MEZHEPLERE İMAN (!) | Taklit intikâi ve inşâi içtihad

AHMET KURUCAN | YORUM

Başlıktan da anlaşılacağı üzere teknik terimlerin kullanıldığı bir yazı olacak. Sayıları az da olsa toplumda karşılığının olduğunu yakinen biliyorum. Yazıyı kaleme almamın sebebi de zaten bu.

Nereden biliyorum?

Yeni yayınlanan önceki yazılarımın birinde bahsettiğim Kanada’nın Vancouver şehrinde iki buçuk günlük katıldığım kampta dostlardan almış olduğum yoğun sorulardan. Onlarla yemek sofraları dahil gün boyu yapmış olduğum sohbetler ve o sohbetler esnasındaki karşılıklı müzakerelerden. Kadınıyla-erkeğiyle hatta bazı yerlerde 10 ila 15 yaş arasındaki çocuklarımızın izhar ettiği kanaatlarından.

Hemen herkesin bildiği gibi fıkhi mezhepler bizim içinde doğduğumuz bir dünyanın gerçeği. Hanefi, Şafii, Maliki veya Hanbeli mezhebinin takipçisi olarak doğuyoruz bizler. Neşet ettiğimiz ailenin ve sosyal coğrafyanın kabullerini kabul ederek hatta inancın konusu olmamakla beraber o mezhebinin takipçisi oluyoruz. Eğer inanmıyorsanız burada durun kendinize sorun ama dürüst cevap verin: Mezhebinizi siz kendiniz mi seçtiniz?

Daha mezhebin ne olduğunu bilmediğimiz yaşlarda hangi mezhepten olduğunuzu sorduklakında, “Hanefi’yim, Şafii’yim” diye cevap vermedik mi?

Yoksa siz bütün mezhepleri inceleyip ‘Ben Hanefi mezhebine tabii olmalıyım çünkü…’ deyip delillerinizi mi sıraladınız?

Sözü uzatmanın manası yok.

Din için geçerli olan bu gerçek fıkhi mezhepler için de geçerli. Daha da ötesi ilerleyen yıllarda insanlar dinini değiştirebiliyor ama o dinde sabit kaldığı takdirde mezhebini dinini değiştirme rahatlığı içinde mezhebini değiştiremiyor. En azından benim baktığım pencereden görülen manzara bu.

Mezhebe iman, imanın konusu değildir

Halbuki yukarıda da değindiğim gibi Müslümanın yaşam tarzını belirleyen o fıkhi ve hukuki görüşlerin yer almış olduğu mezhebe iman, imanın konusu değildir. Kanın abdesti bozup bozmadığına iman edilmez, kocanın karısına bir tartışma esnasında boşama niyetiyle “Annenin evine git!” demesi ile boşanmanın gerçekleşip gerçekleşmediğine iman edilmez ve daha binlerce örnek.

Şöyle düşünelim; Hicri 2. yüzyılda Irak havzasında yaşadığınızı düşünün. Karşınıza çıkan fıkhi bir meselede ne yapacağınız, nasıl davranacağınızı bilmiyorsunuz? Ne yaparsınız? Çevrenizde bulunan ve bu konularda itimad edilen, sözü-sazı dinlenir bir alime gidiyor ve derdinizin çözümünü ona soruyordunuz. Bu bir gün Ebu Hanife oluyor, bir başka gün Ebu Yusuf, bir başka Abdurrahman b. Evzai oluyordu.

Şimdi de aynı coğrafyada 4. yüzyılda yaşadığınızı düşünün. Sosyal hayat şartları durağan olduğu için 2-3 asırdır orada yerleşmiş, düşünce ekolü, yaşam tarzı haline gelmiş Hanefi mezhebinin görüşlerine tabii oluyorsunuz. Orada cevabı olmayan yeni bir sorunla karşılaşırsanız o mezhebe tabii olan birisinin görüşüne müracaat ederek derdinize derman buluyorsunuz.

