YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Son Emevî Halifesi Mervan b. Muhammed’in bir ayaklanma neticesinde öldürülmesiyle birlikte h. 132 yılında Emevî hilafeti sona erdi, Abbâsî hilafeti başladı. Abdullah b. Muhammed tarafından kurulan Abbâsî hilafeti pek çok açıdan Emevîlerin devamı oldu.
Abbasi Dönemi
Abbâsîler, Emevîlere tepki olarak ortaya çıktı. Bu yüzden Abdullah b. Muhammed, Beni Ümeyye’nin kanını dökmekte o kadar ileri gitti ki kendisine çok kan dökücü anlamına gelen “Seffah” lakabı verildi. Abbâsîler kurulduktan kısa bir süre sonra Emevîler tarafından tayin edilen bütün valileri görevden aldı ve yerlerine kendi soylarından gelen kişileri atadılar.
Abbâsîler, Emevî hilafeti aleyhine oluşan kötü imajı ve nesep itibarıyla Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) yakın olmanın avantajını çok iyi değerlendirdi ve kısa zamanda güçlendiler. Emevîlerin aksine Abbâsî halifelerinde halifelik vurgusu daha belirgindir. Muhtemelen Şia tarafından ortaya konulan “imam portresinin” de etkisiyle halifeler oldukça aşkın bir statü kazandılar. Bu statülerini de Ehl-i Beyti öven bir kısım âyetlerle, insanları Emevîlerin zulmünden kurtarmış olmakla, hâkimiyetin Allah tarafından kendilerine bahşedildiğini ileri sürmekle vs. meşrulaştırmaya çalıştılar.
İkinci Abbâsî halifesi Ebu Cafer el-Mansur’un Arafat günü Bağdat’ta okuduğu şu hutbe, halifelerin bu aşkın ve ilahî otoritesini açıkça ortaya koyar: “Ey insanlar! Şüphesiz ki ben Allah’ın yeryüzündeki sultanıyım (otoritesiyim). Sizi O’nun yardım ve yönlendirmesiyle yönetirim. Ben, O’nun fey’inin (mallarının) bekçisiyim. Allah’ın dilemesiyle iş yapar ve O’nun iradesiyle mallarını bölüştürür ve O’nun izniyle veririm.” (Taberî, Târihu’r-rusul ve’l-mulûk, 4/533)
O, bu sözleriyle bir taraftan konum ve mertebesini insanlar arasında dengi olmayan, erişilmesi ve ulaşılması mümkün olmayan bir yere yükseltirken, diğer yandan da sorumluluktan ve denetlenmekten kurtulmuş oluyordu. Emevî halifeleri, cebri ideolojiyi öne çıkarmakla, Allah’ın kader ve takdirine sığınmakla meşruiyet elde ederken; Abbâsî halifeleri göreve gelişlerini ve siyasi icraatlarını doğrudan “Allah’ın irade ve isteğine” dayandırdılar. Bunun ise istibdadın ve diktacı bir yönetim anlayışının kapısını açacağında şüphe yoktu.
Halifeler Cuma namazlarında ve resmi törenlerde Resûl-i Ekrem’in bürdesini giyer; halifelik alameti olarak Allah Resûlü’nün âsâsını yanlarında taşır; çevrelerinde görüşlerine başvurdukları din âlimleri bulundurmaya önem verirlerdi. Emevî sultanlarından farklı olarak “Sultanullahi fi’l-ard (Allah’ın yeryüzündeki sultanı)”, “Zıllullahi fi’l-ard (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi)” gibi yeni lakaplar, ünvanlar edinmişlerdi. Halifelerin İslâm ile bağı azaldıkça İslâmî ünvanları çoğalmıştır da diyebiliriz. Halifeler kullandıkları abartılı ünvanlarla kendilerine kutsiyet kazandırmaya, otoritelerini güçlendirmeye ve halk nazarında itibar elde etmeye çalışmışlarsa da bunda muvaffak oldukları söylenemez.
Abbasiler döneminde lüks ve şatafat daha da attı. Halifeler, oluşan saray hiyerarşisi ve debdebesi yüzünden halktan daha da koptular. Emevîlerin Bizans’tan etkilenmelerinden çok daha fazla Abbâsîler, Sâsânîlerden etkilendiler. Farsların sultan ideolojisi, siyaset ve yönetim anlayışı, idari yapısı ve kültür dokusu Abbâsîleri ciddi etkisi altına aldı. Giyim kuşam ve saray teşrifatı konusunda Sâsânî etkisi iyice kendisini hissettirdi. Emevîlerle birlikte başlayan lüks ve şatafat Abbâsîlerde tavan yaptı. Krallar gibi yaşamaya başladılar. Pahalı giysiler, mükellef sofralar, sırma tahtlar, özel törenler ortaya çıktı. Özellikle bazı halifeler israfta, eğlencede, lükste aşırıya kaçtılar.
Sıradan insanlar için halifelerin huzuruna girmek onlarla görüşmek neredeyse imkânsız hale geldi. Geliştirilen hâciplik müessesi halifeyi bir taraftan muhtemel suikastlara karşı korurken diğer yandan da halkın meşgul etmesini önledi. Halifelerle görüşmeler özel prosedürlere bağlandı, bunun için belirli vakitler ve özel salonlar tahsis edildi. Ordunun içinde halifeyi korumakla görevli özel bir muhafız birliği oluşturuldu.
İsmine “hilafet” denilse de Emevîlerde olduğu gibi veraset ve saltanat sistemi devam etti ve halifelik aynı hanedan içindeki fertler arasında dolaştı. Yani Emevîlerin yıkılışıyla birlikte saltanat bir ailenin elinden çıkıp başka bir ailenin eline geçti. Me’mun, hanedan dışından birisi olan Ali er-Rıza’yı veliaht olarak tayin etmek istediyse de hanedan içinde ortaya çıkan tepki üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. Bununla birlikte Abbâsîlerde, kabilecilik anlayışının, devlet yönetimindeki etkisi zayıfladı. Kabilenin siyaset sahnesinden çekilmesiyle onun yerini “seçkinler sınıfı” aldı. Devlet daha evrensel özellikler kazandı. Bir yönüyle “kabile devletinden” “halife devletine” geçildi. (Cabirî, Arap-İslâm Siyasal Aklı, s. 446)
İkinci halife Mansur’un kadılık teklifini reddeden Ebu Hanife’yi zindana attırması, Me’munun Kur’ân’ın mahluk olduğu görüşüne katılmadığı için Ahmed b. Hanbel’i hapsetmesi, İbn Aclân ve Süfyan es-Sevrî gibi büyük âlimlerin eziyete maruz kalmaları gibi hâdiseler de göstermektedir ki istibdat ve zulüm Abbâsîler döneminde de devam etti. Fakat bu dönemde ilim ve fikir hayatında çok önemli gelişmelerin yaşandığını, pek çok medresenin açıldığını, tercüme faaliyetlerinin başladığını, farklı ilim dallarına dair çok önemli eserlerin telif edildiğini belirtmekte fayda var.
Elbette hilafete liyakatları ve yönetim şekilleri açısından Abbâsî halifelerinin hepsi aynı seviyede değildi. Mesela Emevîlerdeki Ömer b. Abdülaziz dönemi gibi Abbâsîlerde de Mehdi ve Harun Reşid dönemleri Dört Halifenin çizgisine yakın oldu. Mehdi, halife olduğunda ilk hutbesinde şunları söyledi: “Üzerime büyük bir yük giydirildi Allah’ın huzurunda mü’minlerin emiri olarak hesap vereceğim. Ey Müslümanlar, itaat hususunda yüzümüze karşı nasıl davranıyorsanız gıyabımızda da aynısını yapın ki biz de iyiliğiniz için gayret edelim. Aranızda adaleti yayanlara ve size yardımcı olanlara siz de itaat ediniz. Allah’a yemin olsun ki ömrümü size hizmet yolunda (iyilik yapanları mükafatlandırıp kötülük yapanları cezalandırarak) tüketeceğim.” (Suyûtî, Târihu’l-hulefâ, s. 202) Mehdi kendi döneminde âlimlere sahip çıktı, zararlı cereyanlara karşı ilmî kitaplar yazdırarak mücadele etti ve İslâm’a önemli hizmetler yaptı.
Aynı şekilde Harun Reşid de dindarlığıyla, dünyaya değer vermemesiyle, ilim ehline hürmetkârlığıyla biliniyordu. Mehdi gibi o da halifeliğe layık birisiydi. İmam Azam’ın meşhur talebesi İmam Ebu Yusuf’u Abbâsî devletinin baş kadısı tayin eden de Harun Reşid idi. Ebu Yusuf, dinin hükümlerini söylemekte ve uygulamakta oldukça objektif davranmış, Harun Reşid de onun fetvalarına değer vermişti. Fakat bu iki halifenin ikisi de saltanat geleneğini devam ettirdi ve kendilerinden sonra veliaht tayin ettiler.
Yükselme dönemlerinde Abbâsî halifeleri bir dereceye kadar adalet ve doğruluk üzere hareket etti; Kur’ân ve Sünnet’in hükümlerine bağlı kalmaya çalıştılar. Mu’tasım döneminden itibaren (h. 218) ise keyif ve arzuya göre hareket etme, zulüm, istibdat, israf ve ihtişam artmaya başladı. Bütün bunlar da zamanla devletin zayıflamasına sebep oldu.
Merkezî otoritenin zayıflamasıyla birlikte devlet sınırları içinde yeni yeni devletler ortaya çıktı. Fakat bu devletlerin hükümdarları halifelik iddiasında bulunmadı, Abbâsî halifesinin manevi otoritesini kabul ettiler. Hatta belirli bir toprak parçası üzerinde bağımsızlıklarını ilân eden hükümdarların meşruiyet kazanabilmesi adına halife tarafından resmen tanınması gerektiği yönünde bir anlayış oturmaya başladı. Zira halifenin, hükümdara devlet kurma yetkisi vermesinin, halk nazarında önemli bir rolü vardı. Bunun farkında olan hükümdarlar da halifeyle ilişkilerini iyi tutmaya çalışıyor, ona hürmette kusur etmiyorlardı. Hatta bir yönüyle kendilerini halifenin hizmetine adıyorlardı. Bütün bu gelişmelerle birlikte halifelerin sahip oldukları siyasi ve dünyevi otoriteleri de zayıflamaya başladı ve halifelik dinî ve manevî bir otorite olmaya doğru yol aldı.
Büveyh’in oğlu Ahmed’in 334 yılında Bağdat’a gelmesinden itibaren halife siyasal otoritesini iyice kaybetti. Abbâsî halifesi Müstekfî-Billah, Ahmed’i emiru’l-ümera tayin etti ve ona Muizzuddevle lakabını verdiyse de Ahmed, halifenin gözlerine mil çektirerek onun yerine Muî’lillâh’ı geçirdi. Bununla birlikte Bağdat’ta 110 yıl sürecek olan Büveyhîler’in hâkimiyeti başladı. Bu dönemde halifeler Büveyhî sultanlarının hâkimiyeti altına girdiklerinden bütün siyasi ve askerî otoritelerini kaybettiler.
Nihayet 447’de Abbâsî halifesinin daveti üzerine yola çıkan Tuğrul Bey, Bağdat’a gelerek Büveyhî liderini hapse attı, asileri cezalandırdı. Böylece Abbâsî halifesi Şiî hanedanının baskısı altından kurtularak yeniden bağımsızlığını kazandı. Fakat bu sefer de Selçuklular siyasal gücü ellerine aldılar. Zira Abbâsî halifesi, Tuğrul Bey’e “Doğu ve Batının meliki” ünvanını verdi; devlet idaresini, düzen ve asayişin temin edilmesini ona bıraktı. Dolayısıyla halife yine siyasal iktidardan yoksun kaldı.
656/1258 yılında Hülagu’nun Bağdat’ı ele geçirmesi ve halifeyi öldürülmesiyle birlikte Abbâsî hilafeti sona erdi. Bu olayın ardından üç yıl boyunca İslâm dünyası halifesiz kaldı. 659 yılında Memlük sultanı Baybars’ın son halifenin amcası olan Ebu’l-Kasım Ahmed’i (Müstansır-Billâh) Mısır’a çağırması ve büyük bir merasimle hilafet makamına oturtması ve adına sikke bastırmasıyla birlikte halifelik için yeni bir dönem daha başladı.
Fakat bu dönem öncekilerden farklı oldu. Zaten uzun bir süredir dünyevî otoriteleri iyice zayıflayan halifeler, bundan sonra yönetim ve siyasete hiç müdahale etmediler. İsimleri sultanla birlikte hutbelerde okunsa, sikkelerde yer alsa ve sultanlara kılıç kuşatmaya, kendilerine arz edilen menşurları imzalamaya devam etseler de bütün siyasi ve dünyevî iktidarlarını kaybettiler. İbn Kayyım el-Cevziyye’nin şu ifadeleri halifelerin bu dönemdeki konumlarına işaret etmesi açısından dikkat çekicidir: “Günümüzde Kur’ân ve Sünnet nasları, tıpkı adlarına hutbe okunan ve sikke basılan fakat hiçbir yetki ve nüfuzları olmayan halifeler konumuna indirgenmiştir.” (İbn Kayyim, İctimâ‘u’l-cüyûşi’l-İslâmiyye, s. 82)
Belirli bir dönemden sonra halifelerin etki ve yetkileri sadece manevî ve dinî alanla sınırlı kalmış olsa da; hilafet makamı Müslümanlar arasında hep itibarını korudu. Ellerinde güç ve imkân olmasına rağmen sultanların halifelere dokunmamaları, halifeliği kaldırma girişiminde bulunmamaları ve onların manevî otoritelerinden istifade etmeyi kendi meşruiyetleri adına gerekli görmeleri de bu makamın büyüklüğünü göstermesi açısından önemlidir. Ne var ki insanlara hükmünü uygulatabilecek bir güç ve otoriteden mahrum olan bir kişinin gerçek anlamıyla halife (imam/devlet başkanı) olması mümkün değildir. Hoca Şükrü, maddi güç ve siyasi nüfuzdan mahrum kalan halifelerin durumunu, kendisiyle teberrük olunan tarikat şeyhlerine benzetmiştir.
Osmanlı Dönemi
Abbâsîlerin zayıflaması ve yeni yeni devletlerin ortaya çıkmasıyla birlikte bazı hükümdarlar hilafetsiz saltanat, bazıları da saltanatsız hilafete sahip oldular. Hilafet-saltanat ayrılığı Mısır’ı fethedip (923/1517) son Mısır-Abbâsî halifesini İstanbul’a getirten ve törenle halifeliği ondan devralan (bu olayın gerçekliği hakkında şüpheler vardır) Yavuz Sultan Selim’le sona erecektir. Hilafet ve saltanat birlikteliği 1 Kasım 1922’de Osmanlı saltanatının lağvedilmesine kadar devam etti. Bu tarihte Büyük Millet Meclisi tarafından yeni halife olarak Abdülmecid Efendi atanmış olsa da onun elindeki bütün siyasi yetkiler alınmıştır.
Veraset sisteminin Osmanlılarda da devam etmesi ve hükümdarların tamamının aynı hanedan üyeleri arasından çıkması hilafet ahkâmı adına bir eksikliktir. Aynı şekilde devletin aşırı kutsanmasının, şehzade katline fetva verilmesinin, siyaseten katl meselesinin yer yer suiistimallere sebep olmasının, bazı padişahların müstebit uygulamalara yönelmesinin ve özellikle gerileme döneminde lüks ve şatafatın artmasının da kamil hilafetin zıddına icraatlar olduğunda şüphe yoktur.
Fakat diğer taraftan yönetim anlayışının hak ve adalet üzerine oturması, uzun asırlar boyunca dinin muhafaza edilmesi, İslâm’a büyük hizmetler yapılması, İslâm hukukunun uygulamada olması, Müslümanların büyük çoğunluğunun birlik ve beraberliğinin sağlanması, din ve vicdan hürriyetinin korunması, halkın huzur, refah ve emniyet içinde yaşaması, azınlıkların din ve inançlarına müdahale edilmemesi gibi pek çok açıdan hilafetin gereklerine bağlı kalınmıştır.
Halifeliğin Osmanlılara geçişinin Yavuz Sultan Selim’le gerçekleştiği yönünde yaygın bir kanaat vardır. Ne var ki daha önceki padişahlar tarafından da “halife” ünvanı kullanılmıştır. Bunu ilk kullananın da I. Murad olduğu ifade edilir. Ondan sonraki padişahların da yazışmalarında halifelik ünvanını kullandıkları ve başka ülke hükümdarları tarafından da bu ünvanın kabul edildiğine dair bilgiler tarih kitaplarında mevcuttur. Sadece Fatih Sultan Mehmet’in bu ünvanı hiç kullanmadığı ifade edilir. Fakat Yavuz Sultan Selim’le birlikte Osmanlı padişahlarının hilafetlerinin, ülke sınırları dışında yaşayan Müslümanlar tarafından da benimsenmeye başladığı söylenebilir.
Bununla birlikte Osmanlı sultanlarından hiçbirisi II. Abdülhamid ölçüsünde hilafet üzerinde durmamıştır. Onun zamanında kabul edilen Kanun-u Esasi’nin 3. maddesinde Osmanlı sultanlarının “hilafet-i kübray-ı İslâmiyeyi” haiz oldukları ifade edilirken, 4. madde de ise padişahın hilafeti gereğince İslâm dininin koruyucusu ve bütün Osmanlı teb’asının hükümdarı olduğu belirtilir ve böylece Osmanlı hilafeti anayasal bir hüviyete bürünür.
II. Abdülhamid, Batılı devletlerin her geçen gün artan baskı ve sömürülerine karşı, İslâm dünyasının desteğini kazanabilme ve Müslümanların birlik ve beraberliğini koruyabilme adına hilafet müessesesinin etki ve nüfuzundan ciddi istifade etti. Neticede o, bu konudaki çalışmaları sayesinde İslâm dünyasını hilafet etrafında birleştirmeyi başardı ve ortak bir kamuoyu oluşturdu.
Batı sömürgeciliğinin tırmandığı bir dönemde Abdülhamid’in hilafet vasıtasıyla Müslümanları İslâm etrafında birleştirmesi, başta İngiltere olmak üzere Batılı devletleri endişelendirdi. Zira onların sömürgelerinde yoğun Müslüman nüfusu yaşıyordu. Bunun üzerine özellikle İngiltere, Osmanlı’nın tesirini kırma adına hilafet aleyhine ciddi bir propaganda başlattı. Bir taraftan Kureyş soyundan gelmediği gerekçesiyle Abdülhamid’in halifeliğinin meşru olmadığını ileri sürüyor, diğer yandan da Mekke emirini halife ilan etmek üzere girişimlerde bulunuyorlardı. Bütün bunlar karşısında Abdülhamid de söz konusu iddialara cevap verme adına halifelik etrafında çok sayıda risale ve broşür yazdırdı.
Bütün bu gelişmeler Müslüman kamuoyunun ilgi ve dikkatini önemli ölçüde hilafet üzerine çekmişti. 1922 de TBMM’de çetin geçen müzakereler neticesinde hilafetin sadece dinî ve manevî muhtevalı bir kurum olarak yoluna devam edeceğinin kabul edilmesi; 1924 de ise yine uzun süren müzakere ve münakaşalar neticesinde “Halife hal’ edilmiştir. Hilafet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan hilafet makamı mülgadır.” şeklindeki kanun ile halifeliğin kaldırılması ise hilafet etrafındaki tartışmaları oldukça alevlendirmiştir. Özellikle Hindistan’daki Hilafet Hareketi, halifeliğin yeniden tesisi adına ciddi girişimlerde bulunmuş, Mısır’da da özellikle el-Menar dergisi etrafında hararetli tartışmalar yapılmış ve üst üste kongreler tertip edilmiştir.
Bir sonraki yazımızda Osmanlı sonrası ortaya çıkan hilafet tartışmaları üzerinde duracağız.