Yorum | Bülent Keneş
2011 yılına kadar izlediği AB hedefleri, demokratikleşme, komşularla sıfır sorun politikalarıyla güç devşiren Erdoğan, 12 Haziran 2011 seçimlerinde aldığı muazzam destek sonrası yönünü değiştirmiş, bu halk desteğinin ve vesayetçi yapıların belinin kırılmakta olmasının oluşturduğu imkanları şahsi ihtirasları ve siyasal İslamcı hedeflerine yönelmek için fırsata çevirmişti. Siyasal İslamcılığın sorunlu genetiğine ve hedeflerine oldum olası meseafeli duran Hizmet Hareketi ise sivil toplum, medya ve bürokrasideki gücüyle Erdoğan’ın fabrika ayarlarına dönerek koyduğu bu yeni hedeflere soğuk durmuş ve tavır almıştır. Bunun üzerine Erdoğan, önce terör örgütü PKK ile giriştiği pazarlıklar üzerinden Kürtlerle bir ittifak kurmayı denemiştir. Ancak, 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet skandalında ailesiyle birlikte suçüstü yakalanınca devlette de ağırlığı bulunan pazarlığa açık yeni ve kirli ortaklar bulma arayışına girmiştir.
Böylece siyasal İslamcı tek adam rejimine al-ver ilişkisi üzerinden Kürt desteği devşirmekten vazgeçmiş, o güne kadar maslahat gereği sürdürdüğü “Çözüm Süreci”ni sona erdirmiştir. Gecikmeden, müstakbel ortaklarını memnun edecek şekilde çatışma zeminini yeniden ateşlemiştir. Daha düne kadar aynı masada oturduğu Kürt siyasal hareketini ve siyasal İslamcı aşırılıklarına tavır alan Hizmet Hareketi’ni yoketmek için ihtiyaç duyduğu desteği asker/sivil bürokrasi, sivil toplum ve medyadaki varlıklarıyla geleneksel milliyetçiler ve Avrasyacı ulusalcılardan bulmaya çabalamıştır.
ÜÇ SAC AYAKLI ZEHİRLİ BİLEŞİM: İSLAMOFAŞİZM
Bu çabalarından sonuç almış ve safi siyasal İslamcı hedeflerle koyulduğu yolda ırkçı, faşizan eğilimleri de temsil eden milliyetçi/ulusalcı/Avrasyacı ideolojik çevrelerle pragmatik bir işbirliği ve ideolojik bir sentez kurma yoluna gitmiştir. Gelinen noktada Erdoğan rejimi siyasal İslamcı, aşırı milliyetçi ve ulusalcı/Avrasyacı (Ergenekon) sac ayakları üzerine oturmuştur. Bu üç zehirli unsurun bileşiminden, sözkonusu denkleme dahil olmayanlar açısından ölümcül bir rejim ortaya çıkmıştır. Özellikle, Batı, Hristiyan ve Yahudi karşıtlığının yanısıra Kürt ve Gülen Hareketi düşmanlığında birleşen bu üç sac ayağı Erdoğan’ın İslamofaşist rejiminin ana unsurlarını oluşturmuştur. Bu üç sac ayağı arasında zaman zaman sürtüşmeler görülse de itilafları ve ideolojik uyum süreçleri şu ana kadar sorunsuz şekilde yürütülebilmiştir.
Bu üç sorunlu ideolojik yapının bileşiminin oluşturduğu zehirli yapının üzerine taht kuran Erdoğan, bütün tek adam rejimlerinde yapıldığı gibi kendine göre yeni bir millet kurgusuna ve toplumsal mühendisliğe soyunmuştur. Faşizan ortaklarının istediklerini vermekte ve onları tatmin etmekte mahir bir mafyatik tüccar gibi davranan Erdoğan, yanına alamadıklarını ise karşısına koymuş ve yok edilecek düşmanlar olarak görmüştür.
Tıpkı, Milli Şef döneminde olduğu gibi Erdoğan da, kültürden, ekonomiye, dinden, eğitime uzanan bir yeniden yapılandırma sürecine girmiştir. Sadece kamuda 160 bine yakın insanı işlerinden etmiş, yüzlerce yayın organına kilit vurmuş, binlerce şirkete ve işyerine el koymuş, on binlerce özel mülkü gaspetmiş, tarihin gördüğü en büyük servet transferlerinden birini gerçekleştirmiştir.
DEVLET KILIĞINA GİRMİŞ HAYDUTLUK
Erdoğan bu yaptıklarıyla 2. Dünya Savaşı koşullarını fırsat bilip gayimüslim vatandaşlarını ahlaksızca soyup soğana çeviren, mallarını mülklerini alçakça talan eden lanetli Milli Şef dönemini mumla aratır hale gelmiştir. Tarihe ve insanların vicdanına da tıpkı o devrin devlet kılığına girmiş alçak haydutları ve despotlarının anıldığı gibi geçmeyi fazlasıyla hak etmiştir. Mağdurları her kim olursa olsun zalimleri her fırsat bulduğumuzda hatırlamak, hatırlatmak ve lanetleyip yüzlerine tükürmek boynumuzun borcu olsun.
Erdoğan’ın zulümleri açısından duble zehirli İslamofaşist rejimine benzemekle birklikte faşizmin tek kanatlı bir modelinin (ırkçı) üzerine kurulu olan Milli Şef rejiminin, 2. Dünya Savaşı’nın devam etmekte olduğu 11 Kasım 1942 tarihinde 4305 sayılı kanunla koyduğu olağanüstü servet vergisi, bugün Türkiye’de yaşananlara benzer şekilde, büyük trajedilere yol açmıştı. Varlık Vergisi kanununun resmi gerekçesi, “olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek kârlılığı vergilemek” olarak dile getirilmiş ve herhangi bir dini veya etnik grubu hedef almadığı duyurulmuştu. Ancak, CHP grup toplantısında dönemin başbakanı Şükrü Saracoğlu’nun vurguladığı gerekçeler farklıydı: “…Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”
1942 yazı boyunca, tıpkı bugün uydurma haberlerle Gülen Hareketi’nin hedef alındığı gibi, Türk gazetelerinde hırsızlık, karaborsacılık, vurgunculuk ve ihtikârla ilgili haber ve yazılar ön plana çıkarılmıştı. Hemen her gün ve her gazetede “karaborsacı Yahudi” tiplemesini içeren karikatürler yayınlamaktaydı. Tıpkı bu dönemin eli kalem tutan, ağzı laf yapan milliyetçi-muhafazkar, siyasal İslamcı alçakları gibi o dönemin eli kalem tutan, ağzı laf yapan ırkçı alçakları da, belki parsadan bir pay kapma umuduyla bu gasp, talan va vahşete övgüler dizmiş ve utanmazlığın, hayasızlığın tarihini yazmışlardı. Mesela, meşhur ‘Hececi’ şairlerimizden(!) Orhan Seyfi Orhon, Akbaba’da 24 Eylül 1942 tarihindeki yazısında iktidar yardakçılığının, yalakalığının tarihe geçen şu örneğini vermişti:
“ONUN MÜLEVVES PİS KAFASININ BİR ÇÜRÜK KAVUN GİBİ…”
“Kelle İstiyorum! Ben ki bir tavuk bile kesilirken bakamam; karıncaları, sinekleri öldüremem, kelle istiyorum. Yumruklarım sıkılmış, dişlerim kısılmış, at meydanında kazan kaldıran yeniçeriden daha hiddetli bir sesle kelle istiyorum, vurguncunun kellesini! Onun, mülevves (pis) kafasının bir çürük kavun gibi önümde yuvarlandığını görsem ferahlıyacağım. Onun, iğrenç vücudunun boş bir çuval gibi karşımda süründüğünü görsem rahatlıyacağım. Böyle, dünyayı sarmış bir ölüm kalım mücadelesi içinde ben, vurguncuya karşı merhamet tanımam, şefkat tanımam, adalet tanımam, kanun, nizam, usul, hiç bir şey tanımam! Bence onun cezası, para değil, hapis değil, dükkân kapamak değil, neyif (sürgün) değil; müsadere, yağma, falaka, işkence, zindan veya ölüm olmalı!
İktisat prensipleri bana vız gelir! İster misiniz gizli mahzenlerin aralıklarından pirinç kazevileri (sepet), şeker sandıkları, un çuvalları, yağ tenekeleri sürüyle meydana çıksın? İster misiniz apartmanların balkonlarından top top elbiselik kumaşlar, ipekliler, yünlüler, pamuklular sarksın? İster misiniz makarnalar serpantinler gibi sokaklara yayılsın, bisküviler konfetiler gibi caddelere dağılsın? İster misiniz eşya fiyatları durup dururken hiç yoktan yükselmesin? Pirince kum, una toprak, süte su, yağa müzahferat (parlak boya) karıştırılmasın? İster misiniz müstehlikin (tüketicinin) verdiği az farkla müstahsilin (üreticinin) eline geçsin? Altın spekülasyonu, on misline arsa alışlar, apartıman satışlar, villa yaptırışlar olmasın? Öyleyse siz de benimle beraber olun! Gelin, yakalanıp cezasını çekecek vurguncunun arkasından -eski devirlerde olduğu gibi- gülbank çekelim: -Vur vuranın, kır kıranın, destursuz bağa girenin, karaborsa fiyatına mal sürenin, el altından iş görenin, memlekete zarar verenin hali budur, hey!”
Başbakan Refik Saydam 7 Temmuz 1942 gecesi aniden ölünce 9 Temmuz 1942 günü hükümeti kurmakla görevlendirilen Şükrü Saraçoğlu’nun ilk icraatı, Milli Korunma Kanunu’nun yerini alacak Varlık Vergisi Kanunu’nu çıkarmak oldu. 11 Kasım 1942 tarihinde TBMM’de oturumda hazır bulunan 350 milletvekilinin oybirliğiyle kabul edilen kanuna göre bazı varlıklı kesimlerden bir defalık olağanüstü servet vergisi alınacaktı. Yasadan önce verginin hazırlıkları yapılmıştı bile. Çünkü, 12 Eylül 1942’de Maliye Bakanlığı savaş dolayısıyla fevkalade kazanç elde ettiğini ileri sürdüğü kimselerin fişlenmesini istemişti. Müslümanlar M, gayrımüslimler G, dönmeler D harfiyle, ecnebiler E harfiyle işaretlendi. Gerçekte bu listeler son üç grupta toplanan (G, D, E) azınlıkların saptanması ve malvarlıklarının ortaya çıkarılması çalışmasından ibaretti.
Bu dönemin havuz medyasında kendilerine köşeler açılmış MİT’çi yazarlarının yaptığını o günün derin devletinin adamları da yaptı. Eski Teşkilat-ı Mahsusa’da “Enis Avni” adıyla çalışan Aka Gündüz, 13 Kasım 1942 tarihli Yeni Sabah’taki “Reyler ittifakla verildi” başlıklı yazısında, güya memleketin yedi bölgesini dolaştığını, yarenlikler çerçevesinde yaptığı gizli ve açık ankette vatandaşlara ‘vurguncu hakkında ne düşünüyorsun?’ diye sorduğunu anlattıktan sonra aldığı cevapları paylaşıyordu. Belli ki vazifesi gereği yangına körükle gitme işini bil hakkın yerine getiriyordu. Üstelik yazısını, Erdoğan dikta rejiminin alçakça gasplarına, zulümlerine “Zarar-ı âmmı def’içün zarar-ı hâss ihtiyar olunur. (Kamuya ait zararı önlemek için bir şahıs, bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir) diyererek cevaz veren dinbaz Hayrettin Karaman’ın benzeri bir fetvayla da bitiriyordu.
“ASMALI, KESMELİ, KUŞBASI DOĞRAMALI…”
“Mütalealar, fikirler tümen tümendi: Asmalı. Kesmeli. Kuşbaşı doğramalı. Kıymasını iki çekmeli. Gırtlağına erimiş kurşun akıtmalı. Malını mülkünü millet hazinesine almalı. Bir çınarın altına kazık çakmalı, sağ bacağını bu kazığa, sol bacağını da çekip yere indirilen çınar dalına bağlamalı, sonra dalı birdenbire bırakarak gövdesini eşek pastırması gibi ikiye ayırmalı. İşkembesine zift doldurup güneşe asmalı. İki gözünü oyup bir avucuna vermeli. Kırk katırın kuyruklarına bağladıktan sonra kırkına birden kırbaç atmalı. Harbin sonuna kadar her gün yedi yerinden cımbızlayıp koparmalı. Temmuz ortasında çırılçıplak edip çöplükteki sineklere peşkeş çekmeli. Vesaire, vesaire… Bu kanunun mucip sebepleri de bir noktada toplanıyordu: Sekiz milyonun selameti için bin sekiz yüz kişi feda edilebilir. Bu kanun ve bin sekiz yüz üzerinde reyler ittifakla verildi.”
Varlık Vergisi kanunu her il ve ilçe merkezinde kimin ne kadar vergi ödeyeceğini belirleyecek servet tespit komisyonları kurulmasını, komisyon kararlarının nihai ve kati olmasını, vergi ödeme süresinin 15 gün olmasını, tahakkuk eden vergiyi 15 gün içinde ödemeyenlerin mallarının haczedilerek icra yoluyla satılmasını, buna rağmen borcunu 1 ay içerisinde ödemeyen mükelleflerin ise bedeni kabiliyetlerine göre genel hizmetlerde çalıştırılmasını öngörüyordu.
18 Kasım 1942’de vergi listeleri yayımlandığında görüldü ki, Varlık Vergisi’nin yüzde 70’i İstanbul’daki mükelleflere tahakkuk ettirilmiş. Tahakkuk eden bu vergilerin yüzde 87’si gayrimüslimlere, yüzde 7’si Türklere çıkarılmıştı. Kalan yüzde 6’lık grup ise Beyazruslar gibi diğer küçük azınlıklardı. Gayrimüslimlerin mali güçleri ile uygulanan vergi oranları Müslümanlara uygulananlara göre yüzlerce kat ağırdı. Gayrimüslimler arasında da Ermenilerin vergisi en yüksek orandaydı. 1 milyon TL’nin üstünde vergi ödeyecek 11 mükelleften 9’u gayrimüslim grubuna, 2’si dönme grubuna aitti. Aralık 1942-Ocak 1943 arasında, yani 2 ay içerisinde, İstanbul’da gayrımüslimlere ait binlerce mülk el değiştirdi. Satılan mülklerin yüzde 67 kadarı Müslüman Türkler, yüzde 30 kadarı resmi kurum ve kuruluşlar tarafından alındı.
MAZLUM MİLLETE KURT, YABANCI GÜÇLERE KUZU
Varlık Vergisi’ni ödeyemedikleri için 1,400 gayrimüslim vatandaş çalışma kamplarına yollandı. Bunlardan 1,229’u İstanbul’dan, kalanı İzmir ve Bursa’dandı. Çalışma kampının bulunduğu Aşkale’ye gönderilenlerden 21’i (bir kaynağa göre 25’i) kötü hayat şartları yüzünden hayatını kaybetti. Ruh ve beden sağlığını veya üzüntüden dolayı yakınlarını kaybedenler de oldu. Aşkale sürgünleri evlerine ancak İsmet İnönü’nün ABD Başkanı Roosevelt ve İngiliz Başbakanı Churchill’le görüşmek üzere Kahire’ye gitmesinin arifesinde, 17 Aralık 1943’te dönebildiler. Varlık Vergisi, ABD’nin Türkiye’ye baskıları ve Nazilerin yenileceğinin anlaşılması sayesinde 15 Mart 1944 tarihinde kaldırıldı.
Varlık Vergisi listelerinde toplam 114.368 kişi vardı. Devlet bunlardan 314,9 milyon TL toplamıştı. Bu tahsilat, 394 milyon TL olan 1942 devlet bütçesinin yüzde 80’ini buluyordu.
Varlık Vergisi, Türkiye’deki Rum, Musevi ve Ermeni vatandaşların hak ve hukuklarını yok saymış, ticaret ve sanayideki etkinliklerini kırmış, onlara ait ticari inisiyatif, servet ve sermayenin Türklere aktarımında kullanılmış ve azınlıklar açısından tam bir yıkım, tam bir ekonomik soykırım olmuştu. 1935 sayımında Türkiye nüfusuna oranı yüzde 1.98 olan gayrımüslim azınlıklar, vergiden sonra başlayan göç nedeniyle 1945’te yüzde 1.56’ya ve 1955’te yüzde 1.08’e düşmüştü.
Madalyonun, tıpkı bugün olduğu gibi, devlet kılığına girmiş zalim, gaspçı, harami, haydut yüzünün hikayesi özetle böyleydi. Bir de madalyonun öteki yüzü vardı. Mağdur, mazlum, hakları gaspedilmiş, aşağılanmış, zulmedilmiş masum insanları anlatan yüzü. Bu yüksek vergileri ödeme süresi 20 Ocak 1943 günü bitecek ve ertesi gün hacizler başlayacaktı. Hacizlerin nasıl yapıldığını artık yayımlanmayan Rum gazetesi Apoyevmatini’nin Yayın Müdürü Mihail Vasiliadis gazeteci Celal Başlangıç’a şöyle anlatmıştı:
“KARŞIMDAKİ HAMALIN GÖZÜNDEKİ YAŞI GÖRDÜM”
“Beyoğlu Karakolu’nu biliyorsunuz? Kalyoncukulluk Sokağı ile Tarlabaşı Bulvarı’nın kesiştiği yerde, karakolun tam karşısındaydı benim doğduğum ev. Babam Aristodumas diş hekimiydi. Ben doğmadan 10 gün önce beyin kanaması geçirmiş. Yatalaktı. Eve memurlar geldi. Yanlarında bir hamal vardı. Babamı yatağından tutup yerdeki şilteye indirdiler. Yatağı alıp gittiler. Giderlerken de ‘İyi ki böylesin, Aşkale`ye gitmeyeceksin’ dediler. Babamın muayenehanesi evimizin karşı odasıydı. El koydukları eşyaları o odaya tıktılar, kapıyı da mühürlediler. Daha doğrusu gelen memur, yanındaki hamala, ‘Kapıyı kapa ve mühürle’ diye emir verdi. Zavallı bir adamdı hamal. Pabucunun arkası basık, topuğu kalkık, pantolonu yamalı, üstü başı ter kokan fakat nur yüzlü bir adamdı. Oyuncağımı bile aldılar. Bu arada odaya tıkılan eşyaların arasında benim de sallanır bir oyuncak atım vardı. Tam kapıyı mühürlerken, ‘Oyuncak atım’ dedim. Adam anladı. Bağladığı ipi kapıdan çözdü. Bana kapıyı açtı. Atımı aldım. At kucağımda, adamın yüzüne bakıyorum gülerek. Adam da bana gülümserken birden yüzü dondu. Çünkü arkamdaki memur bağıra bağıra oyuncağımı koparırcasına elimden çekti, mühürlenmek üzere olan kapıyı açtı, içeri fırlattı oyuncağımı ve ‘mühürle’ dedi. Karşımdaki hamalın gözündeki yaşı gördüm. Fakat ben ağlamamam gerektiğini düşündüm. O adamın çirkinliği, öteki hamalın nur yüzü hâlâ gözlerimin önünde.”
Aleksandra Lambrinos ise, 1994’te düzenlenen “Tarihe Tanıklık Edenler” panel dizisinde 12 yaşında iken babasının Sivrihisar’a gönderilmesinden önce yaşadıklarını şöyle anlatmıştı: “Kurtuluş’ta bakkal dükkânımız vardı. 5 bin lira vergi istenmişti, ödeyecek durumda değildik. Okuldan geldiğimde annem, götürülen dolabın arkasındaki tozları tavan süpürgesiyle temizliyordu. Okula gidince ağladım. Dükkân mühürlenmişti. Kedi içerde kaldı, devamlı bağırıyordu. Babam delireceğim bu sesten diyordu. Bütün eşyalarımızı bir odaya koyup mühürlediler. Yer muşambaları, perdeler, karyolalar dâhil. İçerden saatin sesi geliyordu. Kapının önünden geçerken duyuyorduk…”
Ali Sait Çetinoğlu,“Varlık Vergisi 1942-1944” adlı kitabında bugün Yunanistan’da yaşayan bazı İstanbul Rumlarının tanıklıklarına yer verdi. Bunlardan bazıları şöyleydi:
Dr. Yeoryiu Topaloğlu: “İstanbul’da doğdum ve okula gittim. Sonradan peynir tüccarı oldum ve bilinen Ticaret Odası’nda kayıtlıydım. Dükkânım Eminönü’ndeydi; orda babam İosif bana yardımcı oluyordu. 1943’ün Ocak ayında bize toplam 105.000 lira vergi tarhedildi Varlık Vergisi altında. Tanıdığımız bir Türk’e baba emaneti evimizi iki bin liraya satmak zorunda kaldık, Türk devleti bizi mecbur etmeden evvel. Fakat bize tarhedilen vergi çok büyük olduğu için ve verebilecek durumda olmadığımız için Şubat 1943 tarihinde polis babamı tutukladı; 72 yaşındaydı o zaman ve Aşkaleye tehcir oldu. Bir buçuk ay sonra, 32 yaşındayken beni de tutukladılar – hasta ve 40 derece ateşim olmasına rağmen… Hayvanların taşındığı vagonlara topladılar ve birçok gün süren seyahatten sonra bizi bir istasyona indirdiler. Bu istasyon Aşkale toplama kampına yürüyerek 8 saat mesafede idi. Orada çadırda -25 derecede ve ısıntısız kaldık. Büyük yaşta olanlar çalısmıyorlardı, biz gençleri ise yoldan karları temizlemeye ve rayların üstündeki buzları parçalamaya mecbur ediyorlardı. Beslenme olarak sefil kalitede karavana vardı ve günde bunun için 70 kuruş borçlanıyorduk. Biz aramızda para toplayıp bir sürgün yoldaşa yemek pişirmek görevi verdik. Ödeyecek durumda olmayanlar için diğerleri paylaşıyordu.
“İSTANBUL’A ELBİSESİZ VE AÇ VARDIM”
Sonradan bizi Sivrihisar’a sevk ettiler. Babam gırtlak kanseri oldu ve birkaç gün sonra öldü. Ben başka kampta olduğumdan kendisini göremedim. Ama son günlerinde memleketlim Kostas Andoniadis görmüştü; zaten bana bildiren oydu. (…) Babamın vefatından bir ay sonra kamptan kaçtım ve çok serüvenli bir seyahatten sonra elbisesiz ve aç İstanbul’a vardım ve Ayios Nikolas gününde, 6 Aralık 1943 tarihinde, babamın anısına dua okunulan güne yetiştim.
Biraz sonra eziyetler durduruldu ve diğer sürgünler de evlerine döndüler. Hayatım, bu felaketten sonra bir çok yıl normalleşmemişti. Bizim dükkânın işletmesini üstüne alan Türk hamal Halit Özgal bizim döndüğümüzü öğrenir oğrenmez kasayı boşaltıp ortadan kayboldu.Aynı devirde kızkardeşim Elda’nın da sıkıntısından kanseri oldu ve 1945’te öldü…”
Marika Şişmanoglu: “Bakırköy’de doğdum ve hayatımın ilk yıllarını geçirdim. Babam Grigorios tüccar ve beyaz eşya ithalatçısı idi. Dükkânı da Eminönü’ndeydi. 1943’un başında 30 bin lira Varlık vergisi tarhedildi. Bu miktar dayanılmazdı. Düşünün aynı durumda bölgede en iyi dükkâna sahip Türk tüccara yalnız 800 lira vergi tarhedildi. İki evimiz vardı, bunlardan 10 odalı olan ev 7 bin liraya satıldı. Babam her iki evi ve dükkânı satmaya mecbur kaldı ama borcunu ödemeye muvaffak olamadı. Böylece tutuklandı ve Aşkale’ye sürüldü. Henüz 1941’de kadın elbiseleri imalat fabrikası açan amcam Yeorgio Şişmanoglu’na büyük vergi tarhedildi ve mâli açıdan mahvoldu. Aşkale’ye sürüldü ve hemen hemen bir yıl sonra kötü bir durumda geri döndü.
Aşkale’de karlardan yolları temizliyorlardı. Bize babamın 1943’ün Haziran’ında gönderdiği fotoğrafta tanıyamadım. Çok kilo vermişti. Sonradan Sivrihisara sevk edildi. Orda bir sabah 57 yaşında kalp krizi geçirip öldü. Ben o zaman 16 yaşında idim ve annemle dayım Hristo Aravanopulu’nun evine taşındık. O da 1943’te Aşkale’ye sürülmüştü. Dayım babamı bir tarlada ağacın altında bir şişeye ismini koyarak gömdüklerini söyledi. Aynı tarlada başka kişilerin gömüldüğü için, eğer mezardan çıkarılırsa tanınabilsin diye…”
Anastasiu İ. Antoniadi: “Babam İsaak, un tüccarlığı ile uğraşıyordu. 1943’te 100 bin lira Varlık vergisi tarhedildi. Bu miktar elinde olmadığından ve likidite edebilecek herhangi bir gayrimenkulu olmadığından 6 Ağustos 1943 tarihinde, 68 yaşında tutuklandı ve Sivrihisara gönderildi. Orada, 24 gün sonra soğuktan çadırın içinde öldü. Yanına bir de şişe gömmüşler ismiyle, eğer mezardan çıkarılırsa tanınabilsin diye. Ben Türk Ordusu’nda Ankara yakınlarında bir kampta askerlik hizmetimi yapıyordum. 10 Eylül’de izin alıp asker arkadaşım Mosho Dimitradi ile babalarımızı görmeye gittik. Maalesef benim babam zaten ölmüştü.”
“BÜTÜN EŞYALARIMIZ SATILDI, ÜÇ YIL ZEMİNDE UYUDUK”
Konstandinou V Konstandinidi: “Babam Vasilios’un beyaz eşya dükkânı vardı. 1943’te 70 bin lira Varlık Vergisi tarhedildi. Sahibi olduğumuz evimiz yoktu. Babam dedemin lahana tarlasını ve bütün eşyaları satmak zorunda kaldı. Üç yıl zeminde uyuduk. Topladığı paralar vergiyi vermeye yeterli değildi. Böylece 1 Mayıs 1943 tarihinde tutuklandı, bir kaç gün Demirkapı’da tutulduktan sonra Erzurum’a tren vasıtası ile sürüldü. Kalp rahatsızlıgı vardı… Fakat jandarmalar çalışmak zorunda olduğuna ısrar ediyorlardı. Rahatsızlandı, 67 yaşında kalp krizinden öldü. Erzurum’da bir Rus manastırının bahçesinde, Kostandino İatru ile birlikte gömüldü.”
Anastasiu K. Iatru: “Babam Konstandinos’un bahriye aksesuar dükkânı vardı. 90 bin lira vergisi tarhedildi. Evimizi, eşyalarla birlikte ve dükkânı sattık ancak [toplanan] paralar vergiyi ödemeye yeterli değildi. Böylece 9 Mart 1943 tarihinde babamı tutukladılar ve bir birkaç gün Demirkapı’da tutulduktan sonra 16 Mart tarihinde Aşkale’ye sürüldü. Ben o zaman Ankara’da askerdim, izin alıp istasyona indim, babamı orda görüp elini öptüm. Bu onu son gorüşüm oldu. Kardeşim Meletios o zaman İsmet İnönü’nün baş doktoru idi. Babamın serbest bırakılması için çok uğraştı ama boş yere. 3 Mayısta 68 yaşında öldü ve Erzurum’da bir Rus manastırının bahçesinde gömüldü. Sonradan naaşını İstanbul’a getirmeye çalıştık ama bize “önce borcunuzu ödeyin sonra bakarız” dediler.
“BANA SÖZ VERİRSEN GÖZÜM ARKADA KALMAZ”
7 Kasım 1997 tarihli Agos gazetesinde Yervant Özuzun’un aktardığı bir başka dram hikayesi: “Armenak Baba çevresinde çok sevilen av meraklısı, Türk müziğinden anlayan, temiz, dürüst, neşeli, hoşsohbet birisiydi. Kadıköylü avcılar kendisine ‘üstad’ derlerdi. Varlık Vergisi’nin İstanbul’da en yetkilisi Faik Ökte yıllardır av arkadaşıydı. Çok yakındılar. Bir sabah çekinerek, ezilerek defterdarlıkta onun odasına gitti. Ökte oturması için yer gösterdi. Kahve ikram etmek istedi. Armenak baba bitkindi, güçlükle kendini toparladı. Büyük nezaketle ve kelimeleri boğazında düğümlenerek ‘Dışarıda bunca insan sizi görmek için sıra bekliyor, ben de saatlerce bekledim, oturmaya hakkım yok’ dedi ve ‘senden bir ricaya geldim’ diyerek geliş nedenini şöyle anlattı. ‘Beni tanırsın, bilirsin, küçük bir çivi dükkanım var, mıhlayıcı (kuyumcu) diye vergi saldılar. Bende bunun onda biri bile yok. Dükkanımı satsanız bile borcumu ödeyemeceğim için beni yine de Aşkale’ye göndereceksiniz. Kural böyle. Senden şunu rica ediyorum, karım ihtiyar, üstelik yatalak. Kimimiz kimsemiz yok. Bir tek ahşap evimiz var. O da vergimize yetmez. Onu da satıp karımı sokağa attırmamaya çalış. Bana söz verirsen gözüm arkada kalmadan Aşkale’nin yolunu tutacağım.’ Ökte, Armenak babanın evini biliyordu. Ak saçlı hasta karısını da. İçinde bir şeylerin kırıldığını hisseti. Varlık Vergisi bu olmamalıydı. Tunç kalıplar yüzünden zulüm yapılıyordu. Armenak’a söz verdi, evini sattırmayacaktı. Armenak baba artık rahattı. Gözü arkada kalmadan Aşkale’ye gidebilirdi. Odadan çıkarken gözlerinde süzülüp kocaman burnundan damlayan iki damla yaşı siliyordu.”
Belki şu an Türkiye’nin her köşesinde buna benzer dramların yüzlercesi, binlercesi yaşanıyor. Dini, bayrağı, Türklüğü kendisine sütre yapıp devlet kılığına girmiş bir dinbaz haramiler çetesinin elinde kim bilir kaç mazlum ve mağdur ne büyük acılar, ne korkunç trajediler yaşıyor. İyi ki ahiret var! İyi ki cehennem var! Dünün ve bugünün harami zalimleri ve bu zulümleri karşısında sessiz kalan dilsiz şeytanlar için yaşasın Cehennem demekten başka elimizden bir şey gelmiyor. İnsanı asıl kahreden de zaten bu!
—
Not: Anlatımlar, Ayşe Hür’ün 10 Mayıs 2015’te Radikal’de yayınlanan “1942 Varlık Vergisi Kanunu” başlıklı yazısından alınmıştır.