Sabr-ı cemîl mevsimi…

ALİ DİNÇER | YORUM

Johnny Cash şarkılarından biri, “Neden ben, ey Rabbim?” (Why me Lord?) diye başlar. Devamında ise “Gördüğüm lütuflardan birini bile hak edecek ne yaptım ki?” diye sorar. Ters köşeye yatıran bir parçadır. Fıtraten “Neden ben?” sorusunu nimete şükürden ziyade musibetten şikayet için sormaya meyilliyiz.

Neden ben, ey Rabbim? Sevgini ve gösterdiğin iyiliği hak edecek ne yaptım ki?

Fethullah Gülen Hocaefendi’yi tanımış olma nimetini düşününce benzer bir hisse kapılıyorum: “Neden ben?”

Ege taşrasında basit bir memur ailesinde büyüdüm. Annem babam okula giden ilk nesil, onlardan önceki nesiller köyde çiftçi. Ailemde Hizmet mensubu pek yok. Hizmet Hareketi ile ortaokulda dershaneye gidince tanıştım. Dershaneye gidiş sebebim tamamen sınav kazanma kaygısı.

“Hizmet olmasaydı okumazdım!” demem. Allah bilir yine okurdum. Bizim bölge insanı çocuklarını okutur. Güzel bir meslek edinsin, kendini kurtarsın, iyi para kazansın, ailenin medar-ı iftiharı olsun ister. Köyünden de pek uzaklaşmasın, şehre gidecekse bile yakın bir şehirde yaşasın. Hele Ankara veya İstanbul’a gidip boyundan büyük işlere hiç bulaşmasın.

Dünyayı değiştirmeye talip olmak!

Ben boyumu aşan işlere bulaştım. Hizmet’le yolu kesişen birçok insan öyle yaptı. Sadece Türkiye’nin kısır siyasi tartışmalarından bahsetmiyorum. Dünyayı değiştirmeye talip olmak riskli iştir. Dünya kendisini değiştirmek isteyen hiç kimsenin ayağına kırmızı halı sermez!

Nitekim bize de sermedi. Zaten hiçbir zaman kırmızı halıda yürüyen insanlardan değildik. ‘Tolkien’ evrenindeki hobbitlere tekabül ediyoruz. Ücra köylerden kasabalardan çıkmış, herhangi bir kudreti olmayan ufak tefek insanlarız; ama sırtımıza dünyanın çeşit çeşit derdini yüklendik. Dinimizin doğru temsili, “zamanımızın çocukları” olarak inancımızdan ilhamla bu asra hitap etmek, kendimiz gibi olmayanlarla tanışıp kaynaşmak ve yangın yerlerine elimizin ulaştığı kadarıyla su taşımak…

Hocaefendi’ye minnettarlığım en çok da bundan. Geçici menfaatlerimizden başka şeylere de kafa yormayı, ortada sahipsiz kalmış büyük dertleri sahiplenmeyi öğretmiştir. Şahsen iyi öğrendim iddiasında değilim. Her talebenin istifade kapasitesi farklı. Ancak iyi bir öğretmen, sınıftaki en kötü öğrencinin üzerinde bile iz bırakır.

Hayata anlam katmak!

Avusturyalı psikolog Viktor Frankl, Auschwitz toplama kampı anılarını anlattığı “İnsanın Anlam Arayışı” adlı eserinde, mahkûmlar arasında hayatlarına bir anlam ve dava duygusu yükleyebilenlerin kampın dehşet verici ahvaline karşı daha iyi mukavemet gösterdiğini anlatır.

Fethullah Gülen Hocaefendi buna “mefkûre” diyor. Çünkü sadece iman etmiş olmak ihtimal insanın ahiretini kurtarabilir ama dünya hayatını anlamsızlıktan kurtarmaya yetmez. Yetseydi kutsal kitabımızda imanın geçtiği çoğu yerde hemen ardından salih amel zikredilmezdi. Yetseydi bugünün dünyasında 1,5 küsür milyar müslüman olarak manasız ihtilaflar ve iç içe geçmiş acziyetler girdabında dönüp durmazdık.

İmansız amel makbul değil. Amelsiz iman da zayıflamaya ve sararıp solmaya mahkûm. Hocaefendi, mefkûre temelinde şekillenmiş aksiyonu, hem imanı taze tutmanın hem de esmesi mukadder muhalif rüzgârlara karşı sabretmenin en önemli unsuru olarak formüle etti. Frankl’ın Auschwitz’ten çıkardığı dersler de benzer frekansta. Ona göre, hayatına anlam katabilen, çektiği acıya da anlam katabilir, hatta öldüğünde ölümüne de.

İmanı, müspet aksiyona tahvil etmek

Risale-i Nur imanı kurtarma, Hizmet de imanı müspet aksiyona tahvil etme davası. Bu yüzden, dünyanın dört bir yanındaki gönüllülerin bugün Fethullah Gülen Hocaefendi’yi kaybetmekten dolayı hüzne gark olduğunu tahmin etsem de, “Şimdi ne yapacağız?” türü bir şaşkınlık yaşadığına pek ihtimal vermiyorum.

Dünyanın hangi köşesinde ve hangi konumda olursak olalım, müspet hareket adına yapabileceğimiz şeyler mutlaka vardır. İslam’ı kendisine güzel temsil edebileceğimiz bir komşumuz veya iş arkadaşımız, tanışabileceğimiz ve değerlerimizi paylaşabileceğimiz yeni insanlar, inşaatına tuğla taşıyabileceğimiz köprüler…

Hocaefendi yeterince öğrendiğimize kanaat getirmiş olacak ki derse son verdi. Bundan sonrası geride kalanların aklına ve sorumluluk duygusuna emânet.

Johnny Cash şarkıda “Neden ben?” diyor. Bizim inancımızda bu sorunun cevabı basit: fazl-ı ilâhî. Hayatımızda güzellik adına ne varsa Allah’ın bize olan engin şefkati ve cömertliğinden. Nimetin gerçek sahibini tanıdıktan sonra vesile olanlara teşekkür etmek de boynumuzun borcu.

Hangi biri için teşekkür edeyim!

Kendisine hangi biri için teşekkür edeyim bilemiyorum: gösterdiği mefkûre ufku, geride bıraktığı birbirinden kıymetli eserler, temelini bizzat attığı Yamanlar Koleji’nde geçen unutulmaz günlerim…

Tabii bir de ayrılık meselesi var. Kendisinde teselli bulduğun, gölgesinde soluklandığın koca bir çınarın artık orada olmaması. O çınar ki, dünya yıkılsa bile çizgisinden taviz vermeden orada duracağını bilmek emniyet, cesaret ve sabır telkin ediyordu. Şimdi payımıza düşen, o çınarın yokluğuna dayanmak, Yakup Aleyhisselâm’ın diliyle, “güzelce sabretmek.”

Özlemek fiili bizimki dahil birçok dilde özleyenin bir eylemi olarak geçer. Fransızcada ise “sen bende eksiksin” (tu me manques) şeklinde bir yapıyla özlenene isnat edilir. Hocaefendinin ömrü boyunca şarkısını söylediği baharı bizler bir gün görsek bile, o bizde hep eksik olacak.

Ferîdüddin Attâr’a atfedilen hikayede bir hükümdar, ülkesindeki büyük alimleri toplayıp “Bana öyle bir yüzük yaptırın ki, ona her baktığımda hüzünlüysem neşeleneyim, neşeliysem de hüzünleneyim.” diye emretmiş. Alimler kafa kafaya verip bir yüzük hazırlamışlar ve hükümdara takdim etmişler. Yüzüğün iç kısmında kısa bir cümle yazılıymış:

Bu da geçer.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin