Nedensellik konusunu bitirirken; vahyin gücü (12)

YÜKSEL ÇAYIROĞLU | YORUM

İslâm denge dinidir. Müntesiplerine her konuda ölçülü olmalarını, ifrat ve tefritlerden uzak kalarak itidal üzere bir hayat yaşamalarını emreder. Rahman suresinin ilk âyetlerinde dört defa mizandan bahsedilmek suretiyle nazarlarımız yaratılıştaki muhteşem dengeye çevrilir ve inananlardan da hayatlarında aynı şekilde bu ölçü ve muvazeneyi korumaları istenir. İnsan, inanç, ibadet, muamelat ve ahlâka dair konularda dengeyi yakalayabildiği ölçüde gerçek kulluğa ulaşır. Kur’ân ve Sünnet’in varlığa, hayata, insana, imana, dünyaya, ahirete, kulluğa dair vaz ettiği hükümlerde tam bir denge hâkimdir. Müslümanlar bu iki mübarek kaynağa bütüncül bir nazarla bakıp vaz edilen hükümlerdeki muvazeneyi yakalayamadıkları için dini yaşamalarında ifrat ve tefritlere düşmektedirler.

Konuyu biraz daha somutlaştıracak olursak, bir mü’minin en başta kurması gereken dengelerden biri dünya ve ukba dengesidir. Bu dengenin dünya lehine bozulduğu durumlarda ahiret unutulduğu ve seküler bir hayat karşımıza çıktığı gibi, eğer muvazene ahiret lehine bozulursa bu defa da dünyanın ihmaliyle ve ruhbanlıkla karşı karşıya kalıyoruz. Aynı şekilde akıl ve vahiy dengesi kurulamadığı takdirde ya nasların keyfe göre yorumlandığı aşırı rasyonalist bir anlayış karşımıza çıkıyor ya da naslar sadece literal bir okumaya tâbi tutularak onlardaki illet ve maksatların göz ardı edildiği zahiri ve selefi bir anlayış. Hakeza madde-mana, akıl-his, ideal-realite, havf-reca, külli irade-cüz’i irade, gaye-vasıta, ilim-din gibi konularda dengenin yakalanamaması bir çok komplikasyonları beraberinde getiriyor.

Denge, sadece dini yaşamada değil, her alanda, her bilimde önemlidir. Mesela iktisadî hayatın temelinde, üretim-tüketim ile arz-talep dengesi yatar. Terbiyenin temelinde, disiplin ve ciddiyet ile şefkat ve merhamet arasında kurulacak denge vardır. Hukukta, davacı ile davalının hakları arasında denge kurulursa adalet tesis edilir. İnsan yaktığı kalori kadar besin alırsa sağlıklı kalabilir. Hüsnüzan, adem-i itimat ile dengelenirse insan aldanmaktan emin olabilir. Mazhar olunan nimetleri sahiplenme kibir olduğu gibi, görmezden gelme de küfran-ı nimettir. Bu konuda ki denge ise tahdis-i nimettir, yani nimeti görme ama gerçek sahibine vermedir. Kısacası, içtimai, siyasi, iktisadî, ahlâkî, terbiyevî ve dinî hayatımızın kemali, atom içi hareketlerden hücre içi faaliyetlere, canlı vücutlarından galaksilere kadar bütün bir varlıkta gözlemlenen hassas dengelerin yakalanmasına bağlıdır.

İşte dengenin korunması gereken önemli konulardan biri de nedensellik ilkesidir. Mü’min bir taraftan bütün sebepleri yed-i kudretinde tutanın Allah olduğuna şeksiz şüphesiz iman ederek O’na güvenmeli, O’na dayanmalı, isteyeceğini O’ndan istemeli ama diğer yandan sebepler diyarında yaşadığının farkında olarak, varlığın akışındaki tenasüb-ü illiyet prensibini çok iyi kavrayarak, maksuduna ulaşabilmek için sebeplere kılı kırk yararcasına riayet etmelidir. Bir taraftan bütün güç ve kuvveti Allah’a vererek, yegane Fail ve Yaratıcı O’nu görerek sebeplere hiçbir şekilde tesir-i hakiki vermemeli ama diğer yandan da Allah’ın yaratma faaliyetinin sebepler vasıtasıyla gerçekleştiğinin şuurunda olarak asla onları ihmal etmemelidir.

Ne var ki bu konuda dengeyi yakalayabilmek sanıldığı kadar kolay değildir. Mülk ve melekut cihetleriyle varlığa bütüncül bakabilmeyi gerektiriyor. Hem isim ve sıfatlarıyla Cenab-ı Hakk’ı çok iyi tanıyabilmeyi hem de derinlemesine tekvini emirleri okuyabilmeyi gerektiriyor. Varlık dünyasındaki değişim ve dönüşümlerin sadece nasıl cereyan ettiği üzerinde değil, aynı zamanda bunların düzenli ve ahenkli hareketlerinin sebebi üzerinde de düşünmeyi gerektiriyor. Bir taraftan mahiyet ve hakikatleri itibarıyla sebeplerin kendi başlarına sonuçlarını ortaya çıkaramayacağını görmeyi, diğer yandan da bütün bilimlerin nedensellik ilkesine dayandığının farkında olarak sebep ve sonuç ilişkilerini gözetebilmeyi gerektiriyor. Bu denge yakalanamadığı takdirde mesele ifrat ve tefritler arasında gidip geliyor.

Allah’ın her şeyi bir sebeple yaratması özellikle günümüz insanları açısından önemli bir imtihandır. Çünkü göz ona takılıyor. Akıllar da gözlere inmiş vaziyette. Bilim sadece gözlem ve deneyi esas alıyor, bunlar da zahiri sebeplere dayanıyor. İlgi ve dikkatler soyuttan somuta kaymış durumda. Metafiziğe ait konular artık bilimin ilgi alanına girmiyor. Tabiat yasalarının sadece gözlemlenen nedensel ilişkilerin nasıl cereyan ettiğine dair bir resim çekmekten ibaret olduğu unutularak, bunların tabiî hâdiselerin neden ve sebeplerini de izah ettiği zannediliyor. Sanat yapıtları, sanatkârı dikkate alınmadan inceleniyor, mana yüklü kâinat kitabının bir kâtibinin olduğu unutuluyor, eserden müessire gidilemiyor. Böyle olunca da hakikî, dikey ve metafizik nedensel ilişkiler göz ardı edilerek sadece zahirî, yatay ve maddî olanlara odaklanılıyor.

Oysaki aklın önemli vazifelerinden biri, mantık ve muhakeme yürütmek suretiyle görünenden görünmeye, bilinenden bilinmeyene gidebilmektir. Akıl, varlıkların ne olduklarını anlamanın yanında, neye delalet ettiklerini de anlar, anlamaya çalışmalıdır. Bir kitabı okuyan kimse onun yazarı hakkında fikir edinir. Bir sanat tablosuna bakan kimse ressamın sanatını anlamaya çalışır. Mimari yapıları incelediğimizde aynı zamanda onları tasarlayan mimarların sanatlarını da incelemiş oluruz. Peki, kâinat kitabında yer alan ve henüz yeterince derinlik ve inceliklerini keşfedemediğimiz birbirinden güzel sanat eserleri için niye bu akıl yürütmeyi yapmıyoruz? Bir kitapla kâtibi arasında kurduğumuz nedensel ilişkiyi, kâinat kitabıyla onun Yaratıcısı arasında kurmuyoruz? Kur’ân’ın yüzlerce âyet-i kerimede nazarlarımızı sürekli olarak kevnî âyetlere çevirmesinin sebebi, eserle müessir arasındaki nedensellik bağına dikkat çekmek değil midir?

Önceki dönemlerde taşa, toprağa, onlardan yaptıkları putlara, aya, güneşe vs. tapan putperestleri “ilkel” ve “akılsız” gören bazı kimseler, olaylara deterministik bir bakış açısıyla yaklaşarak, mükemmel neticeleri basit sebeplere vererek farkına varmadan eleştirdikleri kişilerle benzer inançları paylaşıyorlar. Bütün varlığa hâkim olan düzeni, ahengi, nizam ve intizamı, akıl ve şuuru olmayan sebeplere bağlamak suretiyle akıl dışı bir yola giriyorlar. Varlığın belli bir düzene tâbi olması, olaylar arasında düzenli ilişkilerin bulunması, her zaman bir kısım olayları başka olayların takip etmesi onları yanıltıyor. Sonra olanların önce olanlardan kaynaklandığını düşünüyorlar. Gözledikleri sadece bir korelasyondan (iktiran, mukarenet, mücaveret) ibaret olsa da, asıl Fail-i Muhtar’ı göremedikleri için bu ilişkinin bir illiyet ve sebebiyet ilişkisi olduğunu zannediyorlar.

Neticede varlık dünyasında olup biten olayların etkin nedeni olarak ya maddeyi ya enerjiyi ya doğal kuvvetleri ya tabiat yasalarını ya da bunların birbiriyle etkileşimini görüyorlar. Sebeplerin sonuçları ortaya çıkarabilecek kendilerinden menkul bir yetenekleri, güçleri, şuurları olmadığını; yasa, enerji ve kuvvet dedikleri şeyin maddeye bağlı olduğunu ve maddenin de en nihayetinde aynı cins atom ve moleküllerden oluştuğunu göremiyorlar. Bu yüzden Allah’a ait fiilleri sebeplere veriyor, Allah’ın hakkını teslim edemiyorlar. Nedensellik ilkesini yanlış anladıklarından ötürü varlık üzerindeki araştırma ve incelemeleri onlarda marifetullah bilgisi oluşturmuyor, onların şükür ve hamd duygularını coşturmuyor. Aslında varlıktaki bütün oluş ve bozuluşlar birer mucizeden ibaret olsa da onların nazarında sıradanlaşıyor, basitleşiyor.

Buna karşılık bazı mü’minler de varlığın dilini doğru okuyamıyor, Allah-âlem ilişkisini doğru kuramıyor, tenasüb-ü illiyet prensibine uymuyor, sebeplere riayette kusur ediyor, fiilî duasını yapmadan tevekkül etmeye kalkıyorlar. İlimde, fende, sanatta, medeniyette ilerlemenin bir kısım sebepleri olduğunu, bunlara riayet etmeden neticenin elde edilemeyeceğini unutuyorlar. Çalışmıyor, çabalamıyor, araştırmıyor, sebeplere müracaat etmiyor ve bu yüzden zillet yaşamaya mahkûm oluyorlar. Bazıları Allah’ın mü’minlere olan yardım vaadinin mucizevi bir şekilde gerçekleşeceğini zannediyor, Allah’ın peygamberler için dahi esbabı ortadan kaldırmadığını göremiyorlar. Allah’ın kâinatta cari olan kanunlarının cebrî olduğunu, bunlara azıcık olsun muhalefet etmenin cezasının hemen dünyada görüleceğini anlayamıyorlar.

Daha da garibi, bazıları sebeplere riayet etmeyi ve nedensellik ilkesine uygun davranmayı, iman ve tevekküle aykırı görebiliyor. Oysaki düzeni kuran, sebepleri vaz eden ve onlar üzerinden neticeleri yaratan Allah olduğu gibi, bu sebeplere uygun iş yapmamızı emreden de Allah’tır. Sebeplerin mahiyetini bilen kimseler açısından onlara riayet etmek fiilî bir duadır. Bizler bir Müslüman olarak neticeleri icat etmelerini beklediğimiz için değil, Allah’ın lütuflarını onlar üzerinden göndereceğini bildiğimiz için sebeplere riayet ederiz. Sebeplerin birer şart-ı âdi olduğunu bilir ve bu şartı yerine getiririz.

Bediüzzaman Hazretleri şöyle der: “Kudret-i Ezelî kitabından olan bir masnu, kendi nefsine kendi cirmi kadar ve bir yönüyle delalet eder. Amma Nakkaş-ı Ezelî’ye pek çok yönden delalet eder. Ve kendisine tecelli eden esmadan uzun bir kasideyi inşad eder.” (Mesnevi-yi Nuriye) Kur’ân, işte bu delalet yönlerini görebilmemiz, eserleri üzerinden Rabbimizi tanıyabilmemiz için pek çok âyetinde, “Allah’ın rahmet eserlerine bir bak!” (Rûm sûresi, 30/50) gibi ifadelerle yüzümüzü kâinat kitabına çevirir. Tıpkı Kur’ân âyetlerini okuyor gibi varlık kitabında yazılmış âyetleri de okumamızı emreder. Bir Müslüman doğru bir nazarla yüzünü tabiata çevirdiği takdirde hem marifetullah bilgisini artıracak hem de varlığın esrarını keşfedecektir.

Şunu unutmamak lazım ki Allah, ya evrendeki büyük küçük bütün varlıkların yaratıcısıdır ya da hiçbir şeyin yaratıcısı değildir. Eğer sebeplere tesir, icat, yapma, yaratma gibi vasıfları verirsek kâinatta Allah yapıyor diyebileceğimiz hiçbir varlık ve olay kalmaz. Çünkü varlıklar arasında nedensel ilişkiler vardır. Her şey bir başka şeyin sonucu olduğu gibi, bir şeylerin de sebebidir. Sebepleri Allah’a verip, sonuçları sebeplere vermek de çözüm değildir. Çünkü Allah’a verdiğimiz sebeplere de sahip çıkacak başka sebepler olacaktır. Dolayısıyla biz, Allah’ın vaz ettiği düzenden hareketle olayları neden ve sonuç diye isimlendirsek ve bunlar arasında nedensel ilişkiler kursak da hakikatte hepsini yaratan ve varlıkta tutan Allah’tır. Bunu kabul etmeyenler farkında olmadan sonsuz ilahları kabul etmek zorunda kalıyorlar.

Gözlemlenebilir evrenin yaklaşık olarak 1080 atomdan oluştuğu tahmin ediliyor. Bu atomlar bir araya gelerek nasıl oldu da parçaları birbiriyle ahenkli bir şekilde çalışan düzenli bir evren oluşturabildi. Kainatta kaos ve keşmekeşlik yerine niçin anlamlı nesneler, sanatlı varlıklar, ahenkli işleyişler, karşılıklı yardımlaşmalar, hassas ayarlar, bir gaye gözeten hareketler var? Ve daha da ilginci varlıktaki bunca oluş ve bozuluşlara, değişim ve dönüşümlere rağmen var olan bu düzen ve ahenk nasıl oluyor da devam edebiliyor? Şuursuz sebepler ve tesadüf rüzgârları nasıl oluyor da bütün varlıkları her yerde ve bütün zamanlarda aynı fabrikadan çıkmış, aynı tezgahta işlenmiş gibi birbirine benzer yapabiliyor? Milyarlarca ihtimal içerisinden her varlığın mevcut şeklini, biçimini, mahiyetini kazanması muhit bir ilmi, mutlak bir iradeyi, her şey güç yetirebilen bir kudreti gerektirmiyor mu? Hangi maddi sebep bunların altından kalkabilir?

Doğru bir nazarla bakabildikten sonra esasında bütün bir varlık Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarını yansıtan birer aynadan başka bir şey değildir. En küçük sebeplerle en büyük neticeleri hâsıl etmesi, Allah’ın büyüklüğünün en büyük emaresidir. Kâinat kitabındaki her bir mevcut acizliği ile Allah’ın sonsuz kudretine, şuursuzluğu ile O’nun muhit ilmine, fenası ile O’nun bekasına, ihtiyaçları ile O’nun istiğna ve iğnasına delalet eder. Canlılar, Allah’ın Muhyi ismiyle hayata gelir, Musavvir ismiyle mevcut şekillerini alır, Rezzak ismiyle rızıklanır, Kayyum ismiyle varlıklarını sürdürür, Mumit ismiyle de hayata veda ederler.

Nedensellik problemine dair başladığımız yazı serisini şu hatırlatmayı yaparak bitirelim: Gerek insan fiillerinde gerekse tabiatta gözlemlediğimiz neden-sonuç ilişkisinin mahiyet ve doğasını anlamak Allah-âlem ilişkisini anlamaya, bu da vahiy bilgisine müracaat etmeye bağlıdır. Çünkü varlığın kökeninde, hareketin temelinde, değişimin doğasında ne yattığını anlayabilmek için, kozmik âlemin tam ve bütüncül bir resmini çekebilmek gerekir. Bu da vahyin rehberliği olmaksızın fikir gücünün soyutlamalarıyla üstesinden gelinebilecek bir şey değildir. Şunu da ilave etmek gerekir ki Kelâm ulemasının Kur’ân âyetlerini merkeze alarak nedensellik ilkesi etrafında serdettiği ve “halk-ı cedid”, “âdetullah” ve “iktiran” gibi kavramlarla özetlemeye çalıştığı görüşler iyi anlaşılır ve bilimin bize sunduğu verilerle de desteklenirse, modern paradigmaya alternatif yeni bir paradigma oluşturulabilir.

 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. https://youtu.be/VmHAuMGJwe4

    Değerli Hocam, emeğinize sağlık,

    aktuel konuların arasında pek farkında olunmadı ama güzel bir yazı dizisiyle.

    National Gegopraphy da pek çok bilimsel belgeselin sununumun da yapan, Astro fizikçi Neil Degrasse.

    Birgün papalıktan üst düzey bir Hristiyanlık temsilicisi ile belgeselde röportaj yapıyor.

    Müthiş bir özgüven ve hafifte alaycı üslupla.

    İncilde dünyanın yaşının beşbinküsur olduğu söyleniyor. Biz biliyoruz ki, 4.5 milyar yaşında. Daha binlerce yıllık medeniyetler çıkıyor.

    Bu kadar açık şeyler varken, İncilin doğru olduğunu nasıl söyleyebiliriz.

    Dünyanın gözünün önünde, boynunu bükerek cevap veriyor. Üzgünüm, incil de böyle ayetler olabiliyor.

    Din, günümüzde mitoloji ile eşdeğer hale gelmeye başladı. O bağlam da bir çeşit, fantastik hikayelerin barındırıldığı, fantastik ögelerle anılan, ancak o kadar kıymet verilen birşeye dönüştürülmeye çalışılıyor.

    Bir Yunan mitolojisinde uçan insanlar, Zeus lar, yeraltı yer üstü tanrıları, bakanı taşa çeviren gözler, yok eden, ataş saçan insan üstü iNSANLAR..

    Uzak doğu bundan aşağı kalır değil, afedersiniz, Tanrı Mikoto dışkılar ve yeryüzü oluşur.. vb.

    Ve yavaş yavaş bu mitoloji tadında kıvamında duruma çekilmeye çalışılıyor artık DİN.

    O nedenle de dünya peygamberlerin yoğun oluduğu coğrafya olsa idi sorun yoktu ama karşımızda koca bir dünya, ve alabildiğine kendine güvenen, bilime ölçü kabul eden anlayış var.

    Din ile bilim bizim bakışımızla ayrılmadığı için malum, bu ölçüden rahatsız değiliz. Ancak, hangi bilim hangi ölçüt.

    İşte bu nokta da, yazınızın sonunda dediğiniz hususa geliyorum.

    Yeni bir paradigmaya ihtiyaç var.

    Müslümana anlatmayı hedeflemeyen, tüm dünyaya cevap veren, cevabında kaynağı Kuran olmakla birlikte, Tekvin kanunlarını da bir güzel elden geçirmiş, fiziği, kimyası, biyolojisi, mikro dünyasından makrosuna bütüncül senteze ulaşmış maneviyatlı dimağlara, iki kanatlı iki gözlü dimağlara ihtiyaç var.

    Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, sebep sonuç ilişkisini nasıl anlatırsak anlatalım, müsebbibül esbap kısmının izahında anlatım tarzı, anlatım ögeleri herşey birden değişiyor.

    Birinde kullandığımız araçları, anlatım tekniğini diğerinde kullanmıyoruz, birden bambaşka bir anlatıma geçiyoruz.

    Ve ayetleri kaynak olarak veriyoruz doğrudan. Kuran başlı başına bir kaynak elbette.

    Ama benim kastım, Kuran ve Bilim arasında tutarsızlık olmaması yönüyle, müsebbibül esbabın adetullahını kavrama.

    Siz de onu söylediniz.

    Evet cenabı hak, müsebbibül esbap…

    Haddi mi aşarak, Cenabı Hak, “OL” dediğinde dahi, neler oluyor olabilir, nasıl bir süreç tetikleniyor olabilir, o noktaya odaklanmak bir de.

    Cenabı Hak “OL” dediğinde, aniden sebepsiz olması dahi bir çeşit insanlara aktarmak için kurallatırılabilir mi sorusu benim.

    Yani, OL emrinin de bir mekanizması var mı..

    Çok dikkatli seçmeye çalışıcam, rabbim muradımı biliyor.

    Şunu demeye getiriyorum.

    Rabbim OL derken dahi, olurken sebepler işlemiyor mu..

    Yahut sebeplerin işleme AŞAMASI ndan önceki aşama da, yoktan var olup, sonra sebepler denizine mi düşüyor, bu da OL emrinin anlamına aykırılık teşkil etmiyor, yine yerin imi buluyor …

    vb…

    Sorular zihnimde çılgınca dolaşıyıor, ama kafa karıştırmamak için yazmıyorum.

    Kastım şu, mana alemi deyip kenara çekilmekten öte, birilerinin pozitif bilimin sınırlarını genişletip, bilimsel bir nosyonla, mana alemini, kudret alemini, berzahı, mizanı bir şekilde izah edebilme gayreti..

    Zira, birden karada iken denizdeki yaşam gibi farklı iki boyutta, birbirinden ap ayrı iki dünya çıkıyor gibi.

    Burada ben daha önce de o nedenle yazdım.

    Simülasyon, elektriğin, elektromanyetik alanın, ışığın, ötesinde frekansın etkisi, bilgiyi iletmesi, kuantum fiziği, vb pek çok tarzda dünya da aklın hayalin almadığı ama evrenin işleyişine dair BİLGİ ler mevcut.

    Bunları başlangıç kabul edip kullanıp gelecekteki ideal İNSAN ın prototipinin adımı atılabilir.

    Sebepler ile müsebbibül esbap arasında dahi ilişki kurma…

    En azından model oluşturma..

    Böyle oluyor anlamında değil, mesela bakın bir SENARYO ve bu senaryo ile insan aklına yatırma gayreti.

    Nasıl ki Risalei Nur da Üstad daha önceki denklerinin anlatım tarzından farklı iman dersi yöntemi geliştirdi.
    analitik, eşyayı, kainatı nazara verdi, ayatı tekviniyyeyi, cenabı hakkın sıfatlarında süzülmüş esmai ilahiyi onlarda göstermeye çalıştı, bir mantık bağlamında bunları tutarlı şekilde anlattı.

    Yeni çağda da bunun ilerisine gidilmeli.

    İşte bunu yapacak insanın yetişmesi.

    Gazaliye, Rabbaniye, Arabiye, Bediüzzamana dala bildiği kadar dalan ama bilimin tüm sınırlarını, son gelişmeleri dahil hallaç eden bir derinliği de sahip olması.

    Ve bunu yapacak insanın yetiştirilmesinin kutsal bir görev gibi görülmesi..

    Başkaları çünkü bu konu hakkında düşünmeye başlamış.
    Artık evreni bir KARMA gibi görenlerden tutun. başka başka anlamaya çalışan türlü türlü anlayış var.

    Bakın, birileri başlamış bile. Biz düşünmesek, birileri en üst perdeden bunu anlatıcak.

    https://youtu.be/VmHAuMGJwe4

    Evet yeni bir paradigmaya ihtiyaç var. Elbette, kanun gibi koyamayız onu da. Ama birileri, temsili yaparken, bilimdeki gelişmeleri kullanarak ulaşılan sonuçları analiz ederek, nüfuz ederek yapmalı bunu.

    Bu da dönüp dolaşıp insana, yetişmiş insana ve yetiştiği alanda zirve iken, gayei hayalinde o son vuruşu, bir damla ama umman gibi etkisi olan o bir damla katkı ile bu amaca hizmet etmesi.

    Yeni yepyeni bir anlatım, yeni yepyeni bir sunum…

    Üstadın 10. sözü yazıp, küfrün belini kırdım.. dediği gibi.

    Bilimi hallaç etmiş hali ile, mührü vurur gibi, hayır bakın.. şu şu şu var gayet de tabi, Allah, müsebbibül esbaptır.. adetullah dan da şunu şunu şunu anlayabiliriz, bakın evrende , atomda, bio da …şu şu şu oluyor demek.

    Kör müsün diye o özgüveni ile ama gerçekten sağlam bir bilgi temeli ile sunmak.

    Bugün evrim dahil pekçok konu da, ezerek hükümran oluyor bilimsellik perdesinde bir anlayış, inandığımız şeyleri hafife alarak, yahut yok sayarak.
    Zira, bilimin üretimi ve sahipliği elinde.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin