“Yeşerir gönüller
Yeşerir ülkeler
Turfanda baharlar gibi
Hızır çeşmesinden beslenince
Feyizler, nurlar ve bereketlerle” (Hızırî Adımlar)
HASAN ÇAĞLAYAN | KİTAP İNCELEME
“Acı çekmeyen insan yarım ve eksiktir. Acı çekmeyen bir insanla yapılan her konuşma gevezeliktir.” cümleleriyle başlayan bu kitabı elime aldığımda vakit geceydi. Dostum Niyazi Sanlı’nın, daha ilk cümlesiyle acıya hazırlayan bu kitabını, ‘peş peşe acılar yaşamış bir özne olarak, birkaç günde okurum’ dedim. Dedim demesine de sabaha kadar ağlayarak bitereceğimi düşünmemiştim.
Neydi beni bu derece sarsan ve ağlatan? Açıkçası tek bir cümlelik cevap yetersiz kalır buna. Genç ve idealist bir öğretmenin çocukluk ve ilk gençlik günlerinden başlayarak, okurları yavaş yavaş içine çeken bu hikâye, aslında bir yaşam öyküsünün ve de bir sevdanın kardelen albümüdür. Anlatıcımız her ne kadar, “Ben bir kahraman değilim. Elinden geleni yapmayı deneyen sıradan bir insanım.” dese de, kalplerimizde fırtınalar koparacağını muhtemelen hiç düşünmemiştir. Çünkü bu yaşanmışlıkta bir “aşk ve aşkınlık” vardır.
Ses benzerliğinin ahengiyle kulağa dokunan aşk ve aşkınlığın, pek çok söz ve metinde kolayca yan yana gelmesine rağmen, bir insanda buluşması ender görülen bir şeydir. Böyle olduğu için de çok üstün bir mertebedir. Bununla birlikte aşk ve aşkınlık, kendisinde buluştuğu kişide bir hayat boyu kol kola yürümediği gibi her zaman bir kıvamda da kalmayabilir. Zaten bu güzelim kıvam, bulunan değil, yakalanan bir şeydir. Bu sebeple elde durması azami özen ister.
Aşk da öyledir; lakin bir gayr-ı iradilik vardır onda. Çünkü aşk aranıp bulunan değil, maruz kalınan ya da bahşedilendir. Öyle ki her isteyen âşık olamaz ve istediği halde aşkı bulamaz. Fakat şu var ki ona tutulan insan da aynı insan olarak kalamaz. İşte, “Kara Kışta Kardelenin Rüyası” isimli bu kitap, bir davanın aşkıyla birlikte aşkınlığı da yakalayan iki öğretmenin ve onlarla hayatları kesişen nice isimsiz kahramanın menkıbevi hikayesidir.
Evet, bu hikâye, yalnızca Figan Hanım ile eşi Ramazan Bey’in değil, onların özelinde aynı his ve şuurda birleşen pek çok adanmışın da “hizmet” hikâyesidir. Figan Hanım’ın, Anadolu’daki Sarı Saltuk Köyü’nden Balkanlar’daki Sarı Saltuk diyarına, Romanya’ya, Bosna Hersek’e, Afrika’ya ve daha nice ülke ve kıtalara uzanan ve sanki Hızır yoldaşlığında bir kanaviçe gibi örgülenen yolculuğu, bastığı yerleri yeşerten bir bahar müjdesi gibidir. İşte bundan dolayıdır ki kara kışta açan kardelene benzetilmiştir.
Tıpkı, kendisinden sonra gelen bütün asırlara ışık saçan Hz. Fatıma gibi Figan Hanım’ın da Hasan ve Hüseyin’i vardır. Dahası, ona ve onun gibi nicelerine kol kanat geren ve sanki Ümmü Eymen’i ya da Esma Binti Ümeys’i anımsatan “Saber Hala”sı vardır. Evet, tarih kitaplarında yer almayan; ama yaşanan ve yazılmakta olan tarihi sevgiyle kökünden değiştiren ve dönüştüren sessiz kahramanların menkıbesidir bu.
Onların hiç birisi kendini bir kahraman olarak görmese de, hayatları olabildiğince minimal olsa da göz kamaştırıcıdır işte. Lakin bir şimşek çakması veya bir havai fişek parlaması gibi de değildir kesinlikle. Fakat belki bir suyun, çekirdekler, başaklar ve tohumlar bitirecek bir bahçeyle buluşmasıdır denilebilir. Bunun içindir ki tesiri devamlı ve pek büyüktür.
Öyledir; çünkü insana ve topluma dair gelişmeler tıpkı tohum ve çekirdeklerin yolculuğu gibi olabildiğince yavaş ve girifttir. Toprakla ve suyla buluşa buluşa, filize ve başağa dura dura, yazın ateşine, kışın soğuğuna maruz kala kala yaşanan bu zorlu süreç, iyisinden bir serüvendir. Bundandır ki çokça sabır ve gözyaşı ister, adanmışlık ister. İster ki, bir mumun bir başka mumu tutuşturmakla çoğalan aydınlığı gibi aydınlansın her yer.
Biliyorum, kitaba dair detaylara girmedim. Ama şu kadarını söyleyeyim ki kitapta ismi geçen kahramanların Sarı Saltuklar gibi türbesi yapılsa yeridir. Yalnızca onların değil, bugün hâlâ akıl almaz suçlamalara maruz kalan; ama kaderin eliyle bütün dünyaya çekirdek ve tohumlar gibi saçılan günümüz mazlumlarının da türbesi yapılasıdır.
Kitabı okuyun derim. Farklı düşünmeyeceğinizi sanıyorum.