ANALİZ | MEHMET EFE ÇAMAN
Türkiye’nin çalkantılı iç siyasetiyle ve özellikle de rejim sorunuyla ilgili sancılarla uğraşmaktan dış politikadaki korkunç risklere değinemiyoruz uzun zamandır. Hâlbuki dış politikada görmezden gelinmemesi gereken büyük bir çöküş yaşanıyor. 1900’lerin başındaki Avrupa’nın hasta adamı Osmanlı Devleti’nin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, yirminci yüzyılın başında yaşadığı sendromları daha da ağır bir şekilde yaşamaya başladı.
Yaşanılan krizin iki boyutu var. Bunlardan birincisi, öngörüsüz ve hayallere dayalı dış politika (düş-politika) tercihleri ile ilgili. İkincisi ise Erdoğan ve çevresindeki iktidar zümresinin şahsi meselelerine dayalı dış politika tercihleri ile alakalı.
ERDOĞAN TÜMÜYLE BİR HAYAL ÂLEMİNDE YAŞIYOR
Birincisinden başlayalım: Arap isyanlarının başlamasıyla beraber bölgesinde dengeleri gözeten, işbirliğine yönelik komşularla sıfır sorun şeklinde özetlenen dış politika, yerini mezhepçi, neo-Osmanlıcı, hesaplanmamış riskler almaktan çekinmeyen kontrolsüz bir dış politikaya terk etti. Mısır’da Erdoğan’a ideolojik yakınlığından dolayı Müslüman Kardeşler örgütüne koşulsuz destek vermek, Irak’ta Sünnici bir yaklaşım sergilemek, Suriye’de Nusayri Esad’ın iktidardan uzaklaştırılması için Sünni radikal-militan terörist grupları desteklemek, tüm Ortadoğu’da, kuzey Afrika’da ve Sahra altı Afrika’da Sünni İslamcı grup ve rejimlere arka çıkmak şeklinde bir irrasyonel dış politika benimsendi.
Osmanlı siyasi ve askeri elitlerinin 200 yıllık dış siyaset tecrübeleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin doksan yıllık dış politika birikimi görmezden gelinerek, sanki yeni kurulmuş bir yapay kabile devleti gibi oradan oraya savrulan bir dış siyaset yapıldı, yapılıyor. Bu yanlışın tek temeli, iktidar elitlerinin sahip oldukları ideolojik zihin haritasıdır. Erdoğan tümüyle bir hayal âleminde yaşıyor. Ortadoğu coğrafyasında hiçbir dengeyi gözetmeden, politik olarak yirminci yüzyıl başından bu yana var olmayan bir ümmet kavramı üzerinden, kendi liderliğinde bir tür hilafet mücadelesine soyunmuş, ülkesinin enerjisini bu irrasyonel ve irredentist (yayılmacı) hayal uğruna harcıyor. Dahası, eldeki dış politika enstrümanları, Türkiye’nin ekonomik kapasitesi ve askeri endüstriyel seviyesi ile uyumlu olmayan bu yaklaşım nedeniyle, ülkenin geleceğini tehlikeye atıyor. Bu Türkiye’yi ülkenin bütünlüğü ve mevcut yüzölçümünün korunması bakımından Sevr Antlaşması’ndan bu yana en ciddi parçalanma ihtimaliyle yüzleştiriyor.
İKTİDARIN YOLSUZLUKLARINI ÖRTMEK İÇİN VERİLEN TAVİZLER
İkinci nokta, Erdoğan ve çevresindeki iktidar elitlerinin yolsuzluklarını örtbas edebilmek uğruna, dış politikada büyük devletlere verilen korkunç tavizler ya da bu zafiyetin uluslararası maliyetinin iç politikaya ve kendi bekalarına yansımasını engellemek uğruna yapılan dış politika savruluşları. Başta Reza Zarrab davası ile alakalı ABD ile her an ortaya çıkması beklenen kapıdaki büyük kriz var. ABD’nin İran’ın nükleer silah teknolojisini engellemek için uyguladığı yaptırımları delen Zarrab ve ekibinin, bu işi Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ile birlikte, adeta bir devlet politikası şeklinde yaptığı ortaya çıkmış durumda.
Zarrab iddianamesinde Erdoğan’ın ekonomi bakanı Zafer Çağlayan’ın sanık durumunda olması ve halihazırda ABD’de kırmızı bültenle aranması, bir devlet bankası olan Halkbank’ın ABD yaptırımlarını delmek ve para aklamak konusunda bir enstrüman olarak – hükümetin bilgisi, hatta talimatıyla – kullanılmış olması ve bu bankanın en üst ilk iki isminin biri tutuklu, diğeri ise kırmızı bültenle aranıyor olarak davada sanık olması, işin boyutlarını gözler önüne seriyor. Halkbank – ve diğer birkaç Türk kamu bankası – bu davada ceza alacak ve ekonomik yaptırımlara tabi tutulacak. Üstüne üstlük, Zarrab davasında Erdoğan’ın adı da defalarca geçiyor, yani davanın kapsama alanı Saray’a kadar ulaşmış durumda.
Zarrab davasının sonuçlanmasından sonra ABD ile zaten neredeyse dibe vurmuş olan ikili ilişkilerde köprüler tamamen atılacak. Erdoğan, ABD ile patlayacak krizde ABD’yi Türkiye aleyhine çalışan uluslararası bir şer odağı olarak iç kamuoyuna pazarlamak için çok uzun zamandan beri önlem alıyor zaten. 15 Temmuz’un arkasında ABD var söylemi, kuzey Suriye’de ABD PKK’ya destek veriyor söylemi – ki ABD’nin Erdoğan yönetimine yönelik tutumunu açıkça göstermesi bakımından düşündürücüdür bu – gibi söylemlerle, Türk kamuoyu ABD ile yaşanacak krize hazırlanıyor. Erdoğan rejimi eli zayıf olduğundan ABD ile tırmanan gerilime, iç politikada bahaneler üretmek için gayretle çalışıyor. ABD diplomatik misyonunda görevli iki Türk personelin “FETÖ” iddialarıyla aileleri ile beraber takibata alınması ve tutuklanması, ABD ile yaşanacak reel krizde Saray’ın ilgiyi yolsuzluklar ve uluslararası suç meselesinden, “ABD aleyhimize çalışıyor, bize darbe yapmaya çabalıyor” şeklindeki iç siyasete yönelik teatral manipülasyona yönelik bir hamle. ABD bu hamleden sonra Türk vatandaşlarına vize vermemek gibi sert bir politika benimsedi. Bu uygulanan yaptırımların en hafifi. Sırada ekonomik yaptırımlar var.
BÜTÜN ÜLKEDE HİSSEDİLECEK DIŞ POLİTİK YANLIŞLAR
Gerek mantıktan ve stratejiden yoksun mezhepçi dış politika tercihleri, gerekse de yolsuzluklar ve İran’a yönelik yaptırımları delerek yapılan yanlış, Erdoğan’ı sıkıştırıyor. Dahası, İran’a uygulanan yaptırımların Türkiye yönetimi tarafından delinmesi, Türkiye’nin âli dış politika menfaatleri için alınmış bir risk değil. Tapelerdeki konuşmalar, Türk hükümetinin temel motivasyonunun, bu işe bulaşmış siyasilerin ve yakın çevrelerinin şahsi menfaatleri olduğunu gayet net şekilde ortaya koyuyor. Temelinde yolsuzluk var yani. Bunun dışında, yine Suriye’de cihatçı vahşi terörist örgütlere sağlanan lojistik destek, silah, mühimmat ve para yardımı, Türk topraklarının cihatçı transit rotası olarak kullanılmasına müsaade etmek, bu radikallerin Türkiye’de devlet hastanelerinde – Türk vergi mükelleflerinin paralarıyla – tedavi etmek, onları Türkiye’de eğitmek gibi bir düzine uluslararası suça da bulaşmış bir yönetim var.
Can Dündar’ın MİT tırları davasında devlet ve Erdoğan Dündar’ı casuslukla suçladı, yalancılıkla değil! Yani zımnen, işledikleri uluslararası suçları kabullenmiş oldular. Bu çok dramatik bir durumdur. Kuruluşundan beri Türkiye Cumhuriyeti asla uluslararası suç işlememiş, devlet ciddiyetine ve inandırıcılığına asla gölge düşürmemiştir. Fakat bugün yaşananlar, sadece bu yanlış kararları alan siyaset ekibi için değil, tüm ülke için büyük riskler ve sonuçlar taşıyacaktır. Bu suçların failleri, sadece kendi adlarına değil, tüm ülke adına bu kararları aldılar. Dolayısıyla kamuoyu bilmelidir ki, bu işin olumsuz yansımaları tüm ülkede hissedilecektir.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI’NDAN DAHA AĞIR BEDEL…
Gelelim Erdoğan ve yakın ekibinin – yine kendi menfaatlerini ülkelerinin âli çıkarlarının önüne koydukları – kendilerini kurtarma stratejisine. ABD ile köprüleri atmanın tercümesi, tüm Batı ile köprüleri atmaktır. Türkiye 1945’ten bu yana güvenliğini ABD ve Batı ile stratejik ve askeri ittifak ile sağladı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği tüm doğu Avrupa’yı işgal etti. Türkiye’den de Türk-Sovyet sınırının kendi lehine – yani Türkiye’nin toprak vermesi şeklinde – yeniden çizilmesini istedi. Dahası, Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve Boğaziçi’nde Rus üsleri talep etti. Bu dönemde Türkiye’nin kendisini bu tehdide karşı savunması olanağı yoktu. Bu nedenle Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde diğer Avrupa devletleriyle beraber Türkiye ABD tarafından desteklendi. Sonrasında ise NATO üyesi yapılarak toprak bütünlüğü garanti altına alındı. Kime karşı? Sovyetler’e karşı. Sovyetler’in izlediği siyaset Rus Çarlığı’nın izlediği siyasetin devamıydı.
Bugün de Rusya’nın siyaseti, Sovyet siyasetinin devamıdır. Yani ABD ile yaşanan kriz sebebiyle Erdoğan’ın kendini güvencede tutmak için seçtiği Rusya ile ittifak – Avrasya dış politikası – yönelimi, Türkiye için intihardır. Ruslar Atlantikçi Türkiye’yi NATO’dan kopartarak kendileri açısından bir zafer kazanacak. Rus Avrasyacılığının temel paradigması bu strateji üzerine kurulu. Rus dış politika stratejisini bilen tüm uzmanlar bu tehlikenin farkında. Ben buradan tarihe not düşüyorum: Enver Paşa ve ekibinin Almanya ile girdikleri ittifak ilişkisinden daha ağır bir bedel ödenecektir. Bu hatayı yapanların tarihteki yeri, Enver-Cemal-Talat Paşalardan çok daha dipte olacaktır. Dahası, bu strateji, bekledikleri gibi kendilerini kurtarmaya yaramaz, sadece kendilerine zaman kazandırır.
STRATEJİK BİR KÖRLÜK İÇİNDELER
Erdoğan’ın sırtını yasladığı Avrasyacı derin yapı da stratejik bir körlük içindedir. Kendilerini ideolojik ve dış politik yayılmacı ihtiraslarına kaptırmış durumdalar. Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olan hırslı Osmanlı paşaları gibi, maceracı ve tehlikeli sularda, çok kaygan bir zeminde korkunç bir Rus ruleti oynuyorlar! İç politikada kendi perspektiflerinden ne kadar kontrollü ve temkinli hareket ediyorlarsa, dış politikada tam aksine o kadar dikkatsiz ve irrasyonel hareket ediyorlar. Fakat onlar da biliyorlar ki, Batı ile entegre bir Türkiye’de iktidarlarını devam ettirme ihtimalleri bulunmuyor. Bu nedenle onlar da kendi siyasi gelecekleri için memleketin âli çıkarlarını kumar masasına koyuyorlar. Bu bağlamda Erdoğan gibi onlar da ülkenin geleceğinden çok kendi bekalarına odaklanmış durumdalar. Ne acıdır ki, Türkiye’yi ve Türkiye insanını düşünen yok!
Hatalı dış politika tercihleri, iç politika yanlışlarından çok daha tehlikelidir. İçeride yapılan hataların maliyeti telafi edilebilir. Ancak dış politikada yapılan yanlışların maliyeti ağır olur. İttihat ve Terakki’nin hatalı dış politika hamleleri tüm Balkanların – nüfus çoğunluğu Türk olan doğu Trakya’nın bile – kaybedilmesine neden olmuştur. Bugün Rusya güdümüne girmenin bedeli de güneydoğu Anadolu’nun kaybedilmesine neden olacak gibi gözüküyor. Ekonomik çöküş ve Batıdan tamamen koparak Rusya güdümünde – Kazakistan veya Belarus gibi – yarı uydu devlet, yarı tampon bölge olmayı beraberinde getirme riski büyük olan bu şahsi hesaplara dayalı dış politika yöneliminden derhal vazgeçilmelidir. Türkiye eğer Rusya’nın kuzey Kafkasya’dan Suriye’ye uzanan Akdeniz rotasında güzergâh olmak istemiyorsa, derhal derin komadan uyanmalı ve gerçeklerle yüzleşmeli. Osmanlı hayali kuranların öncelikle 1920’de Osmanlı’ya ne oldu sorusunu ivedilikle kendilerine sormalarında yarar görüyorum.