YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Dönen dolaplar değil, dünyadır!”
İngiliz Atasözü
“Mevzu atlı karıncalar değil, dönen dolaplar!”
(Sunay Akın)
Kimsenin hakkına, hukukuna günahına girmek istemeyiz elbette.
Son dönemde Dr. Rıza Nur’un hayatı ve hatıratı ile ilgili eserin, önemli bazı eklemeler, çıkarmalar yapılarak yayınlandığı, zaten çok dengeli bir kişi olarak bilinmeyen merhumun bu eserinin referans alınamayacağını söyleyenler oldu. İşin hakikati bir süre önce ölen Kadir Mısıroğlu isimli şahsın (Kitabı sahte yayınevi ismiyle bastırmıştı) İngiltere’de müzede bulunan eserin orijinalini nasıl ele geçirip, neler ekleyip çıkardığı tam bir muammadır! Ancak bu kısımların sonradan eklenmiş olacağını düşünmüyorum, çünkü o gün orada olmayan birinin bunları yazması pek mümkün değil.
Ancak bu meselenin basit değil çok daha karmaşık olduğu izlenimi edindiğimi söyleyeceğim. Bugün sizlere bu karmaşadan birkaç örnek vererek meseleyi daha anlaşılır kılmaya çalışacağım.
İsterseniz önce çok kısa olarak Dr. Rıza Nur’un Hayatım ve Hatıratım’dan bahsedelim.
Dr. Rıza Nur karakter olarak çok problemli biriydi rahmetli. Zeki, çalışkan ve kafası fitneye çalışan bir tıp doktoru. 2. Meşrutiyet’ten itibaren siyaset sahnesinde görüyoruz onu. Sinop milletvekili olarak giriyor Meclis’e ancak lafını esirgemeyen biri. Yeri geliyor sarayı, yeri geliyor İttihat ve Terakki’yi yerin dibine sokuyor. Bu ağır muhalifliğinden dolayı önce askeri tıbbiyeden tart ediliyor, ardından rütbesi de (binbaşı) sökülüyor. Aynen devam edince bu sefer 3 aylığına kodese tıkıyorlar onu. Ardından Cemal Paşa onu sürgüne yolluyor. Mütareke döneminde tekrar dönüyor İstanbul’a… Balkan savaşına bizzat iştirak ediyor. Yeni TBMM’nin ilk ve ikinci döneminde Sinop vekili olarak yer alıyor. Kariyerinde iki zirve var, birincisi Moskova… Sovyetler ile Dostluk antlaşması için giden heyette yer alıyor. Yeni Hükümet Rusya’yı bir denge unsuru olarak kullanmak isteyen Kemal Paşa’nın siyasetini pratize etmeye çabalıyor. Rıza Nur bu toplantıda Stalin ile yüz yüze görüşüyor, Moskova Antlaşması’nda onun da imzası vardır. Bundan iki yıl sonra burada kısmen detaylıca analizini yaptığımız Lozan heyetine katılıyor. Cumhuriyet’in ilanına kadar tüm hükümetlerde Sağlık Bakanı olarak bulunuyor. Sakarya Muharebesi’ne doktor olarak katılıyor. Daha sonraki günlerinde tam 14 ciltlik (bugün pek hatırlanmayan) Türk Tarihi isimli kitabı kaleme alıyor.
Yazma konusunda müthiş bir kabiliyeti var. Hayatının her döneminde kalem kağıt ile haşir neşir. Özellikle Fransa’dayken kaleme aldığı küçük hacimli ancak derin analizler içeren Türkbilik Revüsü (Revue De Turkologie) çok enteresan bir yayındır ve tartışmalı eseri “Hayatım ve Hatıratım”a müdahale edildiğini bu 8 sayılık dergiden anlıyoruz. İzah edeceğim.
Daha sonra İttihatçıların iç hesaplaşmaları döneminde İzmir Suikastı’nda adı sıkça geçiyor Nur’un. İşin içinde idam vardı, bu sebeple yurt dışına kaçtı. Kitabında da belirttiği gibi “ölümüne korkuyordu!” O kadar savaşa girip çıkmış olan adam, kendi siyaset arkadaşlarının kendisini öldürmesinden çekindiği için Paris’e gitmişti.
Yarım bir biyografi…
Bu arada bir de buçuk biyografi ekleyelim mi bu kısma: İngiliz-Rus kökenli varlıklı bir ailenin tarihçi çocuğu Andrew James Alexander Mango. İstanbul’da ortalık çok karışıkken (1926) doğuyor ve İstanbul İngiliz Erkek okulunu bitiriyor. Bu arada (meraklanmayın onunla ilgili detaya girmeyeceğim) En az Andrew kadar enteresan ondan iki yaş küçük bir kardeşi (Bunlar üç erkek kardeştir) var: Cyril. Çok daha renkli, zeki ve bilge biriydi. Ne yazık ki ağabeyinden 7 yıl sonra, çok yakın bir zamanda (2021) vefat etti. Bizans, Doğu Roma tarihi, sanatı ve mimarisi üzerine benzersiz bir hazineydi…)
1947 yılına kadar Türkiye’de yaşayan Mango, Londra Üniversitesi’nde akademisyenlik yaptı ve 1999 yılında yayınladığı Atatürk: Modern Türkiye’nin Kurucusu isimli kitabıyla bir anda popüler oldu. Açıkça belirtmek gerekirse, ortalık tarihçiden geçilmezken Andrew Mango’nun kitabı kadar zengin alıntılarla bezeli bir biyografi bulmak imkansızdır. Mango, kitabında hem bir insanı hem de bir ülkenin kuruluşunu anlatır, hem de büyük bir başarıyla. Galiba bu konuda en doğru tespiti İlber Ortaylı (vefatı dolayısıyla kaleme aldığı yazıda) yapıyor:
“Hiç şüphesiz Andrew Mango’nun “Atatürk: The Biography of The Founder of The Modern Turkey -Modern Türkiye’nin Kurucusu Atatürk” adlı kitabı 800 sayfaya ulaşan hem kullandığı kaynaklar hem soğukkanlı analizleri ve doğruluğuyla çok uzun zaman öncülüğü elinde tutacak bir temel eserdir. İyi eğitim görmüş donanımlı bir akademisyenin uzun zaman süren yayın hayatından edindiği ustalıklı üslup bu kitapta da görülür.” (Milliyet, 7 Temmuz 2014)
Yaptığı analizlerde, Britanya ulemasının titizliğine, ayrıntı düşkünlüğüne ve bilgi birikimine tutkunluğundan gelen bir üstünlük (az buçuk da üstencilik) buradan gelir. Yine 2010 yılında yayınladığı “From The Sultan to Atatürk; Turkey”; 1919-1923” Mütareke dönemini anlatan ender ciddi eserlerdendir.
Ciddi eser! Ülkemizde kolay denk gelinen bir şey değil. Bu yüzden hem de ender…
Dönelim Rıza Nur’a…
Daha önce Haham Naum’un heyete nasıl eklemlendiğini kimsenin bilmediğini söylemiştik. Rıza Nur diyor ki, “Lozan’daki heyetle birlikte iken Atatürk ve İnönü arasında (kendisi de heyette olduğu halde) içeriğini bilmediğim çok gizli telgraf yazışmaları oldu” bunları ve Türkiye’nin Lozan’daki bazı “önemli kayıplarını” ve Lozan’ın “gizli kalmış yönlerini” de açıklayabileceğini söyledi hayatı boyu Rıza Nur. Ancak hiçbir şey açıklamadı. Hani Siyasal İslamcılar “Lozan’ın 100. Yılı” diye bir efsane tutturmuştu ya, işte onun kaynağı bu Rıza Nur’dur.
8 Eylül 1942 yılında öldü Rıza Nur. Enteresan bir şekilde 1949 yılında isimsiz biri Biritish Museum kütüphanesine bir kitap taslağı bırakacaktı. Ölümünden 7 yıl sonra, birilerinin Rıza Nur’un kaleme aldığını söylediği bir kitabı sadece İngilizlere değil, (en azından) Fransızlara da bıraktığı tarihsel bir gerçek.
Burada temel soru şudur: Kitabı (nüshaları) kim bırakmıştır bu müzelere?
Soru 2: Ne zaman bırakılmıştır.
Çok tuhaf bir şekilde kitabın mikrofilmlerini eline geçiren (bunu da yazacağım) Kadir Mısıroğlu 1935 yılında British Museum’a kendisinin bıraktığını söyler. Bu, başlı başına şüpheli bir iddiadır. İnanmamak için ziyadesiyle gerekçemiz var.
Mısıroğlu elinde hiçbir belge, bilgi olmadan Dr. Rıza Nur’un kitabını bizzat eliyle 4 Haziran 1935’te götürdüğünü ve “1960’tan önce basılmamak kaydıyla” bıraktığını söylüyor.
Fransa Ulusal Kütüphanesi’ndeki nüshanın hikayesi ise epey farklı ve Mısıroğlu’nu tekzip ediyor.
Rıza Nur 1942’de ölüyor. Oysa kitap imza karşılığında, isimsiz biri tarafından 28 Şubat 1948 tarihinde teslim ediliyor. Tutanakta hatırat 1800 sayfa olarak kaydediliyor ve teslim eden kişinin karşısında şöyle yazıyor: Anonim!
Kimdir bu Anonim!
Peki Rıza Nur merhum mezardan kalkıp gelemeyeceğine göre kimdir bu Anonim?
Dahası British Museum’dan 13 yıl sonra mı Fransa Ulusal Kütüphanesine götürülüyor.
Ve daha önemlisi, Kadir Mısıroğlu gibi hayatında British Museum’dan yolu bile geçmeyecek birinin eline nasıl geçiyor.
Ve bir soru daha: Mısıroğlu’nun elindeki nüshanın ne kadarı Rıza Nur’a ait?
Böyle daha onlarca soru sormak mümkün.
Aslında Mısıroğlu pek çok sorunun cevabını, farkında olmadan, kitabın önsözünde veriyor.
Oradan belki bir şeyler çözebiliriz. Bir bakalım ne dersiniz?
Kadir Mısıroğlu çakma isimli (Altındağ) yayınevinden 1967 yılında yayınladığı 4 ciltlik Hayat ve Hatıratım isimli kitabın takdim bölümünde diyor ki;
“Son nefesine kadar da böyle bir hatırat yazarak 1960 senesine kadar açılmamak kayıt ve şartıyla Dünyanın dört büyük kütüphanesine bırakmış olduğundan hiç kimseye bahsetmemiştir.” (s5)
Demek ki hiç kimsenin haberinin bile olmadığı bir kitabın mikrofilmleri acaba ilahi bir hamle olarak mı Kadir Mısıroğlu’nun eline geçiyor?
Dahası “1960 yılına kadar basılmamak kaydıyla” ne demek. Bırakıldığı söylenen (ki kesin olan iki ayrı yere ilk nüshanın bırakılmış olmasıdır, bu nüshalar da aynı mı, onu da inceleyeceğiz) nüshaları basmak gibi bir adeti mi vardır bu kütüphanelerin?
British Museum önüne gelen kimliksiz, isimsiz her kitabı alıp muhafaza mı ediyormuş?
British Museum bugüne kadar bu iddiaların hiçbirini doğrulamamıştır.
Kadir Mısıroğlu’nun hayatını öğrendiğimizde ve fikirlerini öğrenip, kitaplarını okuyup, konuşmalarını dinlediğimizde bende oluşan net kanaati yazayım: Karanlık bir meczup!
Clinton’un kendisine özel elçi yollayıp BOP için destek istediğini ve Tayyip Erdoğan’ı kendisinin bu projeye ikna ettiğini söylüyor mesela.
Aslında işin özüne baktığımızda mesela Kemalist kesimin bu şahsı karikatürleştirmesi kadar basit değil.
Bir tuhaf hatırat hikayesi!
Neden değil, şimdi onu anlatayım.
Bir diğer kahramanımıza geçiyoruz. İsmi Cavit Orhan Tütengil…
Felsefe ve edebiyat mezunu bir profesör. En son görevi İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji Enstitüsü başkanı…
Enteresan bir hayat hikayesi var Tütengil’in, yaşamı da ölümü de sırlarla dolu.
Ayrıntılarıyla mevzuyu uzatmak niyetinde değilim ancak hayli verimli bir akademisyen olan Tütengil, 1962 yılında İngiltere’ye bazı araştırmalar yapmaya gidiyor. Tütengil bilimsel araştırmalar yaparken Mısıroğlu İstanbul’da 7 adet yurt işletiyor. Yayıncılık, yazarlık filan yok aklında.
Tütengil’in kendi anlatımına göre, İngiltere British Museum’da araştırma yaparken iki enteresan belgeye denk geliyor. İlki meşhur Ziya Gökalp’in (yazı serimizde ondan da bahsedeceğiz) Londra’da yayınlanan ilk yazısı. Tütengil bu belgeyi resmi izinle alıyor, hakkında makale yazıyor ve yayınlıyor.
İkinci belge ise Rıza Nur’a ait olduğu yazılı olan Hayat ve Hatıratım isimli bir kitap.
Çok enteresandır, bu kitap taslağını ciddiye almadığını söylüyor Tütengil.
İkinci belge ise Rıza Nur’a ait olduğu yazılı olan Hayat ve Hatıratım isimli bir kitap.
Çok enteresandır, bu kitap taslağını ciddiye almadığını söylüyor Tütengil.
Şöyle söyleyeyim. Bir araştırmacının Ziya Gökalp’in Londra İstikbal Gazetesi’nde yayınlanan makalesine denk gelmesi muhtemeldir. Bir medya taraması esnasında karşınıza çıkabilir. Ama ya, kim tarafından verildiği belli olmayan (En azından öyle söylenti dolaşıyor, yoksa Müzenin bunu teyit ettiği de yok) bir kitap taslağına nasıl denk gelebilir ki bir araştırmacı?
Tütengil kendisine sorulan bir soru üzerine “Taslağı ciddiye almadım” diyor. Oysa kısa süre sonra Cumhuriyet’te iki makale ve ardından bir de kitap yayınlıyor.
İlk bulanıklık burada başlıyor.
Mısıroğlu’nun Takdim’inden devam edelim:
“Rıza Nur’un hatıratından Türkiye’de ilk olarak bahseden Doç. Dr. Cavit Orhan Tütengil olmuştur. Kendisi, British Museum’da incelemelerde bulunurken Şark Yazmaları Bölümünde Rıza Nur’un basılmamış hatırat ve eserleriyle karşılaşmasını ve bu eserlerin muhtevasını anlatan üç makale yayınlamıştır.” (Hayatım ve Hatıratım, s5-6)
Bahsi geçen makalelerden ilki, 1 Ekim 1968 tarihli Kitap Belleten dergisinde, ikincisi 9 Mart 1964 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, üçüncüsü de 10 Ağustos 1964 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayınlanıyor. Bu yayınlar sonrasında kafalar epey karışıyor, eleştiren de çıkıyor, abartan da. Tütengil Hoca daha sonra bunlara verdiği cevapları da içine alan “Dr. Rıza Nur Üzerine” isimli bir kitap yayınlıyor. Yayın tarihi ise 1965. Yani Kadir Mısıroğlu halen yurt işletmeciliği yapıyor.
Bu kitabın ise özelliği şu. Mısıroğlu’nun yazdığı ve sonradan “çarpıtılmış, tahrif edilmiş” olan nüshanın aksine Tütengil gördüğü nüshanın bazı görsellerini de kitaba koyuyor. Ama en can alıcı bölümlerini! Bırakınız sağlam bir Kemalist’i, sıradan bir Türk vatandaşını bile çileden çıkaracak iddiaların belgeleri kitabı süslüyor. Ama enteresan olan şu, kitabın yayınlanmasından sonra ne bir soruşturma ne bir toplatma ne de kitap üzerine kıyamet koparma filan olmuyor. Siyasal İslamcıların bu kitabı fark etmesi ise biraz sonra bahsini edeceğim olaylardan sonra gerçekleşiyor. Kitap hakkında yasal herhangi bir işlem yapılmamasını bir kenara not edelim.
Kanlı cinayetler çağı!
20 Kasım 1979 günü okula gitmek için bindiği otomobilde birisi öldürülüyor. Ne kadar benzer cinayet var değil mi, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Uğur Mumcu, aklımıza geliveriyor hemen. Öldürülen kişi bir bilim insanı, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Ümit Doğanay.
Biri kadın 4 saldırgan silahlarını çekerek Doğanay’ı otomobilin içinde katletmişlerdi. Silah seslerine gelen sitenin kalorifercisi ile makam şoförü de katillerin saldırısına uğrayarak ağır yaralanıyor. Olay yerinde ise tam 23 kovan bulunuyor. İlerici ve özgürlükçü fikirleriyle tanınan Doğanay’ın davasında çok sayıda görgü tanığı ifade verdi ancak eşkalleri belirlenen olayın zanlıları bulunamıyor. 1983 yılında İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Doğanay’ın öldürülmesi olayıyla ilgili dava açıyor. İddianamede savcılık makamı Doğanay’a Cihat Sever ve Ahmet Sefa Kırlı adlı kişilerin ateş ettiği, emri Recep Öztürk adlı bir ülkücüden aldıkları, arabayı da Ahmet Sefa Kırlı’nın kullandığı bilgilerine yer vererek tetikçilerin idamlarını istiyor. Oysa görgü tanıklarına göre 3 kişi ateş etmiş, bir kişi de arabada beklemiştir. Mahkeme 28 Haziran 1986 günü `yeterli delil bulunamaması` gerekçesiyle sanıkların beraatlarına karar veriyor. İnfaz kararını verdiği öne sürülen dönemin Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) İstanbul İl Başkanı hakkında ise hiçbir işlem yapılmıyor. Aklınıza hemen Sinan Ateş cinayeti geldi mi?
Doğanay’ın cenazesine katılanlar arasında Cavit Orhan Tütengil de var. Yanındakilere o gün çok enteresan bir şey söylüyor: “Sıra bana geldi galiba!”
Ümit Doğanay cinayetinin tam 18 gün sonrası sabah vakitleri… Gazeteci çocuk elindeki gazeteyi bağırarak satıyor:
“Yazıyor, yazıyor; Bir profesör daha öldürüldü, onu yazıyor!”
Çocuğun salladığı gazetede yıllar sonra Hrant Dink cinayetinde gördüğümüz manzaranın bir benzeri var ve yerde bedenine 12 kurşun sıkılmış olan Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil’in naaşı!
Devam edeceğiz.
Bazı tarih sıralamalarında hata var gibi.
Ustad hazretleri ile baslayan yolculuk, yakin tarihimizin ne kadar bilinmezlerle dolu oldugunu, Ustadin hayati da dahil, ne kadar basitlestirilmis propagandalarla sisirilmis, sûni tarih bilgi ve bilincimizin oldugunu gosteriyor ve hatta gercekler belgelerle ortaya kondugunda (yapilan yorulmara dayanarak) hemen her koseden ezberletilmis dogrularina iman etmis kimselerin bagirdigina sahit oluyoruz. Butun bunlarin bir kez daha olabildigince objektif sekilde ortaya konmasina vesile olan emekleriniz icin tesekkurlerimi sunuyorum.
Aslinda mesele inanmak veya inanmamak da degil; umursamak veya umursamamak ile ilgili.
Yazilanlari, anlatilanlari umursuyorum ve eger mumkunse evrildigi sekilde devam ettirmenizi istirham ediyorum. Bos bos siyaset konusacagimiza en azindan ilmî bir seyler ogreniyoruz. Allah razi olsun!
Ustadin hayati da dahil, ne kadar basitlestirilmis propagandalarla sisirilmis, sûni tarih bilgi ve bilincimizin oldugunu gosteriyor ve hatta gercekler belgelerle ortaya kondugunda (yapilan yorulmara dayanarak) hemen her koseden ezberletilmis dogrularina iman etmis kimselerin bagirdigina sahit oluyoruz.
EMRE BEYE BEN DE KATILIYORUM. YAZILAR KADAR, YAPILAN YORUMLARLA GERÇEKLERİN NE KADAR FARKLI OLDUĞUNU GÖRÜYORUZ.
Bırakınız sağlam bir Kemalist’i, sıradan bir Türk vatandaşını bile çileden çıkaracak iddiaların belgeleri kitabı süslüyor.
Tahammül edebileceklere, Dr. Rıza Nur un şayet yazmışsa, yazdıklarına ne kadar itibar edilmeli sorusunun cevabı.. Buyurun izleyin 16 dk.. https://www.youtube.com/watch?v=BfVrRcyD2iA