kritik sorusu ve sorunsalı budur.
Demokratik yöntemle, yani seçimler vasıtasıyla Erdoğan ve güç paydaşlarının iktidarı kaybetme olasılıkları gerçekten de var. İhtimalin çok yüksek olmadığını düşünmekle beraber, bu konuda ilkesel bir itirazım yok. İtirazımın olduğu nokta, yerlerine geçecek parti, lider veya grupların restorasyon iradesi taşıyıp taşımadıkları. Yani yönteme dair değil, esasa ve içeriğe dair endişelerim var. Bunun da nedeni yine ampirik durum. Yani var olan realite.
Bugün adalet ve hukuka ilişkin ne CHP’nin, ne İYİP’in, ne HDP’nin ve diğerlerinin net bir reformist pozisyonu var. Daha açık yazayım. En büyük adaletsizliklerin ve hak ihlallerinin yapıldığı KHK’lılar başta olmak üzere, bugünkü “muhalefet” rejimin siyasi gerekçelerle – yani hukuksuz olarak – mağduriyete uğrattığı milyonlarca insanın mağduriyetlerini giderecek genel bir yaklaşım içerisinde değildir. Tüm muhalefetin en fazla söyleyebildiği, suçsuzluğu kanıtlanan, yani beraat eden veya hakkında dava açılmamış KHK’lıların görevlerine iade edileceğidir. Oysa KHK’lar anayasa ve yasaları ezerek, yok sayarak, ihlal ederek çıkarıldı. Muhalefetin çıkıp “bu KHK’lar tüm sonuçlarıyla beraber yok hükmündedir” demesi gerekirken, bunu söyleyemediklerini üzüntüyle gözlemliyoruz. İşte realite derken bunu kastediyorum.
O halde Erdoğan’ın ve ekibinin gitmesi ve onların yerine bugün “muhalif” denenlerden birilerinin iktidara gelmesi neyi değiştirecek? Hukuka dönüşü diskursal boyutta bile dillendiremeyenler, iktidara geldiklerinde cidden anayasal ve yasal bir iyileştirme ve reform sürecini başlatacaklar mı? Diğer bir ifadeyle, devleti restore edecekler mi?
Daha esasa ilişkin ve sistemsel boyutta sorunlardan da bahsetmek gerekiyor. Örneğin, Kürtlerin haklarının ve anayasal-yasal güvencelerinin sağlanacağına ilişkin bir beklenti gündemde mi? Bugün geçerli olan yaklaşım, 100 yıldır süregelen Türk-üstünlükçü, asimilasyoncu modelin dışında bir yönelim imkânı ortaya koymuyor. HDP içinde bu yönde bir talep dillendirilse de, onlar da örneğin KHK’lılar, Gülen Cemaati’ne ilişkin sistematik ihlaller ve cadı avı, 15 Temmuz diskuru, Ergenekon süreci gibi konularda net bir tutum izlemiyor.
Tartışmanın ana merkezi, herkesin kendi gibi olanların hakkına ve hukuka sahip çıkmak istemesine dayanıyor. Kimse “ötekilerin” hakkı ve hukukuyla alakadar değil. Hatta bilakis çoğunluk kendileri gibi olmayanların tekerleklerine çomak sokmaya çalışıyor. Oysa hukuk ya herkese eşit uygulanır, ya da hukuk sandığınız şey hukuk değildir. Kendine özgürlük, hak ve hukuk talebi, özgürlük, hak ve hukukun doğasına aykırıdır. Eğer sadece kendiniz gibi olanlara özgürlük, hak ve hukuk talep ediyorsanız, bu demokrasiye değil, otoriter bir rejime götürür. Şu an zaten otoriter bir rejimle mücadeleyi konuşuyoruz. Eğer bu mücadelenin sonunda başka bir otoriter rejim ortaya çıkacaksa, bu sadece yeni rejimin taraftarlarının yararınadır. Fakat tüm toplumun yararına değildir. Dolayısıyla sorun sona ermez, sadece ana yönelim ve def kitleler değişir. Zaten Türkiye’de son 100 yıldır süreklilik gösteren otoriter eğilimlerin ana nedeni de budur.
Her tür adalet ve hak, ötekine adalet ve hak götürmekle test edilir. Ötekilerin veya iktidar sahiplerinin değişim göstermesi, bir ülkenin politik sisteminin demokratikleşmesi ve bir toplumun uygarlaşması anlamına gelmez. Adalet ve hak, kapsayıcı olmak zorundadır. İstisnalar rejimi sürekli kendisine yeni mazlumlar üretir. Bugün mazlumken yarın zalim olmak, nihai kurtuluş değildir. Sonuçta geçici dönemler rahatlama olsa bile, bu bir grubun sürekli kendisini güvende hissetmesini sağlamaz. Önemli olan herkesin hep birlikte adalete ve hukuka kavuşmasıdır. Adaletin tesis edilmediği bir yerde seçimsel demokrasi de hiçbir ilerleme getirmez. Sadece çoğunluk diktasını – ve toplumsal fay hatlarının derinleşmesini – tetikler.