Bunlara bir de mezhep bağlılarının taassubunu ekleyin. İlk dönemlerde tamamen ilmi müzakere, doğruyu araştırma, delillerin kuvveti ekseninde yerini alan tartışmaların taassuba boğulduğunu, tabir caizse, “Benim imamım senin imamını, benim alimim senin alimini, benim mezhebim senin mezhebini döver!” şekline bürünen gruplaşmaları ve kamplaşmaları düşünün. İşte, ‘insanlar bir mezhebin bağlısı olarak doğuyorlar’ dediğim şey bu. Bu durum günümüzde de devam ediyor.

İdeal olan ne?

Buraya kadar söylediklerimden mezheplere karşı olduğum zannına kapılmayın. Ben bunun de fakto/fiili olarak erken dönemlerde coğrafi kapsamda ilerleyen dönemlerde de devletlerde hukuk kaos ve kargaşasını önlediği ve yargıda birliği gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Fakat işin taassuba, hatta bazı zamanlar mezhep kavgalarına kadar uzadığını da inkar etmeye gerek yok. Ne yazık ki bu durumda en çok zarar eden bizler olmuşuzdur. O mezhebin görüşlerini adeta “paket program” olarak kabul eden ve onun dışına zinhar çıkmayan insanlar olmuştur.

Halbu ki burada ideal olan şu ya da şuydu: Mevcud içtihadı hükümler, mezheplerin yaklaşımı çağdaş verili sorunlara cevap veriyorsa ne alâ, vermediği yerde de yetkin alimler aracılığı ile içtihadlar yapılmalı, hükümlerde yeniliğe gidilmesiydi.

İşte Yusuf Karadâvi bunu intikâî ve inşâî içtihat diye anlatır ve taklidi bu zemin üzerine oturtur. Taklid malum, bir mezhebin görüşlerine göre amel etmek. İntikâî ise ayıklama demek. İntikâî içtihad Arapça da “tenkih” diye de ifade edilen mevcut görüşler içinde soruna çözüm olacak olanı tercih etmek. İnşâî içtihad ise mevcutların yeterli olmadığı yerde yeni hükümler ortaya koymak.

Bediüzzüman bu konuda ne diyor?

Şimdi sıkı durun, bu bağlamda Bediüzzaman Hazretlerinin iki görüşünü aktaracağım ve yorum yapmayacağım. Zira yorumumu şu ana kadar okuduğunuz satırlarda peşinen yaptım. Diyor ki Bediüzzaman: “Demek ki şeriat (hukuk) kitaplari birer şeffaf cam gibi olması gerekirken, zaman aşımı ile taklitcilerin hataları yüzünden paslanıp perde olmuşlar. Evet, bu kitaplar Kur’an-ı Kerim’in tefsiri olması gerekirken başlı başına kitap hükmüne geçmişlerdir.”

Ve bir yorumu daha: “Bununla beraber dinin zaruri hükümlerini, ihtilaflı cüz’i, fer’i meselelerle karıştırıp ona tabii imiş gibi görmekte büyük bir tehlike vardır. Çünkü cüz’i hükümleri tasvip edenlerden birine muhalif olan diğerine şunu der; benim mezhebim haktır fakat hatalı olma ihtimali vardır. Başka mezhep ise hatadır, fakat doğru olmaya ihtimali vardır.”

‘Daha ne desin?’ diyor ve bitiriyorum.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

12 YORUMLAR

  1. Yahu bırakın bu Tanrı,elçi,din,mezhep,tarikat,cemaat gevezeliklerini…Dünyada tek bir değer var.Ne şu din ne bu din.Sadece ve sadece MERHAMET.. Şayet merhametliyseniz gereğince DEĞERLİsiniz demektir.Etrafınıza bakın tüm katliamlar mezalimler din adına yapılıyor.Haçlılar bile şu andaki Hamas,Husi,Taliban,IŞİD_DAEŞ vb sözde İslami örgütler kadar vahşi,gaddar ve namussuz değildi.

    • Eger dünyadaki bütün degerleri siralasak ilk basta adalet gelir. Bütün degerlerden vazgecip bi tanesini korumamiz icap etse o da yine adalet olur. Terazisiz hicbir sey olmaz cünkü. Terazin olmazsa ne kadar merhamet gösterecegini de bilemezsin. Misal Hamas, Taliban, Isid gibi örgütlere de merhamet duyabilirsin. Veya terazin olmazsa bu örgütlerden merhametini de esirgeyebilirsin. 10 yil hapis verecegin adama müebbet, müebbet verecegin adama idam verebilirsin. Veya kalkarsin hacli zamanlarini yasamadigin halde, bunlarla ilgili okumadigin halde onlara merhamet edersin. Kendi terazinle bunlari tartar onlar daha iyiydi dersin. Onun icin birak en önemli deger olarak adalet kalsin. O diger bütün degerlere hak ettigi agirligi yerli yerince verecektir.

      • Adalet ; neye göre? IŞİDe de merhamet duyabilirsin diyorsun.Öldürene kimse merhamet hissetmez. Nedeni ne olursa olsun Merhamet ÖLENE duyulur.Nasıl bir adalet anlayışın varsa o zaman senin mantığına göre aç bırakana ,çalan çırpan,soyanlara da Merhamet edilebilir,Oysa üzülünmesi gereken aç,açık,çıplak,yoksul biçare olandır.Burada ölçü olarak ben olsaydım alınacaksa Ben olsaydım sadece onu değil ona Arka çıkanı da vururdum yerine Ben olsaydım Bağışlardım-Af federdim olmalıdır.Yani terazi ağırlık ölçer.Bakmayın mahkemelerin teraziyle simgelenmesine.Her ülkenin adalet terazisi kendi değerleriyle ölçer ve hepsi de yanlış ölçer.Peki elini kolunu sallayan gezmelimi?İşte burada TİP bilimi devreye girer.Tekrar suç işleyeceği belirlenenler tesirsiz kılınmak için gözetim altına alınır.Gerekli görülürse tecrit edilirler…

        • Adalet neye göre? Cevabi verilmesi gereken bir soru. Bunu filozoflar belirler. Roma felsefesi, Yunan felsefesi, Islam felsefesi, Budizm felsefesi gibi. Bugün Bati felsefesinin meydana getirdigi terazi üzerinden dagitiliyor adalet. Merhametin nerde ne kadar olmasi gerektigini iste o adalet belirliyor bugün. Mesela Roma ve Islam felsefesinin aksine “göze göz, dise dis” demiyor. Iste böyle demeyince ISID militanlari birilerini öldürdü diye idam edilmiyorlar. Hatta belki bu militanlarin icinde agir psikolojik sorunlari olanlar, uyusturucu alanlar hapse bile girmiyor. Aldiklari tedavi hapis hayatindan daha mi iyidir, ayri konu ama adalet onlara merhamet ediyor. Mesela 16 yasinda bir katil bir ISIDli 40 yasindaki bir ISIDliyle ayni cezayi almayacaktir. Bundan 300 sene önce ayni cezayi alirdi.
          Her ülkenin terazisi kendi degerleriyle ölcmez. Ölcemez! Adalet merhamet eder ama merhamet adalet edemez, onu elinde tutamaz. Eger buna kalkisirsa bir müddet sonra ortada adalet kalmaz, onun yerini kayirma alir. Merhamet kalkip da bi sucluya ceza bicemez, 15 yil olmasin, 10 yil olsun diyemez.
          Hani neydi adi, Reis Bey´di di mi, adaletten merhamet istiyordu adam, merhamet diye bagiriyordu hakimlere, savcilara. Merhametten adalet beklemiyordu. Merhamet diye bir merci de olmadigina göre, siginacagimiz yer adalettir. Sayet zamanin ruhu adaletin merhamet dagitamadigina hükmediyorsa, felsefede geri kalmisiz demektir. Öyle zaten!

    • Merhamet subjektif bir kavramdır. İnsanlar zulmederken “Biz aslında merhamet ediyoruz” diyebilir. Veya bir başkası suçlu birine aşırı merhamet göstererek kurbana adaletsizlik yapmış olur. Siz örneğin merhamet kavramını nasıl tanımlıyorsunuz? Kime, ne kadar merhamet olmalı yoksa herkese sonsuz merhamet mi olmalı? Tüm bu soruların cevabını verirken de neye göre veriyorsunuz? Sizin merhamet tanımınız bir başkasınınkine uymayabilir. Yani hangi kavrama tutunursanız tutunun bir subjektiflik problemi çıkacak ve bir şey subjektifse bu sefer orada güçlü olanın kuralları geçmeye başlar. Siz istediğiniz kadar “benim merhamet anlayışım şöyle güzel böyle doğru” deyin, güçlü olan “benim merhamet anlayışım budur” der ve dünyada o benimsenir, benimsemeyenler dahi karşı çıkamaz.

      Bu subjektiflik sorununu en etkili çözen şey ise sizin “bırakın bunları yav” dediğiniz dinlerdir çünkü dinler, kavramları açıklarken mükemmel bir varlığı, tanrıyı referans gösterir. Merhametin nasıl olması gerektiğini bize insanın sonsuz derece üstünde olan Tanrı söyler, adaletin nasıl olması gerektiğini de söyler. Ben sizin subjektif merhamet anlayışınıza uymayabilirim çünkü siz de benim gibi bir insansınız, neden size direkt tâbi olayım. Ama Tanrıya inanıyorsam onun çizdiğine inandığım merhamet veya adalet sınırlarını doğru kabul ederim. O yüzden de Tanrıyı ve dinleri bıraktığınızda tüm bu kavramlar güçlü olana göre şekillenecek ve güçlü ne derse o olacaktır. Sizin merhametten ne anladığınızın da bir önemi olmayacaktır.

        • Benim yazdıklarımdan bunu mu çıkardınız Abdurrahman Bey? Benim dediğim şey zaten ahlak felsefesinin bir konusudur ve bin yıllardır tartışılmaktadır: Objektif ahlak var mıdır yok mudur, varsa bunun kaynağı nedir, yoksa da o zaman ahlakı neye göre temellendireceğiz? Merhamet de ahlak konusunun içinde. Lugatte buldunuz diyelim merhamet kavramını, o lugati kim yazmış ve biz neden o lugati yazanın merhamet kavramına uyalım? Bir kavramın sınırlarını çizen üst makam olmadan herkes o kavramın sınırlarını kendi çizer. Bu, merhamet kavramı için de geçerli ve güçlü olan kimse kendi çizdiği sınırları zayıf olana dayatır. Bunun lugatle falan alakası yok.

      • Teorik tartismalarin gercek hayatta bir karsiligi yok … adalet mi merhamet mi uzerine eksi sozlukte bir baslik bile var, yani geyik bir mevzu … “birakin bu din, tanri, tarikat muhabbetlerini” muhabbeti de geyik bir muhabbet. “Her turlu karmasayi cozen bir cozum, her turlu hastaliga iyi gelen bir ilac, herturlu degerden daha onemli bir deger” tarzi “toptanci mantiklarin” pratik hayatta karsiligi yok.

        Keske herkes merhametli olsa, adaletli olsa, akli ve sagduyuyu rehber edinse, iyilik ve yardimlasma uzerine hayatini sekillendirse, guler yuzlu ve anlayisli olsa … ama olmuyor. Beklentiler, hirslar, arzular, istekler, menfaatler, kinler, nefretler, dusmanliklar hayatin gercekleri ve hayat siyah beyaz degil. Ideal cozumlerle degil, mumkun olan cozumlerle yolumuzu bulmaya calisiyoruz.

        Sadece merhamet degil, adalet de subjektif. Adalet-i mahza / adalet-i izafi kavramlarini biliyorsunuzdur. “Ama Tanrıya inanıyorsam onun çizdiğine inandığım merhamet veya adalet sınırlarını doğru kabul ederim” ifadesi meseleyi cozmuyor. Cozseydi Talha bin Ubeydullah ve Zubeyr bin Avvam Cemel Vakasinda oldurulmezdi. Dedigim gibi, teorik cerceveler bir yere kadar.

        • Evet, teorik çerçeveler bir yere kadar ama benim cevabım ‘Bırakın bu Tanrıyı dini mezhepleri’ sözüneydi. Ona da en temelden ve kısa yolla cevap vermek istedim, yoksa bu meseleyi tüm yönleriyle ele almaya çalışmadım.

  2. Değerli hocam,
    Başlık aynen mevcut durumu yansıtıyor. Hatta mezheplere iman ile kalsa çok iyi; hocaya şeyhe iman durumu var. O grubun başındaki ne derse kabul etme, daha da kötüsü aksini içeriden dışarıdan söyleyene karşı hain gözü ile bakma. (Bu toplulukta da hiç yok değil. Ama hocamızdan bu duruma ilişkin şunlar var diyemem, belki eski vaazlarından teferruata dair mevzular..)

    Vesilenizle okuduğum Sünuhattaki yazıda Üstad şunu da demiş: “(Kuran) Yalnız tilâvetiyle taberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.”
    Bizim gibi toplumların en büyük sorunlarından birisi bu. Hele ki ramazanda birkaç hatim deviren var, ama okuduğunu bilmiyor kimse. Keşke Kur’an böyle nâmeli, besteli okunmak yerine şiir, ya da O Padişahtan bize gelen bir ferman gibi okunsa. Ve bir musiki gerekiyorsa şiirlere arka plan müziği konulduğu gibi ayet, sureye uygun hafif, düşük sesli, enstrümantal bir müzik ile okunsa ve arkasından meal ve yerine göre kısa güncel bir tefsir ile devam edilse.. Zannediyorum ki insanlar o hisle daha çok gözyaşı dökecek, daha derin düşünecek ve Kuran okumadaki amaç daha çok hasıl olmuş olacaktır.
    Ancak işte yazdığınız gibi bazı kalıplar var, Türkiye gibi topraklarda aşılır mı bilmem. Siz belki Amerika’da daha münevver, daha az kalıpları olan topluluklarla deneyimleyebilirsiniz. Bu vesileyle Kuranın hüzünle okunması (ya da okunurken hüzün duyulması) ile ilgili hadis ile ilgili bir yazınızı okumak, sizin bu konudaki fikrinizi almak isterim. Çünkü bana göre bu konu da bu yazıdaki gibi bir akıbete maruz kalmış, böyle gelmiş böyle gider şekli ile ele alınmıştır. Kur’an okunan ayetin mana ve içeriğinden bağımsız ve habersiz olarak sürekli bir ağıt şeklinde okunur olmuştur.
    Saygılarımla

  3. Mesele o kadar da basit degil.

    Mezhepsel farkliliklar dini tabanli gorunse de aslinda siyasi, sosyal, tarihsel, sosyoekonomik ve kulturel tabanli argumanlar / dinamikler uzerinden olusmus. Yuzyillar suren prosesler soz konusu. Shia tarafina hic girmeyelim desek (orada da caferi, zeydi, ismaili vs var), sadece Ehli sunnet tarafina baksak itikadi mezhepler (es’ari / maturidi) ve fikhi mezhepler (4 mezhep) var. Bu 4 mezhepten Hanefilik Maturidi itikadini baz alirken, gider 3’u Esari itikad ekolunu baz almis. Ayrica icma /rey / kiyas i kabul etmeyen selefiler de var. Tablo cok karisik yani.

    Butun bunlara ek olarak araya serpistirilmis bir suru siyasetin etkisinde cikmis siyasi fetvalar var. Kurucan hocanin referans verdigi Qaradawi’nin intihar saldirilari ile alakali verdigi fetva yi (ve hocaefendinin bu konudaki ifadelerini) hepimiz hatirliyoruzdur herhalde. Qardawi zaruretler haramlari mubah kilar mantigi ile intihar saldirilarina yesil isik yakmisti. Su ifadeler verdigi fatwadan: “If a child or an elderly person is killed in such an operation, he is not killed on purpose, but by mistake, and as a result of military necessity. Necessity justifies the forbidden”. (Detay icin Muhammad Munir’in Suicide attacks and islamic law makalesine bakilabilr) AKP’nin fetvacilari da ayni mantikla hareket etmiyorlar mi? Hukuk ve adelet mekanizmalari gibi dini mekanizmalar da cok kolay siyasetin dumen suyuna gidebiliyor degil mi?

    Diyecegim o ki, elimizdeki mezhepler oyle veya boyle dini hayatin yasanmasi adina belirli bir metodoloji ortaya koyuyor. Mantik acisindan yeni metodolojilere de acik olmak lazim. Ama bu tarz bir metodolojiye zemin olusturacak seviyede bir “ilahiyatci” intelijansiyayi ve sosyokulturel zemini gormuyorum. Siyaset herseyi kirletmis durumda. Menfaat kavgalari almis basini gitmis. Sadece turkiyede de degil, tum musluman cografyada durum bu.

    Dolayisiyla, mevcut durumda intikai ve insai ictihadlar degil de, taklid bana daha makul geliyor. A.Kurucan’in “paket program” olarak adlandirdigi ama aslinda metodoloji olarak da ifade edilebilecek cerceveler yuzde 90 oraninda bugunun meselelerini cozuyor. Yuzde 10 icin cercevesini siyasetin belirledigi bir degisim surecine girmek makul degil.

    Oncelikle konularinda uzman, zihnen bagimsiz dusunebilen (maddi olarak siyasi bir odaktan beslenmeyen) ve akademik ozgurlugu olan, hakikatperest ve zamani / dunyayi okuyabilen 30 – 40 tane bilim adamini (sosyal bilimci, ilahiyatci, akademisyen, vs) bulun ve biraraya getirin, 2-3 yil calistirin, belki o zaman bir mesafe alinabilir. Aksi taktirde bu konuda soylenen seyler biraz bulanik suda balik avlamak gibi oluyor.

  4. Evet mezhep taklidinin yanlış olan yönlerini güzel ifade etmişsiniz. Ancak mezheplerin gerekliliği de ortadadır. Zira arapça Kur’an bile okuyamayan yüzde 95-99 civarı Müslüman toplum neye göre hareket edecek. Mezhepler yüzyıllar boyu gelen geleneğiyle müslümanlara kendi içerisinde bir usûlü olan fıkıh geleneğini miras bırakmışlardır.
    Bahsettiğiniz taassubun zararlı olduğu tartışmaya bile gerek duyulmayacak kadar açık bir konu. Her şeyin aşırısı zararlıdır zaten. Ancak mezheplere tarihte kalmış, modası geçmiş zannıyla ya da imasıyla yaklaşmak müslümanlar için daha tehlikeli bir durum arzeder. Suriyeli merhum alim, “mezhepsizlik, dinsizliğe götüren bir köprüdür.” der. Evet din alanında gerçekten içtihat ehliyetine sahip insanlar, mezhepsiz yaşarlar zaten caiz de değildir ancak bu ehliyete sahip olmayan yüzde 99 için bu mümkün değildir.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin