Aliye Çınar Köysüren
“Annelik kariyeri” söyleminin moda olduğu şimdilerde, kadına yönelik cinayet bilançosu öldürülen kadınların yarısından çoğunun hem evli hem de çocuklu olduğunu haber veriyor. Ataerkillik ve modernlik arasındaki arafta kalmışlık, katil ve kurbanları belirlemede önemli bir ayraç. Erkek, zayıflığını canilikle perdelemek zorunda kalıyor.
Kadına yönelik şiddetin en ağır tablosu kuşkusuz cinayetler. Elbette olay yeni değil; ancak görünürlülük durumu, ivme kazanması, suçun işlenme biçimleri gibi pek çok değişken de eski değil, günümüz hikâyesinin bir parçası.
2015 yılı verileri 303 kadının cinayet kurbanı olduğunu haber veriyor. Bu rakam, resmi göstergeler… Bir de doğal ölüm görünümü verilerek cinayetin perdelendiği tablolar var ki, bunlar işin dramatik boyutunu derinleştirmektedir. Bu yılın ilk yarısını geride bırakırken, aynı oranda ve belki de artarak devam eden bir toplumsal yara var ve geride kalan bu izler, gelecek için önemli ipuçlarını haber vermektedir.
“Annelik kariyeri” söyleminin moda olduğu şimdilerde, kadına yönelik cinayet bilançosu öldürülen kadınların yarısının hatta yarısından çoğunun hem evli hem de çocuklu olduğunu haber veriyor. Bu durumda laftan öteye geçemeyen bu söyleme takılmadan, konu üzerinde iyi etüt gerekiyor.
Tıpkı bunun gibi albenili bir başka strateji ise boşanmaların önüne geçmeye dair tedbir uygulamalarıdır. Ancak veriler gösteriyor ki, kadının içinde öldürüldüğü aileyi korumak yerine, bu ailenin nasıllığı üzerine düşünmek gerekiyor. Cinayet kurbanları birlikte yaşayan ve bekâr kadınlardan müteşekkil olsaydı, varsayım doğrulanmış olunur ve desteklenmesi beklenirdi. Ancak durum hiç de böyle değil. Yaş oranına bakacak olursak, söz konusu kadınların büyük çoğunluğu 30 yaş üzeri (genellikle bekâr olmayan) kadınlar olarak durmaktadır.
Yine son verileri dikkate aldığımızda (2015) evliyken öldürülen 129, kocası tarafından öldürülen 90 ve evliliğini sonlandırmak istediği için öldürülen 50 kadın, cinayet kurbanı olarak kayıtlara geçmiş. Küçümsenecek bir rakam değil ve bunlar evlilik hanesiyle ilintili kadınlar. Yine bu kadınların yarısı çocuğuyla birlikteyken veya onu kaybetmeme mücadelesi verirken hayata veda etmek zorunda kalıyor. Diyebiliriz ki kadın cinayetlerini evlilik kurumuyla aklama girişimi beyhude görünmektedir.
Erkek, zayıflığını canilikle perdelemek zorunda kalıyor
Bütün bunlar bir tarafa, asıl önemli sorun, “kadının karar” alması meselesidir. Bu düşüncenin sağlamasını evliliği sonlandırma “karar”ı alan kurbanların azımsanamayacak bir rakama ulaşması ile de yapabiliriz. Çünkü babasından gördüğü öyküyle uyuşmayan bir tablo var erkeğin karşısında: Annesi gibi itaat eden veya idare eden ya da görmezden gelen değil, görebilen, karar verebilen bir birey belki de kendinden/erkekten daha güçlü bir kimlik var ortada… Bununla baş edemeyen yetersiz bir kimlik örüntüsü, tehlikeyi yok ederek, sorunu bertaraf edebileceği sanısına kapılıyor. Nitekim 2015’te -istatistiklere yansıdığı kadarıyla- 16 kadın, fiziksel şiddete veya cinsel saldırıya karşı direndiği için öldürülmüştür.
Öte yandan ataerkillik ve modernlik arasındaki arafta kalmışlık da, katil ve kurbanları belirlemede önemli bir ayraç. İnsanı öldürebilecek kadar gözü kararabilen bir namus algısı var ve anlaşılması kolay değil. Burada da erkeğin gururu ve güçlü görünmesi gölgede kaldığı için yine savunmadaki erkek, zayıflığını canilikle perdelemek zorunda kalıyor.
Çalışma hayatına atılan kadınların sayısı arttıkça, özgürlük söylemini de beraberinde getirdi. Özellikle büyük şehirler bu algı için çok uygun ortamlardı. Özgür yaşamlar hikâyesi, ilk başta erkekler için de cazipti. Kadın, erkeğe yük olmayacak, pek çok konuda özgürlükçü olacak, hatta cinsel tercihinde bile…Ancak bu erkeklerin kültürel kodlarındaki aidiyet, sahiplenme ve namus algısının ne zaman parlayıvereceği veya hangi koşullarda patlayıvereceğini kestirmek güç.
Erkekliğin şanı ve namus algısı sorgulanmalı
Kültür, erkekliğin “şanı”na yakışan ve yakışmayan kıstasları koymuştur. Bu kuralların dışına çıkamayanlar, kısacası onun içinde cebelleşenler de, üzerlerine düşen vazifeyi icra etmeye mecburdurlar. Namusunu temizleyen, katil de olsa, toplum tarafından ona, başköşe gösterilip arkasından “helal olsun” denecektir.
Acaba bir caninin kirli elleri, namus konusunda nasıl bir temizlik yapabilir? Katilin temizlik yaptığını söyleyen namus algısını yeniden sorgulamak zorundayız… Neyin namusu bu? Bu bağlamda, Yılmaz Güney’in “Yol” filminde yer alan bir sahneyi anımsayabiliriz: Namussuz kadına verilecek ölüm cezası karşısında, babasından kocasına varıncaya kadar herkesin acımasızlığı dahası namusu temizleme görevini birbirine nasıl telkin ettiğini hatırlayabiliriz. “Acıma ona”, “hak etti… namussuz”… Hatta annesi oğluna: “Üzülme… Bu senin değil, onun ayıbı” diye telkinde bulunur; oysa bu teselliler gizlice, namusu temizleme şifrelerini gösterir, oğluna.
Bu filmde öldürmeyeceğim diye kadınına söz veren Tarık Akan da, besbelli öldürmesi gerektiğini düşünüyordu. Sinsi planıyla, zavallı kadını karda ve tipide yola çıkardı ve onun bu acımasız soğuğa karşı gelemeyeceğini basbayağı biliyordu. Kendisi değil, soğuk öldürmeliydi… Ancak bu dram ve bilinçli plan karşısında Tarık Akan’ın sendelemesi, töreler ve vicdan arasında kalakalmışlığı gözden kaçmayacaktır. Elbette şimdilerde namus ve töre, bu tonda ve kıvamda olmasa da, bilinç dışı ve kültürel hafıza sürekli bu nakaratı fısıldayarak, takıntının pençesine düğüm atmaktadır…
Bağımsızlaşan kadın tehdit altında mı?
Kadının ekonomik özgürlüğünü elde etmesinin ataerkil kültürün dokusuyla tam bir uyum sağladığı söylenemez. Zira bu konu, var olan marazi damarları iyice besledi. Erkek fırsat olarak kadının para kazanmasını isterken, gücün bölünmesini arzulamadı. Ancak kadın da mevcut ezilmişliğiyle birlikte “ben” ve “benim param” demeye başladı. Bu tablo, erkekte güçsüzlük olarak sinyal vermeye başladı. Para, iyi ve kötüyü ortaya çıkarabildiği gibi, şiddete meyilli olanları da ayan beyan ederek bir tür turnusol işlevi görmektedir.
Kısacası kadın cinayetlerine zemin hazırlayan durumların erken yaşta evlilik; kadınların eğitim, sağlık, çalışma, boşanma, kendi hayatına dair karar alma hakkı gibi temel haklardaki noksanlıklar önemli bir gedik olarak durmaktadır. Ancak herşeyden önemlisi kadın ve erkekleri nasıl yetiştirdiğimizi sorgulamamız gerekmektedir. Güçlü erkek ve içindeki çocukla buluşabilen kadınlar yetiştirmezsek, “iki yüzlülüğün” sonu gelmeyeceği gibi, zayıflık tehdit edilince güç(müş) gibi “şiddet”e sarılmak olağan olacaktır.
Elbette devlete büyük sorumluluklar düşüyor. Eğitimden güvenliğe kadar pek çok zayıf alanda devletin desteği son derece önemli. 2015 verilerine baktığımız zaman, “devletin koruması altındaki 27 kadın”ın öldürülmüş olması da hayli düşüdürücü.