Sonuç olarak özetlemek gerekirse: Devlet aparatı tamir edilmeli ve yeniden yapılandırılmalı. Hukuk sadece tercüme iyi metinlerle sağlanmaz, uygulama önemli. Bir veya birkaç gruba adalet sağlamak ve “ötekileri” ezmeye devam etmek adalet getirmez, otoriter sistemi devam ettirir. Muhalefetin bunlara kafa yormaması ve bunları benim gibi bir akademisyenin belki birkaç yüz kişi tarafından okunacak bir yazıyla ifade etmek durumunda kalması son derece endişe verici bir durumdur.
Çok teşekkürler, dile getirilmesini istediğim bir konuyu kaleme almışsınız.
Bir konuyu merak ediyorum, iyi ve ahlaklı olan nasıl marjinal olur? Marjinal olunca da iyi ve ahlaklı olmaya devam edebilir mi?
Başta Kürdistan ve Kürdçe olmak üzere birçok toplumu yok sayan Türkiye devletinin kuruluşu meşru değil. Bu düşünceyle hareket edip haksızlığın ortadan kalkması gerekiyor. İşte o zaman belki birçok sorun çözülür.
Tekrar tekrar okuyorum bu yazıyı.
Adalet eski alışkanlıklarla gelmez. Adalet, 40 yıldır işe yarar bir icraat yapmamış ve zulmün yapılması için açıktan veya örtülü destek vermiş siyasetçiler ve bürokratlar ile gelmez. Adalet mevcut yasalarının paspas edilmesini “ben ekmeğimin peşindeyim” diye kaytaran bir toplum ile gelmez. Adalet, “çalıyor ama çalışıyolar” ve “bırakın biribirlerini yesinler” diyen bir topluma gelmez. Adalet, köyleri yakılan, insanları katledilen, malları yağmalanan bir kesimin acısını görmezden gelen ve çoğu zaman da oh olsun diyen bir topluma gelmez. Adalet siyasi irade olmadan gelmez.
Adalet kendiliğinden gelmez, onu getirecek ne siyasi bir irade ne de bir ahlaklı bir toplum var görünürde
Devletin otoriteleşmesi ile insanın otoriteleşme arasındaki bağ, bağ olduğunu düşünüyorum, otoriter insanlar yüzünden mi devlet otorileşiyor yoksa devletin otorileşmesi mi insanları otoriteleştiriyor. Bence doğru cevap birincisi. Çünkü insan bir varlıktır ama devlet soyuttur. Devlete otoriter karakterini kazandıran otoriter insanlardır. Yani düzeltilmesi gereken otoriter insanlardır. Yani otoriteden kastettiğim bir insanın başka bir insana hakkını vermemesidir. Bu o kadar zor gelirki insana, bunu bastırmak için otoriter davranışlar gösterir. Faşistçe, hukuksuzca uygulamaları savunur. Bu otoriter tutumu devlete taşır ve devlete kendi karakter özelliğini yerleştirir. O yüzden bahsettiğiniz birinci tartışma yöntemi olanaksızdır. Yani sistem değişikliği çözüm olamaz. İnsanlar karşısındakine hak vermeyi öğrenene kadar hangi sistemi getirirseniz getirin işe yaramaz. Diyelim nato müdahale etti ve türkiyeye demokrasi getirdi. Ben biliyorum ki komşum yarım bıraktığı işi tamamlamak istiyor. Sadece demokrasi geldiği için yapamıyor. Yapmak istediği korkunç şeyleri hiç sorgulamıyor, insani bir mücadeleye girişmiyor. Onu sadece azda olsa varsa eğer hukuk engeller birde dış güçler duruma itiraz ediyorsa onlar engeller. Yani insan değişmediği müddetçe nasıl olur da bir umut bekleyebiliriz. Elbette baskı kalktığında olup biteni anlatma fırsatı doğacaktır. Ama insanlar öyle davranıyorlar ki sanki hep kendi yapmak istedikleri şey yani dini bilinçlenme çabalarını yok etme dürtüsünü içlerinde yaşıyorlar ve devletin yaptıklarını hoş karşılıyorlar. Nato gelse demokratik hukuk devleti kursa diyelim, bizde öyle bir çaba göremiyorum, bu şeytanlaşmış insanlardan artık emin mi olacağız? Gerçek bir hukuk devleti kurulsa bile kurumlarda aynı zihniyetteki insanlar var olacak. Kendimizi kandırmayalım. Cemaati rol model alsalardı keşke. Bir insan nasıl ele alınmalı öğrenselerdi. Aslında cemaati yok etmek yerine örnek almaları gerekir. Fakat cemaat onları rahatsız eder. Bu cemaatin onlara karıştığı anlamı çıkarmamalı. Cemaatin peygamber gibi görev yapmaya çalışması onları rahatsız eder. Çünkü Allahı hatırlatıyor, cehennemi hatırlatıyor. En önemlisi de sevgiyi hatırlatıyor. Sevgisizlik başlarına vurmuş hep kavga hep kavga. Sanki evrim teorisi türkiyede deney olarak uygulanıyor. Üstün ırkın ortaya çıkması ve zayıfların seleksiyona uğraması ile ayakta kalabilenler üstün kavga etme yeteneği kazanıyor. Sevgi ile karşılaşınca sevgisizlik üzerine kurulmuş yaşamları reaksiyor veriyor. Tepki veriyor ve kendini korumaya alıyor. Cemaatin olmadığı yerde zulmun ne kadar yaygın olduğunu gördüm. Demek ki bu içlerdeki kokuşmuşluk o zaman da vardı ama dışarıda kendini ifade etmekten çekiniyordu. Çünkü sevgi hakimdi. Sanki insanlar ortaklaşa anlaşmış gibi bu sevgiyi yok ettiler. Kaotik insanların ortak noktası sevgisizliktir. Çünkü öğretilmemiştir. En çok atatürkü sevme konusu açılır. Müslüman bir kadına sen atatürkü seviyormusun diye dayatmada bulunabililer ama dikkat edilirse o eylemlerinde yani soruda karşıdakine bir düşmanlık sezinlenir. O yüzden bünyesi düşmanlık ile dolu olduğundan kendisi bile ben atatürkü seviyorum diyemez. Zaten onlara öyle bir baskı yapılıyor ki devlet onlara atatürkü seviyormusun diye sormaz. Çünkü kemalistler atatürkü sevmek zorundadır zaten. O yüzden kimse kemaliste sen atatürkü seviyormusun diye sormaz. Kesinlikle eminim ki otoriter rejimlerin ve otoriter insanların cemaate düşmanlığı sevgisizlik nedeniyledir. Ama bunu müslümana bu şekilde yansıtmayacağından yansıtma tamamen kendi içindeki düşmanlıkları cemaate yansıtma şeklinde bir davranış geliştirdiler. Müslüman bir kadına sen atatürkü seviyormusun diye sormalarının nedeni müslüman bireyin atatürke düşman olduğu zannetmeleridir. Kendilerinin atatürkü sevmesinin, aslında sevgi yok demiştik, nedeni de müslüman olmamalarına bağlamaktadırlar. Kendi içlerindeki kokuşmuş duygu ve düşünceleri müslümanın üzerine kusuyorlar. Sonra da bakın ne kadar da pis diyorlar. Halbuki pis olan kendi içleri, sevgisizlik kendi başlarının belası. Fakat ben de elimi uzatayım demek istemiyor. Yani pisliği ile birlikte yaşamayı tercih etmiş. İşte bu insanların müslüman karakterleri baskı altına almaya çalışmaları ve bunların devletteki uzantılarınında aynı baskıyı göstermesi bir sinerji doğurmaktadır. Bu insanların temel dayanağı güçtür yani devlettir. Devlet islamcıların elinde olsa bile kemalistlerin çıkarına hizmet ediyorsa o devleti destekliyorlar. Eğer devlet yanlışlıkla iyi insanların eline geçerse o zaman bu otoriter tipler kalabalıklar arasına karışıp kendini gerçekleştirme yani düşmanlık yapma fırsatı tekrar doğana kadar bekleyeceklerdir. Tabi paranoyadan kurtulamayacaklardır. Yani ‘düşmandan, korkma içlerinde hep duracaktır. Kötülük sanrılarını düzeltmek varken o sanrıları hep hedefteki insanlara yansıtacaktır. Aslımda düşman olan kendisi ama bunu yansıtma metoduyla sanki düşman olan karşısındakiymiş gibi korkuya kapılmakta. Ve bu düşünce onu canından bezdirmektedir. Sürekli bir korku hali ne kadar rahatsız edici. Çünkü insanlar içinde yaşıyor ve insanlar bu düşünceyi fark ederse ona saldırmalarından korkar. Aynı korku hali otoriter devletlerde de var. Korkusunu otoriterleşme ile kontrol altına almaya çalışıyor. Yasaklamalar, hatta korkutmalar, tehditler gibi yöntemlere başlıyor. Otoriter insanlar kendi bedenlerine, haklarına zarar geleceğinden korkarken otoriter devlet ise devletin kendi elinden çıkmasından korkuyor. Ve bu bir kısır döngü halini alıyor. Otoriterleştikçe insanlarda memnuniyetsizlik artıyor, memnuniyetsizlik arttıkça insanları kontrol altına almak için otoriter şiddetin dozu artıyor. Bu bir kısır döngüye girdimi bunu daha kimse kurtaramaz. Otoriter insanlar nasıl bir kısır döngüye giriyorsa, eşşek kadar devletler de öyle kısır döngüye giriyor. Ve hep aynı davranış kalıbını gösteriyorlar. Çünkü insan psikolojisinin işleyiş mekanizmaları var. Hayvanları bu mekanizmalar üzerinde aslanı bile terbiye ediyorlar. Bu mekanizmaları çözen akıllı insanlar otoriyer devletler ile daha iyi çıkar ilişkisi kurmaktadır. Güçler ayrılığın ve demokrasinin olduğu bir yerde liderlerin çıkar ilişkisi kurması zordur. Kursa bile basın ve hukuk peşini bırakmaz. Bakıyorlar belki gizli deneyler yapıyorlar türkiyede ve insanların kafalarının psikolojik işlemler sistemini çözüyorlar. Sonra senaryoyu kurup işlemesini bekliyorlar. İnsanlar olup biteni dışarıda seyrederken aslında bilmiyorlar ki kendi kafalarının içindekileri adamlar çözmüşler, uyguluyorlar. İnsanlar ise hala dışarıda arıyor olup bitenleri. Aslında soykırıma en büyük desteği insanlar kendileri veriyorlar. Soykırım insanların düşmanlık yönelimleri üzerine kurulmuştur. Toplumda karşılığı olduğu muhtemel gizli anketlerle açığa çıkarılmıştır. Mesela soykırım projesini şimdiki almanyada yapabilir mi o karanlık ruhlar. Almanların güçler ayrılığını elinden alabilirler mi? Düşmanlığı tsk ya kadar uzattılar. Düşmanlık tsk nın tasviyesi ile sonuçlandı. O kadar düşmanlık insanlarda birikmiş ki bunu içinde taşımak çok zor olsada bunu sevgiye tercih ettiklerini gösterdiler. Bir imtihandı bu. Hangi tarafı seçeceksin diye. Yığınlar seçimini yaptı. İmtihan muhtemelen amacına ulaştı. Bu arada seçim cemaat ile tayyip arasında olmadı. Seçim hukuk devleti üzerinden oldu. İnsanlığı, adaleti seçenlere karşılık hukuksuzluğu, hırsızlığı seçenler. İnsanlar bunun hala cemaate karşı bir kavga olarak görüyorlar. Söz konusu olan cemaat olamaz. Söz konusu olan kendi kurdukları devletlerinde kendilerinin hukuktan, ab kriterlerinden vazgeçmeleridir. Eylemi yapanlar hukuksuz haram yiyenlerdir. Burada cemaat söz konusu değildir. Hukuksuzluğunu cemaate kustular ama buradaki asıl eylem hukuksuzluk, hırsızlıktır. Cemaat pasiftir. Hukuksuzluğa maruz kalmaktadır. Eğer cemaat suçlu olsaydı gerçekten yargılanırdı ama tek bir suç unsuruna rastlanmadı. Bu hukuksuzluk kendilerini dünyaya kapatmaya neden olmaktadır. Zaten insanlarla iletişime girmekten kaçınıyorlar. Hep önceden hazırlanmış yapay ortamda yayın yapmaktadır. Tıpkı 15 temmuzda ki gibi özel hazırlanmış güzel mekanlar seçilmektedir. Hep yapay ortamlar. Gerçek ortamlarına bir şahit olsak varya neler neler duyarız. Demokratik rejimlerde bu tip karanlık noktalar pek bırakılmamaya çalışılır. Bizim için hayat hep düşmanlık üzerine kuruludur. Bunu normal bir yaşam olarak kabul etmişiz. Cemaat kendini hukuka dayadı. Maalesef cemaati koruyacak yada başkaların hakkını koruyacak insan çıkmadı. İnsanlar bile bile sevgiyi değil, hukuksuz devleti seçtiler. Cemaat diye bir yapı yoktur diyebiliriz. Tek tek insanlar vardır. Ortak özelliklerden dolayı insanların nir araya gelmesi normaldir. Orduya sızma diye bir suç olmadığına göre 15 temmuzu planladılar. Burada iki taraf eyleme geçti. Birisi hukuksuz devlet diğeri de oh olsun diyenler. ‘Cemaatten’ size de oh olsun diyeni de duymadım. Cemaat diye bir şey canlandırmaya çalışıyorlar, terörü üzerine yıkıyorlar, darbeyi, faili meçhulleri yıkıyorlar. Yani herkes pisliğini kusuyor. Burada esas olan kusanlardır. Ve hukuk.