‘Adalet ağını’ delenler ve takılanlar ülkesi… 

UĞUR TEZCAN | YORUM

Türkiye gibi her konuda düzensizliğin, istikrarsızlığın, adalet duygusu yoksunluğunun ve dengesizliğin hâkim olduğu bir toplumda sosyal medyanın da artan etkisiyle çıban gibi bir anda büyüyüp patlayan, ancak kısa bir süre içerisinde hızlıca unutulup gidilen gelişmeler çok olur. O nedenle olsa gerek; gençlik yıllarımdan beri okuduğum birçok gazeteci ve yazarın neden değişik vesilelerle, “Biz balık hafızalı bir toplumuz.” dediklerini zaman geçtikçe daha iyi anlamışımdır. Benim çocukluk yıllarımdan itibaren toplumun gözlemlemeye çalıştığım bir yönü olmuştur bu hep.

Etrafımdaki insanların bazı politik, ekonomik ve güncel gelişmeler ve birtakım haksızlıklar karşısında sanki fikir birliği etmişçesine nasıl bir anda suskunlaştıklarını, tepki üretemediklerini hep sorgulamış ve bunu büyüklerimle de paylaşmışımdır. Zamanla bunun sadece bir ‘hafıza’ meselesi olmadığını, bir karakter yoksunluğu, nemelazımcılık, ilkesizlik, sistemsizlik, güven yoksunluğu, ümitsizlik ve öğrenilmiş korkaklık gibi kanallardan beslenen bir toplumsal hastalık olduğunu anlamıştım.

Yani o yazarların “Toplumsal hafıza yok, hemen unutuluyor!” tarzı söylemleri yaşanan toplumsal krizi gerçek boyutlarıyla anlayıp analiz etmekte son derece yüzeysel kalıyordu. Bu tarz yaklaşımların çoğunun birçok aydın ve siyasetçi açısından küçümseyici bir kullanım tarzı vardı ve adeta kahvehane konuşmaları nispetinde, insanları aşağılamak maksatlı anlık hissiyata dayalı bir “aydın” hayıflanması nispetinde idiler.

Bunları söylerken ülke insanının ve ülkedeki o hafıza noksanlıklarına sebep olan toplumsal ve sistemsel eksiklik ve sorunların çözümüne dair ciddi bir endişeleri veya bunu değiştirme gayretleri olmadığını büyüdükçe gördüm. Oysa bir toplumun hafızası da aydınlarıdır, toplumu yukarıda özetlediğim hastalıklarından kurtaracak olan sorumlu ve ehliyetli kişileri de! 

Bizdeki aydınlar ‘biat’ etmeye meyilli!

Ne var ki, Türk aydını genel anlamda halkını eğitmeye ve yetiştirmeye çalışan değil, ona karşı bir üstünlüğe sahip olduğunu düşünen bir türdür ve konumunu idame ettirmek adına da hâkim güç olan kişilere veya gücü temsil eden devlet aygıtına biat etme eğilimine sahiptir.

Neyse konumuza dönelim…

Birçok ciddi gelişme oluyor; fakat bunların önemli bir kısmı çok kısa bir süre içerisinde unutuluyor veya unutulmuş gibi yapılıyor. Sadece duygusal olaylar değil; ortaya saçılan hırsızlıklar, yolsuzluklar, cinayetler, yalanlar bile birkaç gün içerisinde aynı kaderi paylaşıyorlar; peşlerinden koşulmuyor veya sanki hiç yaşanmamış gibi tavırlarla üzerleri toprakla örtülüp geçiliyor. Sadece kahvehane köşelerinde veya ev ziyaretlerinde etrafındakilere bilmişlik taslayan birkaç insan tarafından birkaç dakikalığına hatırlanıyor.

Olmadı çok ilkeli imiş gibi tavırlar takınmaya çalışan bir ‘aydın’ tarafından kokteyl köşelerinde bahsedilip geçiliyor, o kadar. Kim bilir bu belki de ilkesiz ve vicdanı körelmeye başlamış bir toplumun yaşanan travmaları ve anlık korkuları özellikle unutmaya, kabullenmemeye çalışarak hayata tutunma adına verdiği bir varoluş mücadelesi ve yöntemidir! Gelin buna ‘toplumsal ilkesizlik sorunsalı’ gibi bir isim verip geçelim.

Toplumun bu yönlerini çok iyi bilen siyasiler veya ilgili kişiler toplumdaki bu genel eğilimi iyi okudukları için birçok hadisenin üzerine gitmezler, gerekmedikçe açıklama yapmazlar ve olayların takipçisi olmak yerine konuyu hemen ademe mahkûm ederler. Çünkü çok iyi bilirler ki halkın büyük çoğunluğu o tepkileri anlık hissiyatlar ile, topluma hâkim olan aşırı ve ilkesiz duygusallık üzerinden verirler.

Salih insanlar, ‘karaktersiz’ toplumlarda barınamaz

Her daim hakikati kovalayan vicdan, o hakikat yolunda ilerlemeyi sağlayan sabırlı, ilkeli ve prensipli hareket edebilme kabiliyeti ve o yolu aydınlatan (cehaletten de koruyan) ilim o toplumda yer edinebilmiş ve halihazırda bir kabiliyet bütünü oluşturabilmiş yani karakter kıvamını alabilmiş değildir. Kısacası böyle bir toplum salih insanlardan müteşekkil salih bir toplum derecesine ulaşamamıştır. Böyle bir toplumda zaten salih insanlar uzun süre barınamazlar, bir vesile ile o bünye onları sanki bir hastalıkmışçasına kusar, içinde barındır(a)maz! 

Böyle bir toplumda zaten adalet duygusu da yok olmaya yüz tutmuştur. Adam kayırmacılık, fırsatçılık, bencillik, hemşericilik, kabilecilik, tarafgirlik, rüşvet ile iş görme ve benzeri tüm toplumsal hastalıklar iliklere kadar işlemiştir. Salih insanlar böyle toplumlar içerisinde ciddi bir tehdit unsurudur. Bu zihniyette olup gücü elinde tutan kesimler içinse onlara varoluşsal kaygı travmaları ve kin duyguları yaşatan başaktörler ve kurtulunması gereken birer hedef konumundadırlar. 

Honore de Balzac, “Kanunlar örümcek ağları gibidir: Zayıflar ağa yakalanır, güçlüler ağı delip geçer.” derken elbette haklıydı. Ne var ki Türkiye gibi toplumlarda bu söz çok eksik kalır. Çünkü bizimki gibi bir toplumda gerçeği asıl yansıtan hakikat toplumda, zayıfıyla-güçlüsüyle, herkesin ağırlıklarına göre o adalet ağını her fırsatta özellikle delmeye çalışıyor olması gerçeğidir. O ağı ne kadar delebilme gücünüz varsa o kadar saygı ve itibar görürsünüz. Zira öyle bir ortamda insanlar birbirlerine de adalete de saygı duymazlar ve güvenmezler, kendilerini adaletten ve etraflarındaki “ötekilerden” üstün ve ayrıcalıklı görürler ve hep o kıvamda bir bencillik karadeliğinin çekim alanında yaşarlar.

Ben, toplumun en altı kabul edilen kesimlerinde büyüdüm ve en üst denilen kesimleri arasında da okudum ve çalıştım. Bir çoğunuz gibi toplumu geniş bir yelpazede inceleme ve tanıma fırsatım oldu yıllar boyunca. Cebine bir vesile ile üç kuruş fazla para giren bir fakirin bile başka bir fakiri nasıl hor ve hakir gördüğünü, ondan daha çok şey hak ettiğini düşünmeye başladığını bizzat yaşayarak gördüm. Amerika’ya geldiğimde bile derisinin ten rengi kendisininkinden bir ton daha koyu diye başka bir siyahi insanı aşağılayan ve dışlayan zenciler bilirim. Bu, insan olmakla da alakalı temel bir problem!

Toplumu ‘ninniler’ söyleyerek uyutuyorlar

Sosyal medya kullanımının artması ile eski dönemlere göre toplumsal tepki mekanizmalarının biraz daha organize kabiliyeti kazandığı ve küçük de olsa bir etki gücüne kavuştuğu ihmal edilemez elbette. Ancak Türkiye özelinde, yukarıda özetlediğim reflekslerin ve bahsettiğim toplumsal ilkesizlik sorunsalının etkisiyle bu sosyal medya tepkileri bile anlık parlayıp hemen sönüveren barut alevlenmelerinin ötesine geçemiyor maalesef!

Toplumu iyi tanıyan güç ve algı odakları bir iki göstermelik yara bandı nevinde açıklama yaparak konuyu ustaca taktiklerle ademe mahkûm etmeye çabalıyor ve toplumun o ilkesizlik yatağı üzerinde uykuya dalıp konuyu unutacağı umuduyla ninniler söyleyip duruyorlar. Kısa bir süre sonra da o olay unutuluyor ve ne muhalefeti ne de garibana karşı şahin ama güce karşı süt kuzusu olan gazetecileri konuların takipçisi olmuyorlar. Yani toplum unutsa da kendileri unutmaması gereken kişiler en başta susanlar oluyorlar.

Başlıkta da okuduğunuz gibi geçenlerde ünlü bir yazar bayan, 17 yaşındaki ehliyetsiz sürücü olan oğlunun yazara ait bir araç ile bir kazaya karışıp bir kişinin ölümüne başkalarının da yaralanmasına sebep olması üzerine oğlunu ivedilikle önce Mısır’a sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne kaçırdı. Hadise karşısında o alıştığımız anlık toplumsal tepki seli yine ortadaydı ancak yine bir barut misali parlayıp sönüverdi. Aradan henüz bir ay gibi bir zaman geçti ama görebildiğim kadarı ile konunun takipçisi olan ne bir gazeteci ne bir siyasi ne bir devlet savcısı ve devlet aygıtı var ortada ne de bunlardan hesap soran bir ‘duyarlı vatandaş’ kitlesi. Zaten bir TV programına demeç veren yazar bayan bile oğlunu neden kaçırdığını anlatırken annelik duygusu ile kaçırdığını iddia edip ardından da “olay şimdi sıcak, biraz zaman geçsin, kana kan olmasın, adil yargılama olacaksa geliriz” tarzı cümlelerle aslında konuyu ademe mahkûm etme stratejisi izliyor.

Adalet sistemi raydan çıkmış

İşte bu noktada yazıya temel olan en kritik noktaya geliyoruz. O da ülkedeki kokuşmuş adalet sisteminin gücün ve sınıfsal oluşumların ellerinde nasıl eğilip bükülebilen bir konuma geldiği ve seçici geçirgen bir yapıya dönüştüğü gerçeği. Kaç yıldır değişik vesileler ile adalet sistemindeki birtakım noksanlıkları ve bunun nedenlerini kendimce irdelemeye çalıştım. Tekrar etmeyeceğim. Nihayetinde, o etkili ve sınıfsal ayrımcı kesimlerden çıkma bir annenin annelik duygularının arkasında sergilediği gerçek refleks, o adalet sisteminin boşluklarından yararlanabileceği ana kadar zaman kazanma taktiği gibi görünüyor. Güvensizlik olarak ifade ettiği şey aslında herkesin adalet sistemine karşı yaşadığı o güven kaybı.

Adalet sisteminin Erdoğan ve hükümeti elinde iyice oyuncak haline geldiği böyle bir dönemde karşı mahalleden birisi o rayından çıkmış sistemin kendisine kontrolü dışında ve hazır olmadığı bir hızda çarpmasından endişe ettiği için hızlıca yurt dışına kaçabilmesini sağlayacak olan iç kanalları ile bu ilk adımı atmış ve konuyu sistem içindeki ulaşabilecekleri yani güvenebilecekleri kişiler ile yürütebileceği ana kadar da zaman kazanıyor. Zaten böyle bir toplumda konu ademe mahkûm edilip, barut söndüğünde ve adalet sistemindeki açıklardan beslenen mafyalaşmış dokular ve rüşvet çarkları işin içine sokulduğunda olmaz denilen şeyler olabiliyor. Böyle bir hadisenin yıllar evvel Erdoğan’ın oğlunun başına da geldiği ve olayın üzerinin örtülüp oğlunun yurt dışına kaçırıldığı yönünde çok ciddi ve yalanlanmamış iddialar var. Yalanlanmamış olması da zaten altını çizdiğim o ‘ademe mahkûm ederek unutturma’ taktiklerinin bir gereği. Konunun özü anlaşıldığı için burada keseceğim.

Umarım, yıllardır hep tekrarını izlediğimiz ‘adalet bükücülüğü’ hakikati konusunda bu sefer yanılırım ve bir kişinin ölümüne sebep olmuş olanlar da iddia ettikleri gibi gelirler ve adalete teslim olurlar. İzleyip göreceğiz!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin