6-7 Eylül 1955’te evleri, dükkânları yağmalanan, diri diri yakılmak istenen Ermeni, Rum ve Yahudilerin sordukları soruydu bu. “Bu insanlar dün komşularımızdı bizim. Bugün ne oldu da hunharca saldırıyorlar?”
Birçok tarihçi 6-7 Eylül olaylarının sorumluluğunu, Türkiye ile Yunanistan arasındaki Kıbrıs meselesine bağlıyor. Kıbrıs’ın kaderinin ne olacağı konusunda Türkiye ve Yunanistan arasındaki ‘diplomatik’ görüşmeler ve adada hüküm süren eli silahlı, istihbarat destekli grupların çatışmaları sonucunda Türkiye’de gayrimüslimlere yönelik öfkenin arttığı söyleniyor.
Ama bu toptancılık yeni değildi. 1890’larda Ermeni silahlı gruplar Osmanlı topraklarında terör estirdiğinde verilen ‘karşılıkta’ da, 1915’teki Ermeni tehciri sırasında da, 1934’teki Trakya olaylarında Yahudilerin dükkân ve evlerinin yağmalanmasında da, 1942’deki Varlık Vergisi döneminde gayrimüslimlerin mallarına ‘vergi’ adı altında el konduğunda da aynı ‘toptancılık’ vardı. “Şu Ermeni mi?” “Bu Yahudi mi?” “Öteki Rum mu?”… Vurun gitsin!
Bütün bu olaylarda olduğu gibi 6-7 Eylül zamanında da medyanın kışkırtıcılığı önemli bir rol oynuyor. Kıbrıs görüşmeleri boyunca medyadan hedef gösteriliyor Rumlar. Patrikhane, sesini yükseltmediği ve Kıbrıslı Rumları ‘desteklediği’ için suçlanıyor. Bu arada ‘yerli ve milli’ STK’lar inisiyatif alıyor. İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği mesela, Yunan pasaportlu Rumların mallarına el konup sınırdışı edilmesini istiyor.
LİSTELERİ KİM VERDİ?
Nihayet 6 Eylül 1955 sabahı ‘bitirici darbe’ geliyor. Selanik’te Atatürk’ün doğduğu eve bomba atıldığı haberi yayılıyor radyodan. İstanbul Ekspres gazetesi, yıldırım baskıyla, hem de 300 bin basarak haberi duyuruyor İstanbullulara. Öğleden sonra Beyoğlu’nda toplanan kalabalık gayrimüslimlerin dükkânlarını ve evlerini taşa tutuyor, yağmalıyor. O günün bazı tanıkları, yağmacıların ellerinde listelerle sokak sokak dolaştığını aktarıyor. Haliyle, “Listeleri kim verdi?” sorusu akıllarda.
Olay sadece İstanbul’la kısıtlı kalmıyor. İzmir’deki ‘gayrimüslim hafızası’ da devreye giriyor hemen. Ankara’ya da taşıyor. Fransız, İtalyan, Avusturya ve Almanlara ait işyerleri de saldırılardan nasibini alır hatta. Kısa zamanda olay bir çeşit “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!” şenliğine dönüşür. Etkileri uzunca bir süre sokaklarda hissedilir.
DEVLETİN PARMAĞI
Ancak olaydan hemen sonra devletin aldığı tutum değişecektir. Başlangıçta bunu bir ‘milli kalkışma’ olarak gören siyasîler ve bürokratlar olsa da, uluslararası yansımaları sebebiyle Demokrat Parti hükümeti hemen ‘yaraları sarmaya’ girişir. Ancak yaşananlar için bir ‘günah keçisi’ lazımdır.
Bir gün sonra, 7 Eylül sabahı adliyeye 60’a yakın ‘komünist’ getirilir. Bunlardan 19’u olayları tahrik etmekten tutuklanır. Aralarında Aziz Nesin, Kemal Tahir, Can Boratav, Hasan İzzettin Dinamo gibi ünlü isimler vardır. (Bugün Diken.com.tr’de yayınlanan 22 Kasım 1955 tarihli, Sıkıyönetim İdaresi’ne hitaben yazılmış bir resmi evrak, özellikle komünistlerin suçlanması gerektiğini vurguluyor.) Aziz Nesin bu olayları anlatırken, devrin sıkıyönetim komutanının “Bunlar salkım salkım asılacaklar!” diyerek kendilerini tehdit ettiği söyler.
Sonrasında 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili tutuklananlar, kısa sürede serbest kalır. Konu, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra Yassıada Mahkemesi’nde de ele alınır ve Demokrat Parti, bu olaylardan sorumlu tutulur.
İTİRAFLAR…
Yıllar içinde medyaya yansıyan tanıklıklar, 6-7 Eylül’e varacak olayların bir çeşit istihbarat örgütlenmesi ile tertiplendiğini gösteriyor. Selanik’teki Atatürk’ün evine bomba atıldığı yalanı, deforme edilmiş fotoğrafların basına servis edilmesi, akabinde hemen komünistlerin suçlanarak olayın örtbas edilmesi, Kıbrıs meselesinde ‘kullanılan’ paramiliter grupların irtibatları bu meseledeki ‘devletin parmağını’ işaret ediyor. Devrin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın İçişleri Bakanı Namık Gedik’e, “Galiba dozu kaçırdık!” dediği rivayetler arasında.
Ama konuyla ilgili bugüne kadar en net itiraf, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı görevinde bulunan Sabri Yirmibeşoğlu’nun verdiği bir röportajda, “6-7 Eylül de, bir özel harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı.” şeklindeki sözleriydi.
Olaylardan sonra ne mi oldu?
Rumların önemli bir kısmı İstanbul’u terk etti. Çoğunluğu Yunanistan’a, bazıları Anadolu’nun farklı şehirlerine göçtü. Gayrimüslimlerin Türkiye toplumunun dokusundan ‘silinme’ işlemi biraz daha ‘başarılı’ oldu. 1964’te, Kıbrıs meselesinin daha da hararetlendiği bir dönemde, Rum pogromu yaşandı. Yunanistan pasaportlu Rumlar, yanlarına sadece bir valiz alabilecek kadar imkân tanınarak İstanbul’dan ve İzmir’den sürüldü.
BU İNSANLAR NEDEN BİZE BUNLARI YAPTI?
Balıklı Rum Hastanesi’nin o dönemki başhekimi Yorgos Adosoğlu’yla yapılan bir görüşmede, şunlar anlatılıyor o günle ilgili:
“Ahlaka aykırı davranışlar da vardı. Mesela, evlerde kadınlara tecavüz ediliyordu. O gün, çok tecavüz oldu. Kadınlar sonradan Yunan Konsolosluğunu haberdar ettiler. O zaman polisler sivil olarak bana geldiler, doktor olduğum için. Hastaneye gittik, ama kadınlar orada susuyordu. Bunun üzerine polise sordum: ‘Evli misin?’ ‘Evet’ dedi. ‘Bir gecede 500 kişi senin karını ya da kızını taciz etse, sen ne anlatırdın?’ Susacağını söyledi. Kadınların suçu yok. Failleri resmi makamlara ihbar ediyor, ama olayın herkesçe bilinmesini istemiyorlardı.”
Bütün bunları yaşayanlar haliyle şunları soruyordu: Daha düne kadar komşumuz olan, ahbaplık ettiğimiz, bizden alışveriş yapan, sokakta görünce selam veren insanlar nasıl oldu da bir anda böyle vahşileşti? İçlerinde eskiden beri tuttukları bir garezleri mi vardı?
Yazılarınız bir çöle benzetebileceğimiz düşünce hayatımız açısından adeta bir vaha gibi oldu. Çok teşekkür ederiz, kaleminize kuvvet…