M. NEDİM HAZAR | YORUM
Biraz ağır ilerlesek de şahsen çok önemli, hatta hayati bulduğum bazı kavramlar üzerine düşünmeye devam edelim istiyorum.
Bilinen literatürde ‘Rönesans’ kavramının Fethullah Gülen uzayında ‘bireysel çiçek açma’ olarak nitelendirildiğini önceki iki yazımızda izaha çalışmıştık. Ne ki Gülen, çok iyi tanıdığı cemaatinin davranış reflekslerine de rasyonel şekilde hakim bir görüntü çiziyor Nevval Sevindi röportajında. Sevindi’nin ısrarla vurguladığı ‘bireyselleşmeyi’ cemaatleşmenin amacından sapmaz ise bir dönem ertelenebileceğine dair bir düşünce hissediliyor cevaplarında.
Misal; “Cihan harplerini müteakip milletlerin şunun bunun macerasına, toplu ölümlere sürüldüğü evrensel kriz dönemlerinde varoluş felsefesinin temelde esas çıkış noktasını da herhalde bu husus teşkil ediyordu. Birey her şeyiyle yok olup gidiyordu, sarsılıp gidiyordu. Varoluşçuların ferdin kayboluşu karşısındaki baş kaldırışlarında mutlaka haklılık payı vardı fakat, bazı noktalarda çok ileri gidip, bir başka yanlışı besledikleri söylenebilir. Her hususta olduğu gibi, bu konuda da dengeli olmak gerekiyor. Ferdin fert olarak, aynı zamanda başka fertlerle motivasyonundan, fert olarak inkişafından çok korkmamak lazım, endişe etmemek lazım.”
Nedenselliğini de ortaya koyuyor, elbette kendi literalinde: “Çünkü, İslam da, Kur’an da ferde adeta bir nev olarak bakar; her fert, başka türlere göre bir nev, yani bir türdür. Önemli olan, onu besleyen duygu ve düşünce kaynaklarıdır, onu besleyen anlayışın kaynağıdır. Yani o, belli bir düşünce, belli bir anlayış, belli bir ufka ulaşınca ormanı meydana getiren ağaçlar gibi, bir toplum içinde yaşaması gerektiğini de idrak edecektir. Bunu anlayacaktır zannediyorum. Dolayısıyla inkişaf etmiş bir insan, başkaları ile beraber olma lüzumunu da hissedecektir, tek başına olmaması gerektiğini anlayacaktır.”
Anlıyoruz Fethullah Gülen’in referansıyla aktardığı kendi düşünce dünyasında bireyselleşme dönemsel olarak olabilir, hatta zaruridir. Ancak sonrasında insanın doğası gereği sosyalleşme aşamasına geçilmedikçe bireyselleşmenin çok anlamı olmayacaktır.
Daha sonra “yeni insan tipi” ile belli bir düşünce disiplini çerçevesinde çizeceği belki çok önceden bir tür klişeye dönüştürülmüş “Altın nesil” tipolojini de tekrar tanımlıyor Gülen. Bireyselleşmeye neredeyse karşı olduğunu da şu kadife ambalajın içine sarmaladığı ama epey katı fikirlerle ifade ediyor: “Okullarda, talebelerin his ve heveslerinin çok akıl mantık dinlemediği bir dönemde eğitimi, saygıyı ve ahlakı öne çıkarmak suretiyle vermenin daha yararlı olacağına inanıyorum. Bazı hususlar, belli prensipler ve ölçüler, hayatın üzerine oturacağı bir ideal, milli duygular, istiklal, bayrak, toprak, ülke ve insanlık sevgisi gibi temel hususlar bu yaşlarda telkin edilmelidir düşüncesindeyim. Ama bunlar baskıyla olmamalı, iradeye, ferdi tercihe ipotek konmamalı.”
Her şeye rağmen yine de temelde Nevval Sevindi ve diğer liberal kesim ile benzer düşünceler içinde olduğunu ise şu cümlelerden anlıyoruz: “Bir yanıyla, bu müesseselerde görev yapan öğretmenlerde de rehberlerde de Türkiye’deki genel ahlak, genel teamül ve genel düşüncenin –belli ölçülerde– devam ettiği söylenebilir. O düşünceden, o anlayıştan, o yerleşmiş mentaliteden birdenbire sıyrılmak, takdir edersiniz ki, kolay olmayacaktır.”
Yani, evet bireyselleşme ancak bu hem zamanlama işidir hem de çok kolay değildir. Çünkü Hizmet Hareketi her ne kadar bir kişinin projeksiyonu ile rotasını çizmiş olsa da yol alırken binlerce değişken ve yan unsur ile mukayyettir.
Tam da bu noktada Gülen’in cemaat sözcüğünden de rahatsızlık duyduğunu görüyoruz. Gülen, aslında cemaat ile toplum kavramını eşit olarak algılamakta, ne kadar rahatsız olsa da başta kendi sevenleri olmak üzere toplumda yerleşik olan cemaat kavramına çok itiraz etmek istememektedir: “Günümüzde cemaat biraz farklı algılanıyor. Bana göre, ona cemaat denecekse –bu kelimeden de rahatsızlık duyuyorum– cemaatin oluşumu bir toplumun tabii oluşumu gibi bir şey. Yani aynı duygu, aynı düşünceyi paylaşan, aynı şeylere inanan veya ortak yanları olanların beğendikleri bazı şeylerin etrafında bir araya gelmeleri gibi bir şey. Bu her zaman Türkiye’de herkesle aynı zamanda beraber de olabilir. Devletin yanında da olabilir, milletin yanında da olabilir. Böyle bir cemaat telakkisinde mahzur olmasa gerek.”
Ve çok enteresandır, tek paragrafta 50 yıllık hizmet misyon ve vizyonunu adeta tanımlıyor: “Diyelim ki, hani siz diyorsunuz, insanların iyiye güzele doğruya inanmaları lazım, insanları sevmeleri lazım, her gönlün bir Mevlana gönlü olması lazım. Kini, nefreti bir daha dirilmemek, hortlamamak üzere gömmek lazım. Kin ve nefretten insanlık tarih boyu çekti. Onların bir kere daha Frankeştayn’ın hortlakları gibi ortalığı almalarına fırsat vermemek lazım. Eğitime önem vermek lazım. Netice itibari ile her şey ilime bağlı. İlimsiz bir dünya kavga dünyası olur. Şimdi sizinle bu duyguları paylaşanlar tamam diyorlar ve değişik yerlerde bu hisse tercüman oluyorlar, eğitim meselesinde de yardımcı oluyorlar. Bu duygu, bu düşünce etrafında bir araya gelmeye eğer cemaat denecekse şayet, böyle bir cemaat. Bu cemaat bir yönüyle kimseyi endişelendiren bir cemaat değildir. Çünkü, böyle iyilik, güzellik ve hep hayır düşünüldüğünden dolayı, hemen herkesi sevdiğinden, sevgiye açık olduğundan dolayı, elini de kullanacak, dilini de kullanacak, dolayısıyla hemen her zaman herkesle birleşebilecek.”
Şunu belirteyim, Gülen Hareketi’ni alın, sıkın, en temel özeti yukarıdaki paragraftır.
Ve bugünkü yazımızı, Gülen’in adeta günümüzü görüp, bundan duyduğu endişeyi izhar edişiyle tamamlayalım: “Bir muhalif rüzgâr esmez ve bu harmanı yanlışlıkla savurmazsa, ki daima bu tür tehlikeler mevcuttur. Son günlerde de bir kriz yaşandı. Kriz tam atlatılmış sayılmaz ama, yine de demokrasi yani, hiç olmazsa demokrasi. Bir rüzgâr savurmazsa, fikir mimarları, geleceğin fikir işçileri bu okullardan, devletin okullarından çıkacaktır. Birbirlerinden etkilenecektir. Batı ile şu veya bu şekilde bir birleşme çok önemlidir. Batı ile entegrasyonun ayrı kazançları olacak. Amerika’yı yakın hissedeceğimiz yanlarıyla, yakın takibe alma ve değerlendirme, önemli şeyler bunlar. Bunlarla bu “altın nesil”i yetiştirebiliriz. Dünyada ilmi, teknolojiyi temsil eden bir genç nesil… Psikososyolojik açıdan da inanıyorum buna.”
Fethullah Gülen’in endişe ettiği rüzgar, fırtına şeklinde çok daha şiddetli olarak 99’da, ardından 2011 yılından tedrici olarak kasırgalaştırılarak vuku buldu maalesef.
Elbette devam edeceğiz.
Rehberi; Allah dostu âlim olan yarenlerin, dünyası harap olsa da; ahiri zevki sefa olur.
Rehberi; zalim olanların dünyası yalancı cennet olsa da; ahiri narı cehennem olur.
Keşkeler zalimlerin, Şükürler alimlerin ahlakıdır.
Yıllarca hayal pazarlandı, ve dahi pompalandı insanların zihinlerine, halen de aynı çabalama devam etmekte. Insanoğlunun “öteki” ile hiçbir anlaşmazlığa düşmeden kardeş kardeş sürekli bir barış ve huzur içinde yaşadığı bir mekan veya zaman var mıdır tarih boyunca? Insanın doğası uygun mudur böyle bir duruma? Peki muhteviyatında “öteki” ile kavganın, mücadelenin, çekişmenin, rekabetin veya adına her ne derseniz deyin genel anlamda “karşı karşıya gelmenin” olmadığı tek bir din veya kutsal kitap var mıdır yer yüzünde? Insanlık tarihi boyunca formatı değiştirilmiş, zamana mekana veya topluma uydurulmuş, reformize edilmiş, update edilmiş hiçbir din aslından daha iyi olmuş mudur acaba? Ya da aslından baskalastirilan bu dinler insanoğlunun “öteki” ile çekişmelerinin önüne set çekip kavgalara bir çözüm olmuş mudur? Ya da tam aksine, her başkalaşma çok daha büyük sorunlara zemin mi oluşturmuştur? Peki dinlere tepki olarak oluşan ideolojiler, felsefeler, yaklaşımlar, anlayışlar, düşünceler… Bir deva olabilmişler midir insanlığın sorunlarına?
Kur’an ve sünnette tafsilatli şekilde her nevi örnekleri ile mevcut olan tatlı dille, yumuşak bir üslupla, alıştıra alıştıra, korkutmadan anlatmak, kolaylaştırmak gibi yaklaşımların hangi zaman ve durumlarda kimlere karşı ve ne şekilde yapılacağı yeterince açık değil midir? Kur’an ve sünnete sırf “öteki” beğensin diye allamalar pullamalar ambalajlara sarmalar kılıflar uydurmalar gibi yaklaşımlar var mıdır peki? Ya da herkesi ikna etmek gibi bir yaklaşım? Kur’an veya sünnette yeryüzündeki tüm insanların iman etmesinin amaçlandığına dair bir delil var mıdır? Ya da tüm insanların iyiye doğruya ve güzele ulaşacağına, bütün insanların buna müsait olduğuna dair bir delil? Hadi tümü olmasa bile insanların büyük çoğunluğunun iyiden güzelden doğrudan hakikatten yana olacağına dair bir dayanak var mıdır elde?
Insanları soğuk suda kaynayan kurbağa prensibiyle yavaş yavaş, adım adım gerçeklerden koparıp hayallerle uyutmak, eninde sonunda yaşanacak hayal kırıklığından başka bir netice vermeyecektir. Somut gerçekler ne ise eğip bükmeden onları ele almak her halükarda hayallerde boğulmaktan yeğdir. Kur’an ve sünnetin gerçekliği ortadadır, beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez, herkes kendi hür iradesi ile tercihini yapar ve sonucuna katlanır. Zihni uyuşturup iradeyi devre dışı bırakmanın hiçbir anlamı yok. Heva ve hevese göre tevil tefsir etmeden, evirip çevirmeden duruma bakınca Kur’an veya sünnette hiçbir temel ve dayanağı olmayan yaklaşımların şimdiye dek doğurduğu sonuçlar zaten ortada. Halen ders alınmayacak mı?
Dediğiniz gibi hayal pompalanmış olsa, bir cemmat 40 yıl ayakta kalmaz, kaldı ki hâla hayatta ama format değişti. Artık eski usullerle hizmet edilemez.yeni tarzlar yeni metotlar geliştirmek hizmet insanlarının ufkuna, vizyonuna, kültür ve birikimine bağlı.
Öte yandan hocaefendi yıllarca söyledi, yurtdışına çıkılamalı dedi, kendisi de çıkarak örnek olmuştu zaten. Sizin de belirttiğiniz o tehlikeleri tahmin etmişti. Her sosyolog bunu öngörebilir, tesbitleriniz doğru. Ancak amma kader deyin, amma cemaatin uyarıları yeterince dikkate almaması deyin, yaşanacaklar yaşandı. Rabbim, iman ettik demekle kalacağınızı mı zannediyorsunuz buyuruyor. Elbette çok elemelerden imtihanlardan geçeceğiz.Kim kazanır kim kaybeder onu sadece Allah bilir.
Bir cemaatin 40 yıldır ayakta olması onun doğru yolda olduğunu gösteren yeterli bir delil midir? Hiç düşündünüz mü peki, siyasal İslam kaç yıldır ayakta? Ya da İbn-i Arabiden beri devam edegelen uçmalar kaçmalar keşifler kerametler ve doğa üstü olaylarla dolu, Kur’an ve sünnette hiçbir dayanağı, Ashab-ı Kiram veya Tabiin neslinde (rac) yaşanmış tek bir örneği dahi olmadığı halde sürekli birilerinin Hıdır (as) ile veya Rasulullah (sav) ile görüşebildigi saptırılmış ve çarpıtılmış din anlayışı kaç yüzyıldır ayakta peki?
Tespitlerimin doğru olduğundan bahsetmişsiniz, lakin günümüzde bazılarının hristiyan da olsan yahudide de olsan hatta deist ateist de olsan iyi bir insan ol kafi, Rabbim seni de cennetine alabilir anlayışı ne kadar doğru peki? Mevlana’nın ne olursan ol yine gel anlayışının yepyeni bir yorumu mu bu yoksa? Var mı bunun Kur’an ve sünnette bir delili, bir karşılığı? Müminlere eza ve eziyet verip de yurtlarından çıkarmayan, zalim olmayan her nevi insan ile sulh ile iyi bir şekilde geçinmek, alışveriş yapmak, iyi anlaşmak demek; onları dost ve kardeş olarak görmek ile ya da daha da ötesi cennetlik olabilir olarak görmek ile aynı şey midir? (Nisa suresi 90-91 ve Mumtahine suresi 8-9 ayetlerinine bakabilirsiniz)
Sahi nedir bu yeni tarz, yeni metot? Ne olursan ol, iyi insan ol da sen de ben de cennette beraber oluruz mu demektir? Kur’an’ın bazı ayet ve hükümleri sadece nazil olduğu dönem için geçerli idi, günümüzde bunların hiçbir anlamı ve hükmü kalmamış mi demektir? Demokrasi midir veya bu yeni metot? Kapalı kapılar ardında nasıl olduğu bile bilinmeden belirlenip vitrine sürülen birkaç isim arasından birine oy verip geçmek midir? Demokrasi eşittir seçim midir, yoksa sandık mıdır? Ya da seçimden de sandıktan da başka bir şey midir? Ya peki adayların arasında hiçbirisi geçtim müslüman olmayı, vicdan sahibi bile değilse, vitrine sürülen hiçbir aday adaletten haktan yana değilse ne olacak peki? Neye yarar bu demokrasi? Hadi bunu da geçelim. Cemaat taa Said Nursi’den beri iğne ile kuyu kazarak devletin her kurumuna insan yerleştirmeyi bir metot olarak belirledi de sonucu ne oldu? Beşinci Şua’da yer alan vaatler 8 yıl önce hakikat mi buldu? 15 Temmuzun yıllar öncesinden başlayarak mahrem ortamlarda beşinci şua üzerinden anlatılanlardan da haberiniz var mı? Bu mudur metot? Madem öyle, sadece iyilik hareketi olsaydı cemaat. Kendisini İslam başta hiçbir din, mezhep, ideoloji veya felsefe ile özdeşleştirmeyen, hiçbir siyasi amaç ve hedefi olmayan, sadece ve sadece iyilik ve insan haklarını amaç edinen, dünyadaki tüm insanlara yardımcı olma gayesi etrafında toplanan insanlardan müteşekkil bir sivil toplum hareketi olsaydı? Üstelik bunun Hilf al-Fudl gibi yaşanmış bir örneği, oldukça somut güzel bir dayanağı da varken, neden böyle bir metot yerine 50 – 60 yıldan bile eski geçmişi olan mahrem yapılanmalara devam edildi?
Nedim beyin cemaatin en temel özeti olarak belirttiği paragraftaki ifadeler ütopik değilde gerçekçi yaklaşımlar mı? Kini nefreti yok etmekten bahseden insanlar, herkesi sevmekten bahseden insanlar, kendilerine düşmanlık edenleri bile sevebilmekten bahseden insanlar… Kendilerini eleştiren, bakın burada bir yanlışlık var, bu pek doğru değil gibi diyen insanlara sevmeyi bile geçtim, müsamaha gösterebiliyorlar mı peki? Nedim Hazar değil miydi daha birkaç hafta önce Ahmet Dönmez’e ilkokul çocuğu kavgasındaki gibi tepkilerle saldıran? Lütfen biraz gerçeklik, lütfen. Objektif olmak kolay değil belki ama, lütfen biraz olsun delilli ve ispatlı yaklaşım. Bu metot öyle yeni falan da değil ayrıca, binlerce yıllık, Allah’ın (svt) emri, lakin uygulamaya gelince nedense pek nadir karşılaşılıyor. (Kehf 15, Muminun 117, Saffat 156, 157, Tur 38)
Habire başkalarını ‘Kuran ve sünneti dayanak almamakla’ suçlamışsınız ama sizin bu yaptığınız yorumların da Kur’an ve sünnet bazlı olduğuna dair bir delil var mıdır? Örneğin yumuşak bir üslupla konuşmanın hangi zaman ve durumlarda kimlere karşı ve ne şekilde yapılacağı yeterince açık değil midir diye sormuşsunuz. Sizce bunun cevabı ne? Sizin verdiğiniz cevap ne kadar Kur’an ve sünnete uygun olacak? Başkalarını sünnete uymamakla suçlarken kendinizden bu kadar emin olmanız şaşırtıcı. Ayrıca, kimse herkesi ikna etmenin gerçekçi olduğunu düşünmüyor, zaten ikna edip etmemek de bizim elimizde değil ama hedefi ne kadar üstte tutarsan, Allah da niyetine göre o kadar başarı verebilir. Peygamberimiz 1400 yıl önce zamanının en güçlü liderlerine elçiler gönderiyorken şimdi olsa, tüm bu sosyal medya çağında acaba ne yapardı diye düşündünüz mü hiç?
İşiniz gücünüz eleştirmek, karamsarlık ve ‘hayal satıyorsunuz’ diye şikayet etmek. Üstelik bunu yaparken bir de karşı taraf Kur’an’a ve sünnete uymuyormuş gibi gösteriyorsunuz. Bu nasıl bir suçlama? Eğer iddianızda doğru değilseniz iftira atmışsınız demektir. Kimsenin hayal sattığı yok ama siz bu tarz karamsar fikirlerle insanların şevkini çalıyorsunuz belki de. Neden? Sırf ‘aman çok yükseği hedeflemeyeyim de yine hayalkırıklığına uğramayayım’ fikrinden ötürü mü acaba? Travma yaşayan birçok insanda olduğu gibi Hizmet içinde de bu 15 Temmuz travmasından ‘hayalkırıklığına uğrama fobisi’ türedi. Bence insanlar önce bu travmalarını bi halletsin, sonra eleştirmeye devam edebilirsiniz. O halde yapılacak eleştiriler daha sağlıklı ve yapıcı olacaktır, şimdiki gibi yıkıcı ve karamsarlık dolu değil.