Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, AKP’yi kurarken en büyük vaatlerinden biri Avrupa Birliği (AB) entegrasyonuydu. Halk, yolsuzluktan ve ekonominin kötü yönetiminden kaynaklanan yoksulluktan bunalmıştı. 28 Şubat Darbesinin getirdiği antidemokratik uygulamalar, 12 Eylül anayasasının üzerine tüy dikmişti. Yasaklar ve bürokratik oligarşinin dayatmaları da vatandaşı canından bezdirmişti. AB üyelik süreci hem demokratikleşme adına önemli bir motivasyon hem de devletin/ekonominin kurallı yönetimi için alternatifsiz bir zorlayıcıydı. 2001 ekonomik krizinden disiplinli ve kurallı ekonomi yönetimi ile çıkan halk, bunun kalıcı hale gelmesinin AB ile olacağını görüyordu. Acı reçeteye rağmen periyoda binmiş krizlerle daha ağır bedelle ödememeyi böyle mümkün görüyordu.
AKP halktaki talebi iyi tespit etti ve bütün söylemini AB üzerine kurdu. Hatta ‘Milli Görüş gömleğini çıkardık’ metaforu bile bu taahhüdü somutlaştırma amacı taşıyordu. Milli Görüş’ün temel felsefesi ekonomi ve siyasi açıdan Batı’dan kopmayı öngörüyordu. Erdoğan, klasik tabanının tepkisine rağmen ve bir anlamda kendi geçmişini inkar edercesine AB’yi savunuyordu. Akıllıca bir dönüştü, zira Milli Görüş’le varılabilecek sınıra dayanmışlardı. O sınır bırakın iktidarı barajı geçmenin dahi zor olması anlamına geliyordu. İlk 7-8 yılda küçük sapmalar dışında hedef değişmedi.
Yüzde 50 oy, tavrı değiştirdi
2011’de partinin oyu yüzde 50 civarında olunca Erdoğan’ın ve partideki çekirdek kadronun tavrı değişmeye başladı. Dönemin İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, artık kendi yollarını çizeceklerini ve eski yol arkadaşlarına ihtiyaçları kalmadığını söylediğinde ilk alarm zili çalmıştı. Liberaller, sosyal demokratlar ve kökenden siyasal İslamcı olmayan muhafazakarlar için yol ayrımı yaklaşıyordu. Erdoğan’ın istediği ya tam biat ya da yok edilmekti. Partideki bilhassa kurucu kadrodaki uzlaşmacı ve nispeten ‘Batıcı’ isimler bu projeye tam teslim değilseler de, hepsi önce etkisizleştirildi sonra da tasfiye edildi. Ali Babacan ve Abdullah Gül uluslararası uzlaşmayı Bülent Arınç gibi isimler ise ülke içindeki köprüleri temsil ediyordu. Şu anda yoklar.
Türkiye, İran olur mu tartışmaları yapılırken bunun fiili bir temeli yoktu. Fakat 15 yıllık iktidarında Erdoğan adım adım bu temelleri attı, uçuk bir senaryo gibi görünen şeyi gerçekleşebilir hale getirdi. Kafasındaki plan mümkünse İran, olmadı Suriye’yi kurmak. Ayetullah gibi tartışmasız ve günahsız bir lider haline geliyor. Her şeyi bilen, yüzde yüz doğru kararlar veren ve eleştirilmesi ihanet kapsamında bir kült artık o. Kırk dereden su getirerek anayasa değişikliğini eleştiren Yıldıray Oğur’un bile linç edilmesi gelecek günlerin habercisi. Yeni anayasa eksik kalan parçaları da tamamlayıp Ayetullahlığını ilan etme imkanını Erdoğan’a veriyor.
AB raporunun tam tersini uyguluyor
AB konusunda Erdoğan planının son aşamasına ulaştı. 2016 ilerleme raporunda yazanların tam aksini hayata geçiriyor. AB yargı bağımsızlığından dem vuruyor, o tam tersine bütün yargıyı kendine bağlayacak düzenlemeler yapıyor. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’ndaki siyasi ağırlık bitmeli önerisine bütün üyeleri kendinin ve partisinin seçeceği anayasa değişikliği ile cevap veriyor. Ekonomilerin dipsiz kuyusu yolsuzlukla mücadelenin önemine vurgu yapılıyor, Erdoğan, bunun darbe olduğunu ileri sürüyor. AB, kurum ve kurulları ekonomik özerkliğini talep ediyor, o ise özerk kurumlara yandaş atayarak ya da psikolojik harp uygulayarak uydu haline getiriyor. Faiz artıramadığı için el altından gizlice faizi fili olarak yükselten Merkez Bankası en somut örnek.
Liberal aydınlar dünya ile bilhassa AB ile böylesine bir entegrasyonun Erdoğan’ı dizginleyeceğini sanıyordu. Bütün medyayı ele geçirince en önemli ekonomik sorunlar bile ya gözden kaybediliyor ya da komplo teorileriyle izah ediliyor. Krizi büyüten açıklamaları Erdoğan’ın bilerek yaptığını düşünmek için yeteri sebebimiz var. Anayasa ile AB sürecine son darbeyi vurmaya hazırlanıyor. “Avrupa’ya götürüyorum diye kamyona doldurulup Ortadoğu’nun göbeğine bırakılmak” espri değil buz gibi bir hakikat artık.