Bediüzzaman Ankara’da (2)
YORUM | M. NEDİM HAZAR
“Konuşacak Mehdi
Geldi derleniş günü
Derleniş toparlanış vakti
Artık her gün her gece
Bir kadir günü ve gecesi
Kuran iniyor dağlardan tepelerden…”
(Sezai Karakoç, Hızırla Kırk Saat)
Belki duymuşsunuzdur, İstanbul için “Bizans” derler. Ama başta biz gazeteciler olmak üzere bir dönemin okumuş münevver kesimi Ankara içinse “Kahpe Bizans” der.
Dolayısıyla Bediüzzaman her ne kadar samimi hislerle Ankara’ya gelmiş olsa da gördüğü manzara onu dehşete düşürecektir.
Burada maalesef gerçeklerle zanlar, önyargılar ile efsaneler birbirine giriyor sevgili okur. Bediüzzaman’ın Ankara’da kimlerle irtibata geçtiği, tam olarak ne gibi diyaloglar yaşadığını objektif bir kaynaktan net olarak öğrenmek maalesef çok kolay değil. Yaklaşık 9 gün, 1922 yılının gizli ve açık tutanaklarını satır satır okumama rağmen çok kısıtlı malumat elde edebildim.
Bunun için, sadece güvendiğim kaynaklardan (onların da subjektif olabileceğini hesaba katmanızı istirham ederim) nakledeceğim.
“Riyaseti Celileye, Vilayeti Şarkiye ulemayı benamından olup Anadolu gezilerini ve Meclisi Ali’yi ziyaret etmek üzere İstanbul’dan buraya gelerek samiin locasında bulunan Bedüüzzaman Molla Said Efendi Hazretlerine beyanı hoşamedi edilmesini teklif ederiz.”
Altında Bitlis Vekili Arif Bey ve 5’i Bitlis, 3’ü Van olmak üzere 8 milletvekilinin imzası olan takrir böyleydi.
Bu arada haddim olmayarak bir yanlışlığı düzeltmek durumundayım. Merhum Abdulkadir Badıllı Ağabey’in kitabında (Mufassal Tarihçe-i Hayat) Bediüzzaman Said Nursi’nin yeğeni ile Ankara’ya gelme tarihi olarak 19 Kasım 1922 yazıyor. (s536) (Hatta merhum, aynı gün gelmemiş olabileceğini, belki birkaç gün öncesi olabileceğini de yazıyor.) Bu pek mümkün değil. Çünkü TBMM zabıt ceridesine göre 9 Kasım 1922 günü Meclis’te “Samiin” yani dinleyici locasında oturduğu anlaşılıyor.
Nitekim bu hatanın daha sonra Bediüzzaman ile alakalı hizmet veren Nurpedia’da da yapıldığı anlaşılıyor.
Sanırım bu karışıklığın temel sebebi, Hakimiyet-i milliye gazetesinin 23 Kasım 1922 günkü nüshası. Evet gerçekten de doğru Hakimiyet-i Milliye’nin bahse mevzu nüshasında “Tarihi bir Celse” başlığıyla yan manşetten haber verildiği görülüyor. Ancak, 1922 şartlarında bir gün önceki oturumun, ertesi gün haber yapması biraz zor. Dahası Hakimiyeti Milliye dönemin hükümetinin (esasen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Heyet-i Temsiliyesi’nin) resmi gazetesiydi ve Mustafa Kemal de zaman zaman köşe yazıları yazardı.
Öyle olsa bile, yani 22 Kasım’da Meclis’te olsa bile o gün ilk olduğunu bilmiyoruz. Hatta kesinlikle ilk kez gitmemiştir o gün. Çünkü elimizde 9 Kasım’ın meclis Ceridesi var ve dinleyici locasında Said Nursi’nin olduğunu yazıyor. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın en geç 9 Kasım’da Ankara’ya geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Şimdi detaylara bakabiliriz…
Belirttiğimiz gibi Nursi’nin 9 Kasım 1922’de Ankara’da, Meclis’te olduğu kesin. Çünkü Meclis Zabıtlarında geçiyor.
Demek ki Ankara’ya o gün ya da birkaç gün içinde geldi.
Yanında yeğeni vardı. Daha önceki bölümlerde de ifade ettiğimiz gibi tasarruf konusunda hassas davranmadığı yeğenini azlettiğini belirten Nursi’nin, Abdurrahman ile yapacağı -belki de- son seyahatti bu.
İkamet yeri olarak nereyi tercih ediyor dersiniz?
Kavun kokusu!
Asıl adı Numan Bin Koyunluca Ahmed’dir Hacı Bayram Veli’nin. 1352 (Hicri 753) senesinde Ankara’nın (Altındağ ilçesine bağlı) Zülfazl köyünde (Çok faziletli anlamındadır) doğdu. Nedense Cumhuriyet dönemi yönetimleri eskinin isminden cismine kadar her şeyine karşı oldukları için buranın adını Solfasol yaptılar. Tıpkı Ahi Mesud’u Etimesgut yaptıkları gibi. Bu arada sık karıştırılan bir diğer mevzu ise Hacı Bektaş Veli ile Hacı Bayram Veli’nin aynı kişi midir, meselesidir. Değildir elbette…
Bu büyük zat hakkındaki telif en edilmiş en muteber eser Bursalı Mehmet Tahir’in risalesi olan Hacı Bayram Veli’dir (İstanbul 1329) ve maalesef Hacı Bayram Veli hakkında sahih bilgilerimiz bu kitabın hacminden ibaretken daha sonra inanılmaz kurmaca, uydurma, palavralarla dolu kitaplar bu büyük zatın adına yayınlanmıştır ki ne kadar büyük bir vebal olduğunu farkında değildir bu israiliyatçılar!
Tasavvufî öğretileri ve İslam ahlakını yayma amacı taşıyan Hacı Bayram Veli, Anadolu’da İslam’ın yayılmasına ve tasavvufun yerleşmesine büyük katkı sağlamıştır. Hayatı ve öğretileri, zaman içinde halk arasında efsaneleşmiş ve Anadolu’da saygı görmüştür.
Öte yandan tekrara düşmeden yazacak olursak; Hz. Hızır, İslam kültüründe özel bir yere sahip olan ve “hayat suyu” anlamına gelen “Hızır” kelimesiyle tanınan bir figürdür. Hızır peygamber veya Hızır el-Hayat olarak da bilinir. İslam inancına göre, Hızır ölümsüz bir peygamberdir ve öğretilere göre zaman zaman insanlar arasına karışır. Hızır’ın hikayeleri ve gelenekler, İslam mitolojisinin önemli bir parçasıdır. Hızır’a dair pek çok hikaye, onun iyilik yaparken insanların hayatına aniden müdahale ettiğini anlatır.
Hızır’ın ismi, çeşitli kültürlerde ve dinlerde de farklı versiyonlarla geçer. Mesela, Hıristiyanlığın bir kolu olan Ortodoksluk’ta, Hızır’ın kimliği bazen Aziz Elias (İlyas) olarak yorumlanır. Her ne kadar İslam kültüründe ağırlıklı olarak yer alsalar da Hızır ve İlyas’a dair hikayeler bazı diğer inanç sistemlerinde de yer bulmuştur.
Hz. Hızır ile Hz. İlyas meselesini derinlemesine ele almış ve Hıdırellez’in aslında Hızırİlyas’tan türediğini söylemiştik. Hz. Hızır özellikle Hacı Bayram takipçileri ve Alevi kitle için çok önemlidir. Malum bir haftalık Hz. Hızır oruçları vardır.
Öte yandan su kaynaklarıyla ilgili özel bir ilişkisi olduğuna inanılır; su kaynaklarına dokunarak suyun bereketini artırabileceği veya insanlara şifa verebileceği düşünülür. Tıpkı -Zülfazl-, Solfasol’un içinden geçen Çubuk Çayı gibi.
Hacı Bayram’ın bu dere ile konuştuğu rivayet edilir ve bugün hala bu çayın kutsal olduğuna inanılır, türbe muamelesi yapılır.
Tıpkı Yuşa Tepesi’ndeki gibi Hacı Bayram Veli makamı da (camii) bir tapınağın (Augustus Tapınağı) hemen bitişiğindedir.
Bakınız Dünya Müze Rehberi’nde bu tapınak ve camii için neler yazılmış:
“1427-1428 yıllarında ise Hacı Bayram Camii, tapınağın kuzeybatı köşesine bağlantılı olarak inşa edilmiştir. Tapınak hakkında yazılmış ilk yazılı belgelerden, tapınağın opisthodomos kısmının arkasına eklenen eyvandan ve tapınak duvarlarına yazılan grafitiden, Hacı Bayram Camii’nin yapılmasından sonra tapınağın bir süre medrese olarak kullanıldığı da düşünülmektedir. Zaman içerisinde değişikliklere uğrayan cami ve hemen yanı başında bulunan türbe halen Ankara’nın en önemli ibadet yerlerinden birini teşkil etmektedir. Hacı Bayram Camii’nin de üzerine inşa edildiği bu tepe, bin yıllar boyunca kutsal alan ve ibadet mekânı olarak kullanılmıştır.”
Sayfalarca Hz. Hızır’dan bahsettik ama yine de meselenin edebi yönü eksik kaldı sanırım. Nice şairler, yazarlar, edipler Hz. Hızır ile ilgi öyle muazzam şeyler kaleme almışlardır ki, bunun yanında bizim bu biyografi denememiz sinek vızıltısıdır.
Sadece merhum Sezai Karakoç’un Hızır’la 40 Saat şiirini analiz etmeye çalışsak sayfalar yetmez emin olun.
Bu yazıların konusu Hz. Hızır değil elbette, salt edebiyat da değil.
Ve fakat, yine o şiire bakarak bir fantastik Hızır portresi de çizmek mümkündür.
Şimdi yine sıra dışı birinden bahsetmenin sırası geldi: Bostancı Baba Hazretleri.
Asıl isminin Bahaeddin Çelebi olduğu bilinen Bostancı Baba… Kayseri velilerinden.
Bu arada bir perspektifimi söyleyeyim de yanlış anlaşılmasın. Daha önce de bahsettim, ben yıllarca bu tür büyük insanlar hakkında anlatılanların çoğuna inanırdım. İnanmak bana iyi gelirdi açıkçası. Daha sonra türbe gerçeklerini öğrendikten sonra, şimdi hepsine mesafeli durmaktayım. Hatta, bunlara bir masal gözüyle bile bakıyorum denebilir. Ve fakat masalların da şöyle bir yönü vardır; gerçek değillerdir ama hakikatin bir şekilde ifade edilmesidir masallar.
Dolayısıyla birazdan yazdıklarım muhtemelen sonradan uydurulmuş olabilir ancak bir hakikatin ifadesi olduğuna kanaatim tam.
Gelelim kıssaya…
Tahmin edeceğiniz üzere işin içinde yine Hızır (AS) var.
Bostancı Baba geçmişi hakkında çok fazla şey anlatılır ama onlar bu çalışmamızın muhatabı değiller. Bizim, onun Kayseri yakınlarında Saklan Kalesi’nin hemen yanında kendine ait tarlasında kavun, karpuz yetiştirdiğini bilmemiz yeterli. Zaten kendisine ‘Bostancı’ denmesinin sebebi de bu. Hacı Bektaş’ı ziyaret edip, feyz aldığı söylenir. Zaten -oldukça zayıf- bir rivayet de Hacı Bektaş’ın geçmişi karanlık olan bu kişiye “git kavun karpuz yetiştir, senin imtihanın bu” dediği söylenir.
Hacı Bektaş ile Hz. Hızır, bir gün Bostancı Baba’nın tarlasına yakın bir yerde sohbet halindedir. Görürler ki az ilerde tarlada bir adam kavun karpuz ekmektedir. Bir taşın üzerinde sohbete dalan ikili gözlerinin bir ucuyla bostancıyı izlemektedir.
Hacı Bektaş yerinden kalkar ve “Kardeşim” diyerek bostancıya yanaşır. Bostancı’nın yüzü tebessüm eder. “Bostanından bir kavun kesip getir de yiyelim!” der. Bostancı “Maalmemnuniye, inşallah olgunlaşınca getiririm, emriniz olur” der.
Bunun üzerine Hacı Bektaş, ektiğin yeri kontrol et belki olmuştur” deyince bostancı yine tebessümle, “İnşallah olur olmaz size getireceğim” der. Belli ki durumu kavrayamamıştır. Bunun üzerine Hacı Bektaş meseleyi biraz daha basite indirger, “Hele bir dolaş, bakalım olgunlaşmış olan var mı?”
“Bismillah” diye zihninden geçirir Bostancı, karşısındakinin henüz kim olduğunu bilmiyordur. Bu iki pir-i faniyi kırmak istemez. Ve “peki” diyerek bostanı dolaşmaya başlar. Birden burnuna müthiş kavun kokuları gelmeye başlar. İçinden “fesuphanallah” der, “Daha bugün ektiğim kavunların kokusu olamaz bu!”
Bir kökende üç tane kavunun büyüyüp olgunlaşmış olduğunu görür. Bunların ikisini koparıp, misafirlerine verir. Hacı Bayram “Sadece iki tane mi idi?” diye sorar. Bahaeddin Çelebi ise, “Hayır, bir tane daha var ama müsaade ederseniz onu da çoluk çocuğuma götürmek isterim.” Der. Misafirler kavunlarını alıp giderler. Bizim Bostancı baba aklında deli sorularla bostanda tek başına kalır. İç sesi ona fısıldar: “Bu zatlar büyük ihtimal erenlerdendi. Ben ne yaptım da ellerine sarılmadım. Yazıklar olsun bana!” diyerek ahu enin eder. Peşlerinden koşar ama iki pir-i fani sırra kadem basmıştır. Çaresiz kalan son kavunu alıp evine döner. Eve girdiğinde Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri ile Hızır Aleyhisselam’ın evde oturmuş onu bekliyorlardır! Selam verip yanlarına ilişir ve üçüncü kavunu da önlerine koyar. Sessiz bir bekleyişten sonra Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri: “Haydi, kavunları kes de yiyelim” der. İkramdan sonra Bahaeddin Çelebi beynini kurcalayan soruyu sorar: “Baba erenler, size kim derler? Bu fakire himmet buyurun” der. Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri: “Bana Bektaş-ı Veli derler. Bu azizin ismi ise Hızır Aleyhisselam’dır.” Şeklinde konuştuktan sonra ayağa kalkar misafirler, Hacı Bektaş Bostancı Baba’nın gözlerini sığayıp, sırtını sıvazlar ve dua eder. Bu iki yaşlı fani, tıpkı göründükleri gibi aniden kaybolurlar. O günden sonra Bostancı Baba’ya bir haller olur, herkesin imdadına Hızır gibi yetişir, aynı anda birkaç yerde görülür vesaire.
Önemli olan bu hikayenin gerçekliği değil aslında, Anadolu’nun küçük bir beldesinde bile Hz. Hızır ile Hacı Bayram’ın dostluğunun dilden dile iletilmesi.
İşte Hacı Bayram Veli böyle bir muhteremdir. Adeta Ankara’nın manevi sahibidir.
Çok mühim bir detayı buraya eklemek elzem oldu.
Ahmed Nafiz Çelebi henüz 17’sinde iken Bediüzzaman’ı tanımış bahtlı insanlardan. Külliyat’ta çok yerlerde ismi ve mektupları geçen bu kahraman Ağabeyimizin yaptığı hizmetler, bilhassa teksir makinesiyle yaptığı tab hizmetleri, Üstadımız tarafından takdir ve sena ile bahsedilir. Bediüzzaman ile karşılaşması enteresandır.
1909’da İstanbul’da bulunan Bediüzzaman Hazretleri, 31 Mart hadisesinden sonra kurulan Divan-ı Harp Mahkemesinde beraat eder ve Van’a dönmek üzere yola çıkmıştır. Trabzon’a kadar deniz yoluyla olan Van yolculuğu sırasında, İnebolu’ya da uğrar. İşte o sırada çarşıda bulunan Nazif Çelebi, Bediüzzaman’la göz göze gelir ve selamlaşırlar. Kalbi heyecan içinde çırpınır, içinden ılık bir akıntı geçer genç Çelebi’nin. İşte O gün!.. O kadarla kalmıştır. Bu hadiseyi Nazif Çelebi Ağabey Kastamonu Lâhikasında kendi kalemiyle şöyle izah eder:
““…on yedi yaşımda bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken, bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Ve bu kalbî muhabbet hürmeti için olacak ki; 1326 (1908) senesinde Hazret-i Üstad’ın ‘Bediüzzaman Said-i Kürdî’ lakabı altında Karadeniz seyahatinde iki hizmetkârı ile İnebolu’yu ziyaret ederek, o zaman İnebolu’nun meşhur ulemasından Hacı Ziya ve diğer ulema arasında vapura teşyi’ edildiği sırada tesadüfen çarşıda karşılaştığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zâta selâm durarak mütebessim ve nuranî sîmalarıyla ve keskin nazarlarıyla selâmlarına ve manevî nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri artan muhabbet ve alâkamı, otuz senelik hatırımdan kat’iyyen silinmediğini aynelyakîn görüyordum.” (Kastamonu Lahikası, s31)
Bu olayı enteresan kılan ayrıntı ise, bu mektubun altına Bediüzzaman’ın yazdığı Haşiyedir:
“Evet, bazı ehl-i velâyetin ileride talebesi olacak zâtlar, daha dünyaya gelmeden, hiss-i kablelvukuun inkişafiyle kerâmetkârâne keşfettikleri gibi, Risale-i Nur’un talebelerinin mühimlerinden birkaç zât dahi, çok zaman evvel, bir hiss-i kablelvuku ile, ileride Said ile alâkadar bir surette bir Nura hizmet edeceğini hissetmişler. İşte, onların birisi de Nazif’tir.”
Konu dağılıyor gibi olacak ama asla değil.
1943 Denizli hapishanesinde, hapishane müdürünün Said Nursi’nin dışarıda, camilerde görüldüğünü ve bunu önleyemediğini söylemesi üzerine Ahmed Nazif Çelebi, Bediüzzaman Hazretlerine bir pusula yazarak durumu bildiriyor. Hz. Üstad’ın cevabı ise şöyle oluyor:
“Kardeşim Nazif, pusulanı aldım, güldüm. Ben onbeş yirmi gündür hastayım. -gerçekten de ağır hastadır- Namazı zor kılıyorum, ayağa kalkamıyorum, bir şey yiyemiyorum; hem hastayım hem de çok güçsüzüm. Bu kadar demir parmaklıklar arasından ben nasıl geçeceğim, nereden atlayacağım. O cami bir saatlik bir mesafede, ben oraya nasıl gider gelirim?
Bu vaziyet olsa olsa şudur: Cenab-ı Hak ehl-i imana üçyüz müekkel melâike tayin etmiştir. Bu melâikeler, o mü’min kul için müteaddid yerlerde, aynı zamanda, aynı kıyafette; meselâ Mekke’de, Medine’de görünür. Aynı saatte müteaddid yerlerde ibadet yapar, o mü’mine sevabını bağışlarlar. Bunun böyle olmak ihtimali vardır. Bu benim şahsıma aid değildir. Her mümin için olur. Said Nursi.” (Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, c2)
Dönelim Bediüzzaman’ın haşiyesine…
İşte Hacı Bayram Veli bu haşiye için şahane bir örnektir. Yetmedi, meselenin bir de İstanbul, Akşemseddin ile bağlantısı vardır.
İzah edeyim de kafa karışıklığı oluşmasın.
“Numan, (Malum Hacı Bayram Veli’nin gerçek ismi Nûmân bin Ahmed bin Mahmûd idi) küçük yaşından itibaren ilim tahsiline başladı. Ankara’da ve Bursa’da bulunan âlimlerin derslerine katılarak; tefsir, hadis, fıkıh gibi din ilimlerinde ve o zamanın fen ilimlerinde yetişti. Ankara’da Melike Hatun’un yaptırdığı Kara Medresede müderrislik yaparak talebe yetiştirmeye başladı. Kısa zamanda, halk arasında sevilip sayılan biri oldu.
İlimdeki bu üstünlüğüne rağmen Müderris Numan’ın ruhunda bir sıkıntı vardı. O, bu sıkıntıdan ancak bir mürşid-i kâmilin huzuruna varmakla kurtulabileceğini biliyor ve bir fırsat gözlüyordu. Nitekim bir gün dersten çıktığında yanına birisi geldi ve “Ben Şücâ-i Karamânî’yim. Kayseri’den senin için geliyorum. Sana bir haberim ve dâvetim var.” dedi. Numan, bu sözlerin sonunda kendisi için mühim bir haberin olduğunu anlamıştı. “Hoş geldin, safalar getirdin. İnşallah hayırlı haberlerle gelmişsindir. Anlat! Anlat!” diyerek hayretle sordu. “Beni, şeyhim ve mürşidim Hamîdeddîn-i Velî hazretleri gönderdi ve ‘Git Engürü’de (Ankara’da) Kara Medresede Numan adında bir müderris vardır. Ona selâmımı ve dâvetimi söyle. Al getir. O bize gerek…’ dedi. Ben de bu vazife ile huzurunuza gelmiş bulunuyorum.”
Müderris Numan bu sözleri dinler dinlemez; “Baş üstüne, bu dâvete icabet lâzımdır. Hemen gidelim.” diyerek müderrisliği bıraktı. Şücâ-i Karamânî ile Kayseri’ye gittiler. Kayseri’de Somuncu Baba diye meşhûr Hamîdeddîn-i Velî ile bir Kurban Bayramı’nda buluştular. O zaman Hamîd-i Velî; “İki bayramı birden kutluyoruz.” buyurarak, Numan’a Bayram lakabını verdi.” (İbrahim Sarı, Anadolu Evliyaları, s201)
Devamını Hacı Bayram Veli’nin web sayfasından takip edelim: “İstanbul’un manevi fâtihi olacak olan Akşemseddin de Osmancık’ta müderrisken şeyhin evliyalık derecesini duymuş ve ona talebe olmak üzere Ankara’ya gelmişti. Fakat şeyhin dükkan dükkan dolaşıp para topladığını görünce, yanına varıp hikmetini sormadan “Evliya para mı toplar, buralara boşuna gelmişim.” diyerek oradan ayrıldı. Zeynüddîn Hafî hazretlerine talebe olmak üzere Mısır’a doğru yola çıktı. Halep’e vardığı gece bir rüya gördü. Rüyasında, boynuna bir zincir takılmış ve zorla Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî’nin eşiğine bırakılmıştı. Zincirin ucu ise Hacı Bayram’ın elindeydi. O rüya üzerine, Akşemseddin yaptığı hatayı anlayarak derhal Ankara’ya geri döndü. Şehre ulaştığında Hacı Bayram-ı Velî’nin talebeleriyle ekin biçmeye gittiğini öğrendi. Tarlaya gitti. Fakat Hacı Bayram hazretleri ona hiç iltifat etmediler. Akşemseddin, diğer talebelerle birlikte ekin biçmeye başladı. Yemek vakti geldiğinde, insanların ve orada bulunan köpeklerin yiyecekleri ayrıldı. Hacı Bayram-ı Velî, talebeleriyle yemek yemeye başladı. Yine Akşemseddin’e hiç iltifat etmeyip, yemeğe çağırmadı. Akşemseddin yaptığı hatayı bildiği için, kendi kendine; “Ey nefsim! Sen, Allah’ın büyük bir veli kulunu beğenmezsen, işte böyle yüzüne bile bakmazlar. Senin lâyık olduğun yer burasıdır.” diyerek, köpeklerin yanına yaklaşıp, onlarla beraber yemeye başladı.
Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, Akşemseddin’in bu tevazusuna dayanamayarak; “Köse! (Bakmayın sizi çizimlerde ve filmlerde Akşemseddin’i öyle bir tomar sakalla çizmelerine, Akşemseddin köse idi, yani sakalı çıkmıyordu) Kalbimize çabuk girdin, yanımıza gel.” buyurup iltifat etti, kendi sofrasına oturttu. Sonra ona; “Zincirle zorla gelen misafiri, işte böyle ağırlarlar.” diyerek, onun gördüğü rüyayı, keramet göstererek anladığını bildirdi.
Akşemseddin bundan sonra hocasının yanından hiç ayrılmadı. Sohbetlerini kaçırmayarak, kalplere şifa olan nasihatlarını zevkle dinlemeye başladı. Hacı Bayram-ı Velî’nin teveccühleri altında, kısa zamanda bütün talebe arkadaşlarının önüne geçti. Nefsini terbiye etmekte herkesten ileri gitti.”
Bediüzzaman, Mesneviy-i Nuriye’de, kaderin milyonlarca spesifikasyondan oluştuğunu söyler. Bir başka ulu kişi ise, “Kader, sayısız ipliğin dokunduğu bir kumaştır” der. İstanbul’u Ankara’ya, Akşemseddin’i Hacı Bayram’a, onlardan Bediüzzaman’a giden bağlantıları bir nebze olsun algılayabilmek adına çırpınarak yazıyorum bunları.
Ankara’ya gelen Bediüzzaman ikamet etmek için Hacı Bayram Camii’nin misafirhanesini tercih etmesinin manevi gerekçelerini az da olsa izah ettikten sonra geçelim ana konumuza.
Geçelim geçmesine de izninizle yarın yapalım bunu…
Konular çok dağılıyor, toparlamakta zorlanıyor insan, başta okuduğunu unutuyor.
Nedim Bey!
Yazida bahsi gecen Bostanci hikayesinde Hz. Hizir as ile Haci Bayram hazretleri mi, Haci Bektas-i Veli mi? Sanki iki isim karistirilmis gibi. Ya da ben gecisleri takip edemedim. Dikkatinize sunmak istedim!
İslam inancına göre, Hızır(as) ölümsüz bir peygamber midir, yoksa bu ihtilaflı bir konu mudur? Buhari başta olmak üzere birçok alimin Hızır(as)’in Musa(as) devrine yakın dönemlerde vefat ettiği iddiasını nereye koyacaksınız? Hızır’in(as) Rasulullah(sav), Sahabe, Tabiin veya Etbautabiinden(rac) hickimseyle görüşmemiş olması, buna dair kaynagi sahih, silsilesindeki ravilerin tümünün siga olduğu bir tek hadis veya rivayetin bulunmaması ne anlama gelir? Hızır(as) ile ilgili tüm konuların Asya coğrafyasinin farklı milletlerinin İslam toplumuna katılması ve İbn-i Arabi’nin iddialari sonrasında alevlenmesi bir tesadüf müdür? Yeni müslüman olmuş toplulukların eski dinlerinden kalma cahiliye inanç kalıntılarını da beraberinde taşımaları hiç yaşanmamıştır diyebilir mi bir insan? Bir inanç eğer Kur’an ve Sünnet’e dayandirilamiyorsa bu inancın İslam ile ilgili olduğu nasıl iddia edilebilir ki? Hızır(as) ile ilgili kıssalardan ders almak yerine onu hiçbir delile dayanmadan ölümsüz bir insan olarak algılamanın neresi İslami bir inanç? Al-i İmran suresi 7. ayette de belirtildiği üzere anlaşılması iman edilmesi ve amel edilmesi gereken o kadar muhkem ayet dururken müteşabih olanlarla ilgilenmek nedir?
