M. AHMET KARABAY | HABER İNCELEME
Dini ve tarihi konulara son bir yıldan bu yana mümkün olduğu kadar girmemeye çalışıyorum. İnsanımız ‘okuma özürlü’ olduğu için bırakın birkaç kaynak kitap okumayı, iman ettiği dinin kitabı olan Kur’an’ı bile okumaya gerek görmüyor. Bunun yerine bir şekilde kendini bulduğu grubun gözlüğü ile dünyayı algılamaya çalışıyor. Okumayı ise dua amaçlı okumakla sınırla sayıyor. Ne dediğini, ne yazdığını bir kez bile baştan sona okumaya gerek görmüyor.
Bu yazıyı yazmama, geçen davet edildiğim bir dost ortamı sebep oldu. Bulunduğum şehirde, uzun yıllardan bu yana görüştüğüm bir dostumun, “Zaman zaman bir araya gelip din ve tarih üzerine sohbetler ediyoruz. Arkadaşlar sizi tanıyor. Bir gün birlikte katılalım.” diye bir süredir yaptığı davet vardı.
Geçtiğimiz haftalarda davete icabet etme fırsatım oldu. Çoğunluğu akademisyen olan bir ortamdı. Birinin nutuk atıp ötekilerin dinlediği bir atmosfer yerine isteyenin konuşmanın akışına girip kendi görüşlerini ifade edebildiği bir ortam vardı.
Konu Mekke döneminin son yıllarında yaşanan ve Müslümanlara boykot uygulandığı döneme geldi. En çok bu konuşuldu. 25-30 kişinin bulunduğu toplantıda, sözün akışına dahil olan genelde 8-10 kişi vardı. Oradakilerin hepsi benim 4-5 yıl Silivri’de ikamet ettiğimi biliyordu. Hiçbirinin yolu, benim gibi malum adresten geçmemişti. Söyleyeceklerimi nasıl karşılayacaklarını bilmediğim için dinlemeyi tercih ettim.
Ortamda bulunanların birçoğu, kamuoyunun da bir şekilde tanıdığı isimlerdi. Bir araya getiren bağ ise bir cemaat veya tarikat ortak paydası değil, kişisel ilişki ve dostluklar olduğunu fark ettim. Ben de zaten böyle bir ortak dostun davetiyle katıldım. Amacım sohbet ortamını aktarmak değil. Bir dost ortamında konuşulanları sizlere şikayet etmek gibi bir konumda da kendimi görmek istemiyorum. Bundan dolayı da zaten isim imasında bile bulunmaktan çekindim.
BOYKOT YILLARI İNSANLIĞIN GÖRDÜĞÜ EN BÜYÜK ZULÜM MÜYDÜ?
Boykot yıllarına ilişkin anlatılanların üçüncü beşinci derecedeki kitaplardan aktarılanlardan ibaret olması hayli üzücü idi. “Küfür tek millettir” yaklaşımını takınan bir konuşmacı, o kimi tarihçilere göre 2 kimilerine göre 3 yıl süren boykot dönemini insanlık tarihinin görüp görebileceği en büyük zulümmüş gibi algılanmasını istiyordu.
Entelektüel bir ortamda bulanlar bu şekilde algılayabiliyorsa ve dahi çevresindekilerin de böyle algılanmasını istiyorsa, sıradan bir Müslümanın, Hz. Muhammed’in (sas) risalet dönemindeki bütün hayatının karnına taş basarak açlık içinde hayatının geçtiğine inanması kadar normal bir şey yok.
Toplantıdan ayrılırken bir sonraki randevuya benim yine katılmam istendi. Aynı konu üzerine görüş alışverişinin devam edeceği belirtilince müthiş mutlu oldum. “Bu konuda benim de paylaşacağım epey nokta var.” dedim. Bugün konuşmama nedenimi de, “Ortamdaki konuşmaların akışını bir bütün olarak göreyim istedim.” diye salt dinleyici olmamı izah ettim.
Mekke döneminde yaşanan boykotta neler olduğunu önce sizinle paylaşayım istedim. Tarihi belli olmayan bir sonraki toplantıda da bir kısmıyla yeni tanıştığım arkadaşlara aktaracağım.
MÜŞRİKLERİN HEPSİ TEK YAKLIŞIMDA DEĞİLDİ
Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor. Mekke halkının büyük çoğunluğunu, “müşrikler” diye tanımlanan İslam davetini kabul etmeyen kitle oluşturuyordu. Buna rağmen bölgede az sayıda Yahudi ve Hıristiyan da vardı.
Fedek, Taif, Hayber, Teyma ve Medine gibi şehirlerde, Hire ve Necran gibi bölgelerde, ayrıca Bizans ve Habeşistan gibi komşu ülkelerde de Yahudi ve Hıristiyan nüfus yaşamaktaydı. Mekke’nin tamamına yakını müşriklerden oluştuğu için ilk gelen ayetler de müşriklerin inanç ve sosyal hayatlarındaki yanlışlara yönelik oldu. Gelen ayetler yanlışlara eleştiriler ve müşriklere yeni teklifler sunuyordu.
Peygamberliğin ilk üç yılında risalet daveti gizli yapıldı. “Önce en yakın hısımlarını uyar!” diyen Şuara suresinin 214. ayetinden sonra Hz. Muhammed (sas), en yakınlarını Allah’a iman etmedikleri takdirde başlarına gelecekler konusunda onları uyarmaya başladı. Bazı keskin muhaliflerin Hz. Muhammed’i (sas) öldürme düşünceleri, amca Ebu Talib ve Haşimoğulları ile Abdülmuttaliboğulları mensuplarının bu fikre karşı koymaları üzerine hayata geçirilmesi söz konusu olmadı.
Bunun üzerine müşrikler, Müslümanları boykot kararı alındı. Dahası bu kararı bir metne dönüştürüp altına imzalar atıldı. Kureyş kabilelerinden Abdişemsoğulları, Teymoğulları, Zuhreoğulları, Esedoğulları ve Nevfeoğulları, boykot fikrinin en hararetli savunucularındandı.
Boykotun iki boyutu vardı; biri sosyal, diğeri ekonomik. Sosyal boyutu her türlü dışlamayı, ekonomik boyutu ise her türlü ticaretin yasaklanmasını öngörüyordu. İlk dönem İslam kaynaklarından İbn Sa’d, İbn İshak, Belâzuri, Yakubî boykotun risaletin 7-10 yılları arasında 3 yıl kadar sürdüğü konusunda benzer rivayetler aktarır.
Bu sırada yeğenini korumak isteyen amca Ebu Talib, Hz. Muhammed’i kendi mahallesine taşıdı. Peşinden pek çok Müslüman da aynı şekilde davrandı. Müşrikler, ambargoyu Şi’bu Ebu Talib’e (Ebu Talib mahallesi) uygulamaya başladı.
Boykot kararı oy birliğiyle alınmadığı gibi, bütün müşrikler de katılmadı. Esas itibariyle boykot, yanlış kanaatin aksine Müslümanlara değil, Hz. Muhammed (sas) ile onu koruyan Hâşim ve Muttaliboğullarına uygulandı. Üç yıllık boykot süresince Mekke dışından gelen tüccarın Şi’bu Ebî Tâlib’dekilere mal satmamaları, satacaklarsa da değerinin çok üzerinde bir fiyatla satmaları sağlandı. Hz. Muhammed (sas) ve eşi Hz. Hatice, bu süre zarfında ticaretten kazandıkları birikimlerini harcadı.
Boykotun en sert savunucusu ve uygulayıcısı Ebu Cehil, Ebu Leheb ve onun karısı olan Ebu Süfyan’ın kız kardeşi Ümmü Cemil oldu. Mekkelilerin, Şi’bu Ebî Tâlib’deki akrabalarına yardım göndermede zorlanmadıklarını dolayısıyla müşriklerin buradaki ablukayı denetlemede çok katı bir tutum sergilemediklerine ilişkin pek çok bilgi mevcut. Bunda akrabalık ve kabile bağlarının da etkisi olduğu belirtilir.
Boykotun ağırlaştığı dönemlerde bazı müşrikler, develere yiyecek yükleyip Şi’bu Ebu Talib’in içlerine doğru sürerlerdi. Haris bin Hişam bunlardan biriydi. Bu Amr bin Hişam’in (Ebu Cehil) kardeşiydi. İlk dönem tarihçilerinden İbn Kesir bu olayın defalarca yaşandığını yazar (İbn Kesir El Bidaye Ve’n-Nihaye III. Cilt, sayfa 120 Mehmet Keskin çevirisi).
DÜNE GÖZYAŞI DÖKENLER, BUGÜNE GÖZLERİNİ VE KULAKLARINI KAPATIYOR
Dün yaşananlar anlatılırken gözyaşı döküp ahlayıp vahlayanlar, Müslümanlara bu zulmü reva gören müşriklere beddualar ediyor. Ancak Türkiye’de 8-10 yıldan bu yana toplumun belli kesimini DÖRT harfli bir tabirle ötekileştirip şeytanlaştırılmasına, milyonlarca insanın aç sefil bırakılmasına ses çıkarmadı. Aç insanlara yardım etmek isteyenler bile zulüm gördü.
Kendi gibi düşünmeyenler için bu ülkeyi açık hava hapishanesine çeviren anlayış, kendilerini Müslüman görenler tarafından alkışlandı. Dahası bu zulmü, söz konusu insanların eş ve çocuklarına bile uygulayan insanlara kendilerine rehber ve lider edinmeyi sürdürdüler.
Belkide anlatacaklarınızın gözleri, kulakları ve kalpleri mühürlenmiştir. Kim bilir anlatmadan önce Rabbimiz onlara teveccüh edipte günahlarını bağışlar umuduyla güzel bir dua da unutulmamalı…
Merhaba,
Yazıda bir küçük bilgi hatası var, gözden kaçıvermiş olmalı.
Ümmü Cemil, Ebu Leheb’in eşi fakat Ebu Süfyan’ın kızı değil, kız kardeşi.