UĞUR TEZCAN | YORUM
Başlıktaki sorunun cevabı çok net bir şekilde ortada aslında. Tarih, zamanında kendileri baskılar, zorluklar, işkenceler ve ayrımcılıklar görmüş birçok topluluğun gücü ve yeterli imkanları ellerine geçirdiklerinde benzer zalimlikleri nasıl başka topluluklara reva gördüklerinin örnekleri ile dolu.
Bir eğitimci olarak tarihin bu tarz bir bakış açısı yeniden irdelenmesini ve lise ve üniversite düzeyindeki öğrencilere okutulması gerektiğini düşünmüşümdür hep. Toplumsal bir vicdanın yeşertilebilmesi ve o vicdandan neşet edecek bir ahlaki düzey eşliğinde sağlıklı bir adalet sisteminin ve toplumsal akıl, feraset ve biliş düzeyinin tesis edilebilmesi bu tür okumalar yapılabilmesine bağlıdır.
Ne yazık ki otokrat, yarı demokrat veya tam demokrasi görünümlü manipülatif yönetim biçimlerinin hâkim oldukları bir dünyada yaşıyoruz. Bu yönetimler de doğal olarak bunun tam aksine eğitimsiz, tarih bilinci ve algısı olmayan, vicdanları körelmiş, başkaları hakkında empati yapamayan, şefkatten yoksun, çıkarcı, korkularla zayıflatılmış kalabalıklar görmek istiyorlar.
Dünya son birkaç yüz yıl içerisinde hep bu tür anlayışların hâkim olduğu bir bataklıkta debelendiği için olsa gerek, eline fırsat geçen toplumlar zamanında kendileri sıkıntılar yaşamış oldukları halde, ilk fırsatta hemen başkalarını sömürmeye, onlara zulmetmeye başlıyorlar. En garibi de bunu bir hak olarak görerek daha bir inatla ve hırsla yapıyorlar yapacaklarını.
En yakınımızda, Türkiye’nin Refah-AKP çizgisindeki İslamcı Hareketi ile AKP’ye angaje olmuş bazı Nurcu grupları görüyoruz. Kemalist rejimin baskı ve aşağılamaları altında yıllarca ezilen ve hakir görülen bu gruplar, o rejimin tüm yolsuzluk, yetersizlik ve ihmallerini de iyi bildikleri ve sürekli onu eleştirdikleri halde bugün soykırımcı, baskıcı ve yolsuz Erdoğan rejiminin en yılmaz savunucuları noktasına gelerek o zulümlerin önemli bir ayağı oldular. Bu süreçte, “Hep Kemalistler mi nemalanacak şimdi de bizim sıramız!” diyenini de gördük, “Biz Müslümanlar olarak hızlıca güçlenmeliyiz!” diyerek yolsuzlukları kabullenenleri de! Neredeyse yüzyıldır devlet zulmü adına şikâyet ettikleri ne varsa hepsini fazlasıyla yaptılar ve son 10 yılda da Erdoğan’a destek vermeyen Müslümanlara o Kemalistlerden daha fazla soykırım düzeyinde zulmettiler ve halen de ediyorlar!
Diaspora Ermenileri ve Batı ülkelerine sığınarak orada kendilerine yaşam alanı oluşturan başka diaspora hareketleri de lobicilik alanındaki etkileri zamanla arttıkça kendilerine zulmettiklerini düşündükleri ülkelerden aynı Batılı ülkelere göçen insanlara karşı zulüm derecesine varan eylemlere girişmekten imtina etmiyorlar. Mesela, Fransa’daki Ermeni lobisi etkin gücünü kullanıp “Ermeni soykırımı yoktur!” demeyi bile yasaklatmaya ve kendileri gibi düşünmeyen başka Fransız göçmeni insanların düşünce özgürlüklerine zincir vurdurtmaya çalışıyorlar. Ya da onların kurdukları kültür merkezleri ve yerel oluşumlara karşı bir takım algı operasyonlarının işbirlikçisi olabiliyorlar; zamanında o şikâyet ettikleri ülkelerde benzer zulümleri kendileri belki daha da fazlasıyla yaşadıkları halde!
Daha geniş ve etkin dairede Batı ülkelerindeki birçok Yahudi Siyonist gruplar bu tür zorlamaları daha büyük boyutlarda yapıyorlar. Düşünce özgürlüğünü temel alan o ülkelerdeki ekonomi, medya ve lobicilik güçlerini kullanarak başka yabancı kimliklerin ve kültürlerin hareket ve düşünce alanlarını kısıtlayacak organizasyonlara ve hatta dezenformasyon yöntemlerine başvuruyorlar.
Aynı Siyonist grupların halihazırda küçük bir Hamas saldırısını bahane göstererek Gazze ve Refahtaki masum Filistin halkına uyguladığı açık ve net soykırım, henüz 70 yıl önce kendileri soykırım mağduru olmuş olan bir topluluğa hiç yakışmıyor. Bugün Netanyahu ile temsil edilen aşırı faşist ve Siyonist İsrail devleti, bu yazının başlığına en vahim ve geçerli tarihi bir numune haline gelmiş durumda. Zira, Yahudi topluluğu sadece 2. Dünya Savaşında Hitler zulmü altında ezilmedi. Tarih boyunca Babillilerden, Romalılardan, İspanyollardan ve başka imparatorluklardan ciddi boyutlarda zulümler gördüler, topraklarından edildiler ve gittikleri birçok yerde sürekli dışlanıp durdular.
Bugün dünyanın insan hakları ve düşünce özgürlüğü noktasında geldiği noktada ben şahsen Yahudilerin, bu yaşanan soykırımlara ve zulümlere karşı mücadele etme noktasında, ellerindeki medya ve ekonomi gücü de dikkate alındığında, en baş mücadeleyi veren grup olmasını yeğlerdim. Aslında bu açıdan bakıldığında, Filistin’de yaşanan son insanlık dramı karşısında Erdoğan dahil tüm “İslam” ülkeleri yönetimleri susarlarken Batılı ülkelerdeki bazı Yahudi din ve ilim adamlarının, Ortodoks Yahudilerin ve liberal bazı Yahudi çevrelerin ciddi derecede tepkiler veriyor olmalarını bu boyutta değerlendiriyor ve takdir ediyorum.
Bu konuya yine Yahudilerden bir örnekle devam edecek olursak; Yahudilerin, Firavun’un Mısır’ında gördükleri baskı, zulüm ve büyük göçün ardından yıllarca çöllerde yaşadıkları sefaletin ardından ellerine yeterince güç ve imkân geçtiğinde Kenan illerini fethettikleri dönemde oranın insanlarına yaşattıkları katliam, zulüm ve göçler, bir zamanın mazlumunun başka bir zamanın zalimine nasıl dönüşebildiklerine dair önemli tarihi örneklerden biridir.
Örneklerle devam edelim.
Yüzyılın başlarında yayılmacı Japon imparatorluğunun katliamları ve tecavüzleri altında inlemiş olan Çin’in bugün Uygurlara tarihin en acımasız soykırımlarından birini uyguluyor olması da bu konuya önemli bir numunedir. Komünist Mao rejiminin milyonlarca Çinli vatandaşa soykırım uyguladığı o kanlı dönemlerin de ardından bugünkü Çin’in hala akıllanamamış olması ve benzer yöntemleri farklı şekillerde devam ettiriyor olması son derece ilginçtir.
Aynı şekilde, Çarlık Rusya’sının zulümleri altında inleyen mağdur Rusların, sosyalist ve komünist liderler olan Lenin, Stalin eşliğinde daha büyük çapta soykırımları gerçekleştirebilmiş bir topluma dönüşmesi, bugün aynı refleksleri Kırım’da ve Ukrayna’da da sergileyebiliyor olması da ilginçtir.
Kralların, Vatikan’ın ve feodal beylerin zulümleri ve soygunları altında yüzyıllar boyunca inlemiş olan Batılı toplumların, medeniyete sıçrama atlatabilmelerine rağmen neredeyse tamamının dünyanın dört bir yanında yaşattıkları soygunlar ve katliamlar herkesin malumu. Bu kral zulmünün en çarpıcı örneğinin yaşandığı Fransa’da güya halk ve hakikat adına ayaklanan Fransız ihtilalcisi grupların çok kısa bir sürede nasıl kendilerinin baskıcı zalimlere dönüştüklerini, çok kısa bir süre sonra da nasıl faşist Napolyon nasyonalizmini doğurabildiklerini hepimiz biliyor ve okuyoruz.
Dönemlerindeki bazı kralların baskıları altında yaşamış olan Romalıların dünyanın en büyük imparatorluğunu kurup Avrupa’dan Asya’ya oradan Afrika’ya kadar birçok kıtada her türlü zulüm ve katliama imza atabildiklerini de kitaplarda hepimiz okuduk.
Yine, kendileri yıllarca ezilmiş, baskı ve şiddet görmüş Moğol toplulukların Cengiz Han ve sonrasındaki Hanlar eşliğinde dünya tarihinde eşi benzeri nadir görülen talan, tecavüz ve katliamlara sebep olmaları başka bir ibretlik olaydır.
Yine günümüze bakan yönüyle bir örnek daha ekleyecek olursak; Afrika’da da durum çok farklı değil. Yüzyıllar boyunca Batılı sömürgecilerin zulümleri altında inleyen, Güney Afrika’ya yerleşmiş olan beyaz toplulukların Apartheid rejimi altında acılar çeken Afrikalı siyahi halkın kabilecilik, ırkçılık ve din ayrılıkları üzerinden birbirlerine uyguladıkları durmak tükenmek bilmeyen soykırımların da haddi hesabı yok.
Örnekler artırılabilir, ancak bununla iktifa edelim.
Bu makro düzeydeki örneklerden sonra gelin mikro düzeye geçelim ve konunun bir birey olarak bizlerin nefislerimize neler söylemeye çalıştığına da bir bakalım. Bizler de yaşadığımız ve çalıştığımız mekanlarda zaman zaman bir sürü haksızlıklara, zulümlere ve ayrımcılıklara maruz kalıyoruz. Devran döndüğünde bu sefer biz, başkalarına acaba nasıl davranıyoruz ve bunun muhasebesini hiç yapabiliyor veya hayatımıza dair o şekilde bir okuma gerçekleştirebiliyor muyuz?
Mesela, çocuk iken büyüklerimizden baskı gördüysek, dışlandıysak bizler bir ebeveyn veya büyük olarak kendi çocuklarımıza nasıl davranıyoruz? Baskıcı, dışlayıcı, küçümseyici veya görmezden gelici mi davranıyoruz? Bu bağlamda emanetimiz altında olan kendi eşlerimize karşı nasıl muamelede bulunuyoruz?
Çalıştığımız yerlerde haksızlıklara uğramışsak, kendimiz yönetici olduğumuzda altımızda çalışan insanlara karşı nasıl davranıyoruz? Onları da benzer ağır şartlarda çalıştırıyor, fikirlerine değer vermiyor, ‘ben ne dersem o olur’ tarzı otokratik yönetim anlayışlarını devam ettiriyor ve onların haklarını gerektiği gibi ödemiyor muyuz?
Bizler iş başvurularımızda ayrımcılıklara maruz kaldıysak, kendimiz iş verme konumuna geldiğimizde ‘hep bizden olsun’ mu diyor ve başka bir milletten kaliteli bir insana imkân vermiyor muyuz?
Büyük zalimlere kızarken, kendi etrafımızdaki küçük zalimleri gördüğümüzde onların küçük zulümleri altında ezilen masum insanların haklarını korumaya, onlara bir yardım eli uzatmaya çabalıyor muyuz; yoksa o, onların aile sorunu, onların şirket sorunu vs. diyerek nemelazımcılık mı yapıyoruz?
Bizzat kendimiz zorluklar, baskılar ve haksızlıklar altında büyümüş ve bugünlere gelmiş iken etrafımızdaki ‘küçük zalimler’ tarafından benzer sıkıntılara maruz bırakılan masum insanlar söz konusu olduğunda bu sefer susarak veya görmezden gelerek kendimiz de sessiz bir zalime dönüşüyor ve günün zalimleri arasında yerimizi alıyor muyuz?
Ilgilisine: https://press.princeton.edu/books/paperback/9780691192345/when-victims-become-killers