YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
Türkiye, II. Dünya Savaşı’nın sonlarında ortaya çıkan Sovyet tehdidi karşısında ABD ile yakınlaşarak Batı ittifakının bir parçası olmayı seçmiş ve NATO üyesi olmuştu. Sonrasında 1950’li yıllar boyunca Sovyetlere karşı Batı’nın “ileri karakolu” konumunu üstlenmişti.
Bu ilişkilerin bir başka yansıması Türk-Amerikan ilişkilerinin sürekli gelişmesi oldu. Türkiye’yi “küçük Amerika” yapmak isteyen Adnan Menderes, ABD ile meclisten onay bile alınmayan “gizli” ve sayıları yüzü bulan ikili anlaşmalar yapıyor, askerî ve ekonomik yardımların etkisiyle ülkede Amerikan nüfuzu hızla artıyordu. Celal Bayar, 1954’te ABD’yi ziyaret eden ilk Türk cumhurbaşkanı oluyor, Eisenhower da 1959’da Ankara’ya gelerek “Türkiye’yi ziyaret eden ilk ABD başkanı” unvanını elde ediyordu.
Türkiye artık ABD’nin uydusu gibi hareket ediyor ve dış politikada Batı’nın tercihlerine tam bir uyum gösteriyordu. Bu nedenle Menderes iktidarı, kamuoyunun hassasiyetlerine rağmen Cezayir için yapılan “self determinasyon” oylamasında çekimser kalmış, Süveyş krizinde de Mısır’ın karşısında yer alarak İngiltere ve Fransa ile hareket etmişti.
BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️
STRATEJİK ORTAK
Türkiye, kendisini ABD nezdinde “stratejik ortak” olarak görüyor, Sovyetler Birliği karşısında hiçbir zaman yalnız bırakılmayacağını düşünüyor, Sovyet tehdidine rağmen aynı politikalar devam ettiriliyordu.
Türkiye, Suriye’nin Sovyet rejimiyle yakınlaşması üzerine sert tepki göstermiş, Sovyet lider Kruşçev, Türkiye’yi tehdit edince ABD de bir saldırı durumunda Türkiye’ye “bütün gücüyle” yardım edeceğini açıklamıştı.
Soğuk Savaş yılları Amerikan-Sovyet rekabetinin her alanda yaşandığı bir dönemdi. Bir devletin attığı adıma diğer devlet, müttefikleri nezdinde itibar kaybetmemek için hemen cevap verme ihtiyacı hissediyor ve bu yarış dünyanın her yerine yansıyordu.
Sovyetler 1957’de Sputnik adlı dünyanın ilk yapay uydusunu uzaya fırlatmış ve ABD’nin uzay yarışında bir adım geride kaldığı ortaya çıkmıştı. Bunun üzerine ABD, müttefiklerinin gözünde itibarını artırabilmek için Avrupa’ya Sovyetleri hedef alan “orta menzilli füzeler” yerleştirmeyi teklif etmişti. NATO üyesi ülkelerin çoğu bu teklife, bu durumun üzerlerindeki Sovyet tehdidini artıracağı düşüncesiyle sıcak bakmadı.
Türkiye, İtalya ve İngiltere ise füzelerin yerleştirilmesi teklifini kabul ettiler. Türk Hükümeti; “Jüpiter Füzeleri” denilen bu füzelerin yerleştirilmesiyle Türkiye’nin askeri gücünün artacağını, Sovyet tehdidinden daha iyi korunacağını, ülkenin stratejik öneminin artacağını, Amerika ile ilişkilerin daha da gelişeceğini düşünüyordu.
JÜPİTER FÜZELERİ
Menderes Hükümeti ile ABD, 1959 yılı Ekim ayında 15 Jüpiter füzesinin Türkiye’ye yerleştirilmesi için anlaştılar. Anlaşmaya göre füzelerin sahibi Türkiye olacak ancak başlıklar ABD’nin kontrolünde olup iki tarafın ortak kararı ile kullanılabilecekti.
Jüpiter füzeleri ile Türkiye, büyük bir risk alıyor ve Sovyetlerin tepkisi gecikmiyordu. Kruşçev, 1962 Mayıs’ında ABD’nin Türkiye’ye füze yerleştirmesini kınayarak bunun karşılıksız kalmayacağını açıkladı. 1962 Temmuz’unda ise ABD, misilleme olarak “Sovyetlerin Küba’ya füze yerleştirdiğini” tespit etti. Böylece ABD doğrudan Sovyet füzelerinin hedefi oluyor ve Jüpiter füzeleriyle başlayan gelişmeler, Küba krizine dönüşüyordu.
Türkiye’de ise 27 Mayıs darbesi ile Menderes iktidarı devrilmiş, ülkenin yönetimini üstlenen askeri yönetim ABD’nin desteğini almış ve ikili ilişkiler aynı çerçevede devam etmişti. Seçimler sonucunda kurulan İsmet İnönü’nün koalisyon hükümeti de benzer politikaları devam ettirmişti. ABD’de ise Kennedy, başkanlık görevini üstlenmişti.
SSCB’nin Küba’daki füzeleri, Türkiye’deki Jüpiter füzeleri kaldırıldığı taktirde sökeceği açıktı. Böylece ABD ile Sovyetler arasında pazarlık süreci başlıyor ve Türkiye, detayını bilmediği bu pazarlığın temel konusu oluyordu.
Türkiye’de hem koalisyonu oluşturan partiler hem de muhalefet ve kamuoyu, “Amerikan taraftarı” bir tutum sergiliyor ve ABD’nin kesinlikle geri adım atmayacağını düşünüyorlardı. Başbakan İnönü ve gazete yazarları da adeta “tek ses” olarak benzer görüşler ileri sürüyorlardı.
Türk kamuoyundaki Amerikan taraftarlığının önemli bir göstergesi, “Kim” dergisinin kriz sonrasında Kennedy’yi “Yılın Adamı” seçmesiydi. Bu sırada Kennedy yüzünden bir cinayet bile işlenmiş, Kennedy aleyhinde sözler sarf eden Süleyman Toytekin isimli bir vatandaş, çıkan tartışmada Yaşar Karaca adlı kişi tarafından öldürülmüştü. Bu tür vakalar sadece hükümetin değil halkın da ABD’yi “fanatik” bir şekilde desteklediğini gösteriyordu.
Elbette bunda, o zamanlar çok etkin olan radyo yayınlarının ve basının etkisi çok fazlaydı. Bu süreçte Milli Türk Talebe Birliği ve Türk Kemalistler Teşkilatı başkanları ve çeşitli toplum kesimlerinden pek çok kişi ABD Elçiliği’ne gidip Kennedy’ye destek verdiklerini ilan etmişlerdi.
KÜBA KRİZİ
ABD ise büyük bir ikilem yaşamaktaydı. Küba’ya yerleştirilen füzeler doğrudan ülkeyi hedef almakta ve şimdiye kadar çok uzak olan Sovyet tehdidi, ilk defa bu kadar yakından hissedilmekteydi. Bu durum ABD’yi taviz vermeye zorluyor, buna karşılık müttefiklerinin ABD’ye güveninin sarsılması gibi bir ihtimal ortaya çıkıyordu.
Bu sırada ABD ile Sovyetler arasında füze pazarlıkları başlamıştı. Türkiye ise “müttefiki” ABD’nin kendisinin onayı olmadan böyle bir karar vermeyeceğini düşünüyordu. ABD de bir pazarlığın olmayacağını bildirerek Türk hükümetine güvence vermiş ve İnönü Hükümeti bunun da etkisiyle “pazarlık sürecini” doğru değerlendirememişti. Aslında “güvence verildiği sırada” Jüpiterlerin sökülmesine dair karar alınmış durumdaydı. Buna rağmen 1963 Ocak’ında bile hükümet, bu kararı Meclis ve kamuoyu ile paylaşmamıştı.
ABD ise kendi güvenliğini öncelik olarak değerlendirdi ve Sovyetlerle gizli pazarlıklar yapmayı tercih etti. Sonunda da Küba’daki Sovyet füzelerinin kaldırılmasına karşılık Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin sökülmesini kabul etti. Bu anlaşmayla Soğuk Savaş döneminin iki büyük gücü, bir nükleer savaşın eşiğinden döndüler ve dünya rahat bir nefes aldı.
ABD yaptığı açıklamada “anlaşmaya değinmeden” Türkiye’deki Jüpiter füzelerinin kaldırılarak yerine “daha ileri bir teknolojiye sahip olan Polaris” denizaltılarının aktif hale getirileceğini ilan etti. Jüpiterlerin sökülme nedeni Türk kamuoyuna, ABD-Sovyetler pazarlığının sonucu olarak değil dönemin Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’in söylediği gibi “teknik gerekçelerle” izah edildi. Dönemin köşe yazarları genellikle buna vurgu yaptılar ve Doğan Avcıoğlu bile “bu füzelerin teknik açıdan geri kaldıklarından söküldüğünü, endişe edilmemesi gerektiğini” yazdı.
KRİZİN ÖĞRETTİĞİ
Küba Krizi sırasında kamuoyuna tam yansıtılmasa da Türkiye, muhtemel bir nükleer savaşın ilk hedeflerinden birisi olmuş ve “pazarlık” unsuru olarak kullanılmıştı. Sonunda da kendi güvenliği tehlikeye düşen ABD, Türkiye’yi feda etmekten çekinmemişti. Ancak yine de yapılan açıklamalarda “pazarlık ve anlaşma” yerine teknik nedenler öne çıkarılarak Türk Hükümeti’nin tepkisi azaltılmaya çalışılmıştı.
Küba Krizi ya da Türkiye’de kullanılan adıyla “Jüpiter Füzeleri Krizi”, Türkiye’ye ABD’nin “gerektiğinde” stratejik ortağını tehlikeye atabileceğini ve NATO üyesi olmanın Türkiye’nin güvenliğini garanti etmediğini gösteriyordu.
ABD’nin arzusu, yaşananlara rağmen “müttefik Türkiye’nin” kaybedilmemesi idi ve kriz süresince yapılan açıklamalarda buna özen gösterilmişti.
Bundan sonra da ABD’nin günümüze kadar devam eden politikası, zaman zaman gerginlikler yaşansa da Türkiye’de kurulan hemen hemen bütün hükümetlerle ilişkilerini “müttefiklik” çerçevesinde devam ettirmek oldu.
İnönü Hükümeti, Küba Krizi’ni ikili ilişkileri aynı seviyede koruyarak atlatmıştı. Ancak iki yıl sonra bu sefer de Kıbrıs sorununda gönderilen “Johnson Mektubu” ilişkileri farklı bir noktaya getirecek hem bu süreç hem de 1974’ten itibaren yine Kıbrıs nedeniyle Türkiye’ye uyguladığı silah ambargosuna rağmen ABD, Türkiye’den kesinlikle vazgeçmeyecektir.
***
Seçilmiş Kaynakça: B. İzmir, “İki Müttefik, Bir Kriz: Türk-Amerikan İlişkilerinde Jüpiter Füzeleri Krizi”, Hümanitas, 2017, S 10; A. Sever, “Yeni Bulgular Işığında 1962 Küba Krizi ve Türkiye”, AÜ SBF Dergisi, 1997, C. 52, S. 1; İ. Soysal, “Türk-Amerikan Siyasal İlişkilerinin Ana Çizgileri”, Belleten, 1977, C. XLI, S. 162.