Sorularinizin bir kisminin (tamami da olabilir) surda var:
https://sorularlarisale.com/makale/hayat-tabakalari?amp
Gönderdiğiniz linkte sorularimin cevabı yok.
Buhari
İbrahim el-Harbi
Ebu Hayyan el-Endulisi
Ebul Ferec Ibnul Cevzi
Muhammed Abdurrauf el-Munavi
İbn-i Teymiyye
Suyuti
Bu isimlerle birlikte birçok hadis ve tefsir alimi Hıdır’ın(as) hayatta olmadığını söylemiş; onun yaşadığına dair nakledilen haberler Ibnul-Cevzi, Ali el-Kaari, Muhammed Dervis el-Hut gibi hadis tenkitçileri tarafından reddedilmiştir.
İbn-i Kayyim el-Cevziyye de Hıdır’ın(as) hayatına dair nakledilmiş rivayetlerin hepsinin uydurma olduğunu ifade etmiştir.
İbn Kayyim ayrıca, bu konuda muhakkik ulemanin icmasının bulunduğunu ifade etmiştir.
Bununla birlikte Hıdır (as) ile ilgili pek çok sahih hadis mevcuttur. Yahudilerin iddialarinin aksine görüştüğü kişinin Musa bin Misa değil herkesin bildiği Musa bin İmran(as) olması, oturduğu yerdeki otların yeşermesi bu sahih hadislerin konuları olmuştur.
Peki insanin hiç mi aklına gelmez, Hıdır (as) Ibni Arabi’den sonra birçok insan ile görüştü de neden Rasulullah(sav), Sahabe, Tabiin veya Etbautabiinden (rac) kimse ile bir kere bile görüşmedi diye? Neden bu devre dair bir tane bile sahih hadis yoktur diye insan hiç mi düşünmez? Hepsi bir tarafa Hıdır (as)’in “hayatta olmasına rağmen” alemlere rahmet olarak gönderilmiş Rasulullah(sav)’e gelip de biat etmemesi, buna dair hadi sahih olanını geçelim ilk dönemlere ait uydurma bir rivayetin dahi bulunmaması ne anlama gelir? Iman eden cinler bile kalkıp Rasulullah’a(sav) tabi olmuş, iman etmişlerken, hayatta olan bir Hıdır (as)’in bunu yapmaması neye binaendir ki? (Lütfen Cin süresini bir kere okuyalım, mümkünse kelimelerin anlamları ve ilgili rivayetleri barındıran bir tefsiri ile birlikte.)
Bir insan Buhari(rh) gibi araştırmacı bir alimi kaldırıp kenara atmadan Hıdır (as)’in hayatta olduğunu nasıl kabul edebilir?
Elde kaynağı sağlam, zinciri sahih hiçbir rivayet yokken böyle bir şeye inanmanın ne anlamı olabilir ki acaba?
Bir düğme bir yerde yanlış iliklenirse arkasından gelenler doğru olmaz. Bir taş yanlış konursa üzerine dizilenler ne kadar doğru görünse bile bir anlamı olmaz. Bir yerde açılan bir çatlak ileride büyük bir yarığa dönüşme potansiyelini her zaman barındırır. Iyi düşünmek lazım. Neden metafiziksel alanla alakalı bu konular İslamin farklı coğrafyalara yayılması sonrasında ortaya çıktı diye bir düşünmek lazım. Benzer tabloların diğer dinlerde olduğunu da görüp incelemek lazım. (Afrika’daki Hristiyanlık, Meksika Maya toplumlarinin Hristiyanlık anlayışları, son derece çarpıcı benzer örnekler)
Hepsinden de öte her zaman önce Kur’an ile sonra sünnet ile düşünmek lazım. Kur’an ve Sünnet’e muhalif görüş ve düşüncelerle İslam olur mu diye tekrar tekrar düşünmek lazım. Metafiziksel konularla alakalı Kur’an ve Sünnet’in belirlediği hududlar var mıdır diye bir akletmek lazım.
Rabbim Kur’an ve Sünnet çizgisinden uzaklaştırmasin, Ehl-i Sünnet dairesinden çıkarmasın, Rasulullah(sav)in tarif ettiği Fırka-i Naciye zümresine ilhak eylesin. Herşeyden önce muhkem olan ayetlerle sağlam bir şekilde iman edip salih amel işleyenlerden eylesin. Ahirette sol tarafa ayrılanlardan ve yüzü kararanlardan olmaktan muhafaza etsin.
Bakmak ve gormek ayri seyler. Gorup anlamak da ayri bir seviye! Niyet- nazar iliskisi onemli!
Niyetin sadece Rıza-i Ilahi olması, yolun sadece Kur’an ve Sünnet olması çok önemli. Kur’an ve Sünnet dışında mutlak doğru kabul etmemek, Kur’an’ı ve sahih hadisleri okumayı ve anlamaya çalışmayı “ihmal etmemek” çok önemli. Son masumun Rasulullah(sav) olduğunu unutmamak, gayb ile ilgili haber verebilecek son kişinin Kur’an ayetleri ile sabit olduğu üzere Rasulullah(sav) olduğuna iman etmek çok önemli. (Al-i İmran 179). Kur’an’a yüz çevirerek, Kur’an ayetlerinin ne anlama geldiklerini anlamaya çalışmayarak mümin olunamayacagini bilmek çok önemli. Rasulullah(sav)’ı, Sahabeyi(rac), Tabiini(rac) hiç okumayıp, araştırmayıp, Allah’ın(CC) dinini sonraki nesillere nasıl naklettiklerini irdelemeyip, dini kafamıza göre, işimize geldiği gibi anlamanin nasıl bir sapkınlık olacağını görmek, Sahabe-i Kiram (rac) olmasa yolumuzu dahi bulamayacağımızı bilmek çok önemli. Lazım olduğunda Hadis ilmine başvurup hadisleri işine geldiği gibi kullanıp da, işine gelmeyen kısmı görmezden gelerek Ehli Sünnet vel Cemaat olunamayacagini, Firka-i Naciyeden olunamayacagini bilmek çok önemli. Yüzyıllardir bir sürü tarikat ve cemaatte keramet ehli, keşif ehli zevatin ha bire Hıdır (as) ile hatta Rasulullah(sav) ile görüştüklerini, yeri gelince istişare ettiklerini duyup bunlara inanıp da, Ashab-ı Kiramın(rac), hatta daha da mühimi Aişe validemiz(rah) ve Hz. Ali(ra) gibi iki cennetle müjdelenmis insanin Cemel ve Siffinde karşı karşıya gelmelerine rağmen, bu olaylarda Bedir Ashabından olanların(rac) dahi vefat etmelerine rağmen, hiç birinin yakaza halini de geçelim, bir rüyada bile Rasulullah(sav) ile istişare etmemiş olmasını es geçmemek de çok önemli. Inanmayı keramete, doğa üstü olaylara bağlayan anlayışın temellerini irdelemek de çok önemli. Hakikatin ispatı keramet veya doğu üstü olaylar sergilemeye kaldıysa, günümüzde ha bire doğa üstü birşeyler yapabilen hindusu budisti binlerce insanın olduğunu bilmek ve görmek de önemli. Bakara 102’deki Süleyman(as)’in mülkünün ne olduğunu, Harut ve Marutun kimlere, onların öğrencilerinin de kimlere neleri öğretebileceklerini araştırmak çok önemli.
Enam suresi 121. ayette şeytanların yaptığı fiilin (liyuhune kelimesinin kökünü ve anlamıni bilmek de önemli tabii) mefulu olmaktan korkmak çok çok önemli. Selefi salihin nedir, kimlerdir, önemi nedir diye akletmeden o devrin insanlarını pas geçerek Rasulullah(sav)in çizdiği doğru çizgi üzerinde kalınamayacağını bilmek de çok önemli. Kur’an ve Sünnet’i acip okumak, irdelemek, incelemek yerine iskembeden konusmamak da çok önemli. Vahyi veya nassi akla uydurmayip, aklı vahye uydurmaya çalışmak, gayb ile alakalı Allah(CC) ve Resulünden(sav) gelen bir şey yoksa tevile tefsire girmeyip Sahabe-i Kiramin(rac) yaptığı gibi, Tabiin ve Etbautabiin âlimlerinin tamamının(rac) yaptığı gibi, biz bilemeyiz Allah(CC) ve Resulü(sav) bilir deyip susmak çok ama çok önemli.
Rabbim kabre girmeden evvel razı olacağı sıratı mustakim üzere bir imana erişip o iman ile kabre girebilmeyi nasip etsin.