UĞUR TEZCAN | YORUM
Ülkenin öyle hareketli ve değişken bir gündemi var ki insan neyi takip edeceğini, hangi konu üzerine yoğunlaşıp yazı yazacağını şaşırıyor. Bazen aynı gün içerisinde sonradan yazmak üzere birkaç dosya birden açtığım oluyor.
Mesela geçenlerde Cumhuriyet Gazetesi yazarlarından birinin oğlunun bir vatandaşın ölümüne sebep olması üzerine yazarın oğlunu apar topar yurt dışına kaçırması gündem oldu. Konunun detayları yeterince yazıldı ve konuşuldu; ama ben daha çok konuların sosyolojik boyutları üzerinde durmaya ve tarihe küçük notlar bırakmaya çalıştığım için tam o yazıya yönelecektim ki başka önemli konular hemen mısır gibi patlamaya başladılar.
İşte bunlardan bir tanesi de Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın geçenlerde sarfettiği birtakım sözler idi. Bu karmaşa içerisinde gözlerden kaçtığını düşündüğüm bir konuşma olduğu için bir eğitimci olarak o konuya öncelik vermek istedim. Ortalıkta o kadar çok, bir soykırım dili olan, “Fetö” ifadesini kullanan insan var ki artık neredeyse bağışıklık geliştirdik ve çoğunu görmezden gelmeye başladık. Cahil halk bile artık bu ifadenin bir siyasi taktik gereği kullanıldığını biliyor ve pozisyonunu ona göre ayarlıyor. Yani kendisi de “Fetö” derken aslında nasıl bir amaca hizmet ettiğini gayet iyi biliyor. Aynı ifadeleri sakız gibi çiğneyen muhalefet partilisi de hükümet yetkilisi de sokaktaki vatandaşı da hangi yalanı hangi maksada, ajandaya veya çıkara uygun şekilde kullandığını son derece net bir biçimde biliyor ve o rotada ilerliyor.
Evet! Çoğu insanın ortak kabulü ile artık bir soykırım dili haline gelmiş bulunan “Fetö” ifadesini tarihçi ve yazar Prof. Dr. İlber Ortaylı tekrar kullandı geçenlerde. Cumhurbaşkanlığı İnsan Kaynakları Ofisi koordinatörlüğünde Kocaeli’nde gerçekleştirilen MARMAKAF panelinde ‘İnsan Geleceğini Nasıl Kurar’ başlıklı söyleşisinde şu sözleri söyledi: “Eğitim sistemimiz FETÖ ile birlikte dejenere olmuştur. Bunun suçluları tespit de edildi; mahkûm da edildiler. O mahkumiyeti çekmeleri gerekir çünkü hiçbir hırsızlık insanların hayatını çalıp bir cepten bir cebe sokmak kadar hazin ve utanç verici değildir. Bu işi tertipleyenlerin isimlerinin bronza kazınması gerekir ta ki silinmesin, bütün nesiller bilsin bu adamları.”
Art niyet yoksa, büyük bir noksanlık var!
Kendisi Hizmet Hareketinin eğitim yönüne bir atıfta bulunarak bir suç ithamında bulunduğu ve bu aşırı genellemeci ve temelsiz itham ile ciddi sosyolojik hatalar yaptığı için mevzuların daha çok sosyolojik boyutları ile ilgilenen bir eğitimci olarak bu konuya ışık tutmaya çalışıp kendime göre tarihe küçük bir not düşeceğim.
Hükümetin dini bir gruba karşı hışımla yürüttüğü bu soykırım ortamında birçok sanatçı, yazar, siyasetçi, din adamı, gazeteci ve akademisyen ‘aydın’ kavramının tam tersi davranış ve söylemler içerisine girdiler ve kendilerini, hepsi derecesine ve katkısına göre, bir soykırımın kullanışlı aparatları, algı operatörleri veya ortakları haline getirdiler. Toplumun kendilerine kazandırdığı ilmi de geleceklerine ait kredilerini de heba ediyorlar. Bu konuda daha önce yazdığım, “Felç geçiren, Faruk Beşer mi?” başlıklı yazıya da bakılabilir.
Ortaylı bizzat kendi ifadesiyle Fethullah Gülen Hocaefendi ile hem Türkiye’de hem de Amerika’da çok kez görüşme fırsatı yakalamış ve karşılıklı muhabbet edebilmiş bir insan. Bunu kendisi televizyon ekranlarında dile getirmişti daha önce. Gülen’i hiç görmemiş insanlara nazaran böyle bizzat tanışıp görüşme şansı yakalamış insanların günümüz politikalarından etkilenerek Hareket’e terörist diyecek kadar savrulmalar yaşamaları acınası bir durum.
Özellikle eğitim alanında hem yurt içinde hem de yurt dışında çok önemli hizmetlerde bulunmuş bir oluşum hakkında Ortaylı’nın son derece üstünkörü bir tavırla “soru çaldılar” ithamına kilitlemeye çalışması art niyet var ise şayet; sosyolojik bir gerçeklik olan bir eğitim hareketini suçlu olarak gösterme çabasıdır. Art niyet yoksa bir akademisyen için çok büyük bir kayıp ve noksanlıktır.
Eğitim sistemi en kötü günlerini yaşıyor!
Gelin bu noktada Ortaylı’nın kullandığı “… eğitimi dejenere etti” ifadesine yoğunlaşalım. Dejenere (degenerate) kelimesi bir şeyin daha üst, makul bir konumdan daha düşük, bozuk bir standarda düşmesini, bu noktada yaşanan bir yozlaşmayı ve bozulmayı ifade eder. Ülkenin eğitim sistemi ta Cumhuriyetin kuruluşundan Hizmet Hareketi’nin faaliyet gösterdiği yıllara ve ardından da ülkeden elinin çektirildiği 2012’li yılların akabinde ne sistemsel yönüyle ne üretkenlik kapsamında ne de toplumsal etkinlik boyutlarıyla hiçbir zaman daha iyi, ideal ve üstün bir konumda olmadı.
Solcu kesimlerin pek övünerek anlattıkları ama etki alanı sonradan politik bir örgütlenmeye dönüştüğü için çok kısıtlı kalan Köy Enstitüleri dışında ülkede başarılmış hiçbir eğitim hareketi yok. Cumhuriyet rejiminin ilk aydınlarının Osmanlı dönemi son eğitim atılımlarının ürünü olan insanlar olduğu meselesine ve sonrasında da ülkeye hâkim olan tek anlayışın sınıfsal oluşumların üstünlükleri gibi konulara hiç girmiyorum. AKP dönemine gelirsek; Fatih Projesi gibi AK Parti’nin tek “büyük” eğitim faaliyeti olan bir eğitim yatırımı bile başarısızlıkla sonuçlandı ki bu projenin başarısız olacağını daha en başında yazan Türkiye’deki ilk ve tek kişi belki de benim.
Hizmet neredeyse 10 yıldır yok; eğitim sisteminde bir düzelme var mı?
Eğitim sistemi, 22 yıllık AKP hükümetinin başarısızlıkları, kadrolaşmaları ve becerisizlikleri yüzünden yüzyılın en kötü günlerini yaşıyor. Solcu ve Kemalist CHP’li yıllarda da eğitim hiçbir atılım yapamadı. Toplumun hiçbir yarasına çare olamadılar. Bahsettiğim gibi, toplumsal fırsat eşitliği, kalitenin artması ve yayılması, bilakis de Güneydoğu sorununun çözümüne dönük yapılan katkılar sayesinde eğitim Hizmet Hareketi sayesinde bir gömlek yukarı çıktı. Sonra, yurtdışında yayılan başarılı okullar projesi ile ülke eğitim sistemi hiç aklına bile gelmeyecek bir kulvarda buldu kendisini.
Zaten bugün Ergenekoncusuyla, Beyaz Türkü ile, solcusu ile Hizmet Hareketi’nden bu kadar nefret etmelerinin nedeni Hizmet’in kısa sürede yakaladığı eğitim kalitesi ile fırsat eşitliğini toplumun fakir ve alt katmanları yönünde bükmesi ve alternatif bir güç olarak algılanarak bu kesimler nezdinde varoluşsal bir travmaya neden olmasıdır. İslamcı kesimler de çocuklarını Hareketin okullarına, dershanelerine ve yurtlarına emanet etme konusunda birbirleri ile yarışsalar da üzerlerine çöken kıskançlık duygusunu ve aşağılık kompleksini bir türlü aşamadılar. Daha geçenlerde CHP’li Özgür Özel, bugün aşırı Cemaat düşmanlığı yapan gazeteci Nedim Şener’e, Cemaat hakkında “…özellikle yurtdışındaki eğitim çalışmalarını önemsiyorum. Hatta kendi çocuğumu bile okullarına verebilirim.” dedin mi diye soruyordu.
Sümeyye Erdoğan’ın ‘belletmen abisi’ bendim!
2012 yılında sürecin en başında yazmıştım. Erdoğan’ın kızı Sümeyye ve oğlu Bilal bizzat çalıştığım Hizmet kurumlarında öğrenci idiler. İlkokul öğrencisi iken gittiği dershanede Sümeyye’ye atanan ‘belletmen abi’ bendim. Birçok AKP’li de evlatlarını bu kurumlara burslu veya burssuz bir şekilde yazdırabilmek için yarışıyorlar ve o kurumlara kayıt yaptırabilmek için araya hatır gönül ilişkileri bile sokmaya çabalıyorlardı.
İşte ortada böyle 20 yıl içerisinde başarılabilmiş bir kalite anlayışı, markalaşma ve sosyolojik bir gerçeklik ve başarı hikayesi var iken Hareketi, “soru çaldılar” suçlaması üzerinden ülkedeki eğitim alanında yaşanan yozlaşmanın baş müsebbibi olarak görmek büyük bir haksızlıktır. Kaldı ki hukuksuz yöntemlere ve ülkenin geldiği kanunsuz, nizamsız adalet sistemine, hapishanelere tıkanan on binlerce masum insana ve işkenceler altında yürütülen sorgulamalara rağmen Cemaat aleyhine bu konuda da aleyhte tek bir delil bulunup açıklanabilmiş değil! Bir aydın, en başta işe bu yöndeki ‘delillerin’, ‘iddianamelerin’ ışığında başlamalı ve yorumlarını ondan sonra yapmalıdır.
Kaldı ki Hizmet’ten birileri velev ki soru çalıp kadro kapmış olsalar bile bu şahsi suç kapsamında ve hukuk sistemince ele alınması gerekli olan bir konudur. İddia edildiği gibi sistemli bir çalma olayı varsa da bunun hesabını dönemin istihbarat, emniyet, adalet ve hükümet yetkilileri en başta vermelidirler. Bugün bu konuda açılmış ne kapsamlı ne de ferdi soruşturmalar yoktur! Tıpkı yine Cemaat’in yaptığını iddia ettikleri 15 Temmuz darbe konusunda açılması önerilen Meclis önergelerini yine bizzat kendilerinin reddetmeleri ve ilgili devlet adamlarını yargı önüne çıkıp hesap vermekten korumaları gibi… Bugün aynı “aydın” kesim bu tür gelişmeler karşısında da bilinçli bir şekilde susmayı tercih etmekte maalesef!
Eğitim sistemi dejenere oldu, bu doğru!
Kısaca, ortada iddia edildiği gibi münferit bir takım soru çalma hadiseleri olmuş olsa bile bu hukukun alanı olan adli suç kapsamında bir eylem; politik ve sistemik boyutuyla da lokal bir yozlaşma (corruption) örneğidir. İngilizce anlatımıyla, daha geniş çaplı ve üstün standartlardan bozuk standartlara düşmeyi ifade eden “degeneration” (dejenere etme) değildir. Ortaylı’nın ifade tercihi de bu yönüyle yanlıştır.
Az önce bahsettiğim gibi ortada eğitim sisteminin dejenere olduğuna dair bir endişe varsa ki bu kesinlikle olmuştur; onun sorumlusu da 22 yıldır ülkenin eğitim sisteminin de genel sosyolojisinin de siyasetinin de ekonomisinin de tüm altyapılarının da canına okuyan Erdoğan ve AKP yönetimidir. Yani derin ve sistemik bir “corruption”, geri dönüşü olmayan, tarih kitaplarına geçecek olan adeta karadelik hükmünde olan bir “degeneration’a” (dejenerasyona) dönüşmüştür; hem de ülke “aydınlarının” gözleri önünde ve tüm çıplaklığıyla!
İlber Ortaylı’nın böyle çıplak gözle bile görülebilen gerçek bir dejenerasyonu bilerek gözden kaçırdığını, iyi niyet sergileyerek, düşünmek istiyorum. Ortada böyle bir yıkımdan gerçek manada sorumlu olan hükümet üyeleri dururken ülkenin eğitim sistemine seviye atlatmayı başarmış bir eğitim Hareketini, eğitim sisteminin yozlaşmasından sorumlu tutmak ki o da ispatlanamamış, soru çalma gibi son derece dar kapsamlı bir ithama dayanıyor, son derece haksızca bir tutumdur.
Ortaylı’nın yukarıda alıntıladığım ifadelerinden ödünç alarak bitireyim: “…Bu işi tertipleyenlerin isimlerinin bronza kazınması gerekir ta ki silinmesin, bütün nesiller bilsin bu adamları.”
Bizim “bronz tabletlerimiz” hazır ve bekliyoruz. Zaten bu yazı da o bronz tabletlerden biri haline gelecek bir gün.
Doğru demiş aslında, ülke o kadar dejenere oldu ki, aydın dediğimiz adam bile ahir ömründe artık bilmem hangi hesapla çark edip kendi editörü olduğu kitabı bile unutup rejimin soykırım söylemini diline doladı.
Ve yine doğru ki, bu duruma gelinmesinin yegane sebebi fütü. Ama söyledikleri gibi bir grubun fütü olarak örgütlenmesi değil; fütü diye bir şey uydurulması, ülkenin en parlak kesiminin fütü diye soykırıma tabi tutulması. Bu fedakar insanların fütü diye ülkenin her yerinden kazınması.
Ve bu ülkede dillerde, düşüncelerde fütü diye birșey olduğu sürece yön hep aşağı doğru olacak. Dejenere halimizle kalsaydık keşke diyecekler.
Ilber Oktayli akli salim birisi diye dusunuyordum…
**CEMAAT İN ÜLKEYİ NASIL MAHVETTİĞİNİN HİKAYESİDİR**
Bir zamanlar herkesin hırsız olduğu bir ülke vardı. Geceleri herkes bir fener ve levye ile silahlanıp komşularının evine girerdi. Tan ağarırken çuvalını doldurmuş geri döndüğünde kendi evinin de soyulmuş olduğunu görürdü.
Böylece herkes uyum içinde yaşardı, kimsenin durumu çok kötü değildi. Biri birini, o öbürünü soyar, böylece son insana kadar gelinir, sonuncu da o birinciyi soyardı. Bu ülkede ister sat, ister al sahtekarlık demekti.
Hükümet insanlardan çalmak için kurulmuş bir suç örgütüydü, insanlar da bütün zamanlarını hükümeti aldatarak geçirirlerdi. Yaşam hiçbir sorun çıkmadan sürüyordu; orada yaşayanlar ne zengindiler ne de yoksul. Sonra bir gün – nasıl olduğunu kimse bilmiyor – dürüst bir adam çıkageldi.
Geceleri çuvalını alıp hırsızlık etmek için dışarıya çıkmak yerine evde oturuyor, piposunu tüttürüp roman okuyordu. Hırsızlar oraya gelip de ışık görünce geriye dönüyorlardı.
Ama bu böyle gitmedi. Dürüst adama böyle rahat bir hayat yaşamakla havanın ona göre hoş olabileceğini, ama kimseyi çalışmaktan alıkoymaya hakkı olmadığını söylediler. Evde oturduğu her gece bir aile aç kalıyordu. Dürüst adam verecek yanıt bulamadı. O da tuttu tan yeri ağarana kadar geceyi dışarıda geçirmeye başladı, ama hırsızlık etmeye eli varmadı.
Dürüsttü işte o kadar. Köprüye kadar yürüyor , altından suyun akışını izliyordu. Sonra evine geliyor evini soyulmuş buluyordu. Bir hafta geçmeden dürüst adamın beş parası kalmadı, yiyeceği tükendi; ev soyulup soğana çevrilmişti. Ama kendinden başka kimseyi suçlayamazdı. Sorun dürüstlüğüydü; düzeni alt üst etmişti. Karşılığında kimseyi soymadan kendini soymalarına izin vermişti. Böylece her sabah birisi geri döndüğünde evini soyulmamış buluyordu – dürüst adamın bir gece önce soyması gereken ev- Çok geçmeden evler, evleri soyulmayanlar kendilerinin öbürlerinden daha zengin olduklarını gördüler elbette, onun için çalmak istemediler, öte yandan dürüst adamın evini soymaya gelenler elleri boş döndüler, yoksullaştılar. Zenginleşenler köprünün üzerinde dürüst adama katılmaya, onunla birlikte akan suyu seyretmeye başladılar.
Bu karışıklığı daha da arttırdı. Zenginleşenlerin de, yoksullaşanların da sayısı arttı. Bu kez zenginler geceleri köprünün üzerinde geçirirlerse yoksullaşacaklarını gördüler.
“Neden yoksullara biraz para verip bizim için çalmalarını sağlamıyoruz” diye düşündüler. Sözleşmeler imzalandı. Maaşlar yüzdeler belirlendi. Her iki tarafta pek çok sahtekarlıklar yaptılar elbette; insanlar hala hırsızdılar. Ama sonuçta zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul oldular.
Zenginlerin bir kısmı öylesine zenginleştiler ki, artık çalmaları ya da kendileri için çaldırmaları gerekmiyordu. Ama çalmayı bırakırlarsa çok geçmeden yoksullaşacaklardı; yoksullar bunu sağlardı. Onun için yoksulların en yoksullarına mallarını öbür yoksullardan korumak için para verdiler.
Böylece polis kuvvetleri kuruldu, hapishaneler açıldı. Dürüst adamın oraya gelişinden birkaç yıl sonra kimse çalmaktan, soyulmaktan söz etmez oldu, artık yalnızca ne kadar zengin ya da yoksul olduklarını konuşuyorlardı. Gene de bir miktar hırsız kalmıştı. Bir de dürüst olan o bir tek adam vardı, o da zaten çok geçmeden açlıktan öldü.
Italo Calvino