Sen sabret, çünkü zaman sabretmez!

Yaralı payitaht (1)

YORUM | M. NEDİM HAZAR

“Beni dünyaya çağırma,
ona geldim fena gördüm!”
(17. Söz)

Hatırlayalım; Bediüzzaman’ın hayatında, bizzat kendi anlatımıyla üç ayrı devre vardı. Bunlar; 1918-19’a kadar süren Eski Said devresi, 1922-23’ten itibaren Risale-i Nur’un telif edildiği Yeni Said devresi, 1948-49’da (yani Afyon Mahkemesinden sonra) “inkişafa başlayan” Üçüncü Said devresidir. Bizzat kendisi 1918-1923 arasını, kendi ifadelerinden hareketle “geçiş dönemi” olarak nitelendiriyor. Biz özellikle son yazılarımızda ilk Said ile ikinci arasındaki tabiri caizse geçiş dönemine odaklandık. Şimdi ise artık Eski Said’in dünyasından şahsına yapılan son davet hamlesi ve onun bu davete ne cevap verdiğine bakacağız. 

Ve nasip olur mu bilmem esasen fakir, ilk ve üçüncü Said devresini de ikiye bölmekteyim. Onu da yazacağım. 

Bilmem bu yazı serimizde daha önce ele aldığımız 40. yaş ve depresyon içerikli yazıyı hatırlayacak mısınız? (Şurada) Büyük dönüşümler büyük ruhi sarsıntıları beraberinde getirir. Peygamberler, enbiyalar, asfiyalar, evliyalar elbette çok güçlü alfa karakterlerdir. 

Parantez: 

Aslında derin bir mevzudur ama kısacık bir şekilde hemen bunu da açayım: 

Amerikalı bilimci Vox Day bu terimi ortaya atıyor. Aslında sadece Alfa değil, beta, omega, delta, gama, sigma diye gidiyor. Hepsini buraya yazarsak ana konudan kopma riskimiz var. Alfa malum Antik ve modern Yunancanın ilk harfi. 

İşte Vox, ilkel çağlardan başlayarak erkekler (sonra kadınlarda da durumun aynı olduğu ortaya çıktı) arasında yaşanan güç savaşında en güçlü olana Alfa diyor. Ve bazı özellikleri var Alfa karakterlerinin; 

Dış görünüşlerine dikkat ederler.

Doğal, güçlü ve etkili liderlerdir.

Özgüvenleri yüksektir.

Dışa dönük ve sosyaldirler.

İleri görüşlü ve vizyonerdiler.

insanlarla araları iyidir.

Çatışmadan kaçınmazlar.

Beden dillerini etkili kullanırlar vesaire…

Parantezi kapatıp mevzumuza dönelim. 

Bu insanlar evet çok büyüktürler ve fakat aynı zamanda insandırlar da. Yani etten kemiktendirler, fanidirler, kalpleri vardır kırılır, korkuları vardır, endişeleri, umutları, hayalleri vardır. Ve büyük değişimler onların ruhunda büyük kırılmalara sebep olabilir. 

Kanaatimce Bediüzzaman’ın İstanbul’a geldiği dönem yaşadığı hızlı sosyal hayat ve akabinde hemen savaşa katılması, ardından esaret, ardından binlerce gizemi barındıran firar ve tekrar İstanbul’a dönüş. Bir anda tekrar makam verilmesi…

Bir yandan yeni bir dünyanın eşiğinde olduğunu iliklerine kadar hissederken, diğer yandan dünyanın elini ondan çekmemesi. Büyük bir ruhi sıkıntı demekti bu. 

Ve bu sıkıntılı durum bazı zamanlar o kadar ilerliyordu ki, hastalık derecesine yükseliyordu. Zaten Darü’l Hikmet’e verdiği rapor da bu yöndeydi. Bakın bu durumu anlatan kendi ifadeleri: 

“Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden şahsını görmedim, fakat ma’nevî bir ses işittim gibi bana geldi. Zihnimi kendine çevirdi. Hayâlen dinledim…” (Lemaat, s37)

Epigrafta kullandığımız manzum Birinci Levha tam da bahsini ettiğimiz dönemi anlatıyor. Bunu bizzat kendisi ifade ediyor: “Bundan yirmi beş sene kadar evvel İstanbul Boğazındaki Yûşa Tepesinde, dünyanın terkine karar verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim dostlarım beni dünyaya, eski vaziyetime döndürmek için yanıma geldiler. Dedim: “Yarına kadar beni bırakınız; istihâre edeyim.” Sabahleyin kalbime bu iki levha hutûr etti. Şiire benzer, fakat şiir değiller. O mübârek hâtıranın hatırı için ilişmedim. Geldiği gibi muhâfaza edildi. Yirmi Üçüncü Sözün âhirine ilhak edilmişti; makam münâsebetiyle buraya alındı.” (Sözler, s199)

Bu şiirimsi metnin girişine öyle bir ifade yazıyor ki, okuyan herkes “estağfurullah” ile başlıyor: 

[Ehl-i gaflet dünyasının hakikatini tasvir eder levhadır.]

“Beni dünyaya çağırma; ona geldim fenâ gördüm.

Demâ gaflet hicab oldu; ve nur-u Hak nihân gördüm.

Bütün eşyâ-i mevcudât; birer fânî muzır gördüm.

Vücud desen, onu giydim; ah! Ademdi, çok belâ gördüm.

Hayat desen, onu tattım; azab ender azab gördüm.

Akıl ayn-ı ikàb oldu; bekàyı bir belâ gördüm.

Ömür ayn-ı hevâ oldu; kemâl ayn-ı hebâ gördüm.

Amel ayn-ı riyâ oldu; emel ayn-ı elem gördüm.

Visâl nefs-i zevâl oldu; devâyı ayn-ı dâ’ gördüm.

Bu envâr, zulümât oldu; bu ahbabı yetim gördüm.

Bu savtlar, na’y-i mevt oldu; bu ahyâyı mevât gördüm.

Ulûm evhâma kalboldu; hikemde bin sekam gördüm.

Lezzet ayn-ı elem oldu; vücudda bin adem gördüm.

Habîb desen onu buldum; ah! Firâkta çok elem gördüm.”

İşin ehli hemen fark edecektir ki, orijinali Arabi lisan ile yazılan bu levhalar aslında Abdulkadir Geylani’nin meşhur Münacaat-ı Esmaiye’sine bir naziredir! İkinci Levha ise Yeni Said’i yönelik yol haritası mahiyetindedir ancak onu şimdilik biraz erteleyeceğiz. Çünkü, görülecektir ki, Dünya, Hazreti Bediüzzaman’ı kolay kolay bırakmak istememektedir. 

Şimdi biraz geriye gidelim ve yine esaret gecelerine bakalım. 

Öncelikle ifade edelim ki, Eski Said’in yaşadığı şey değişim değil adeta diriliştir. 

Aslında şöyle bir durum var. 

Eski Said gençtir, cevvaldir. Sanatla, siyasetle, dünya ile yakından ilgilenir, içtimai reçeteler sunar vesaire. 

Yeni Said’in olgunlaşmış olmasını bekleriz doğal olarak. Ama hayır, karşımızda ihtiyar bir Said vardır. İhtiyarlar Risalesi bu yeni döneminin ilk eserlerindendir. 

Evet Kosturma hatırasını kendi diliyle okuyoruz: 

“Ben yalnız olarak câmide yatıyordum. Bahara yakın, o şimal kıt’asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlıklı gecelerde ve karanlıklı gurbette ve Volga Nehri’nin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum…” (Tarihçe-i Hayat, s119)

Akan suyun iç burkan şırıltıları, rüzgârın ayrılığı törpüleyen esintisi, yağmurun hüzünlü şıpıltıları… Bir din adamının nasıl Şekspiryen bir üslubu kullanmaya başladığını fark ediyoruz değil mi?

Ve çok önemli bir tabir: “Gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım an”

Muhteşem, muhteşem, muhteşem…

Öte yandan yeğeni Abdurrahman’ın söyledikleri çok anlamlıdır: 

“Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a bu defaki gelişinde, içtimaî mes’elelerle arasıra meşgul olmuşsa da artık dolaylı olarak ve indel hace müteveccih oluyordu. Fakat siyaset dairesinden artık pek ümitli değildi. Onun için, günlük siyasî gazeteleri takib etmiyor, herhangi içtimaî bir makale de yazmıyordu. Himmetinin yüzde doksanını iç dünyasıyla, tazarru’ ve niyazlarla, ubudiyet ve tefekküratla geçirmekteydi. Lâkin bütün o yıkıcı hadiselerin verdiği elemler içinde Anadolu’da başlatılan Kuvay-ı Milliye hareketinin muzafferiyyet haberlerine candan seviniyor, memnun oluyordu. Onun zaferini bir ümit ışığı olarak takdir ediyor ve destekliyordu.” (MTH, s442)

Osmanlı’nın son dönemiyle beraber Sarayın yozlaşması, İttihatçıların kendi nefsi istikametleri ile özgürlük kavramını kullanarak samimi olmayan bir hürriyet talep etmeleri, derken korkunç bir gürültüyle yuvarlanan imparatorluklar, harb-i umumi, esaret filan derken, Said Nursi, tüm retoriğini gözden geçirmek durumunda kalmıştı. Bu retorik meselesini ayrı bir yazı konusu yapacağım. 

Açıkçası gerek tahsil ettiği ilim gerekse karakteri gereği tam bir tıkanma yaşamak üzereydi. 

Sık sık yalnız kalıyor, yüksekçe yerlere çıkıyor, kendi içine dönüp kim bilir hangi alemlere dalıyordu. 

Ancak gidişatın, pek umutlu olmadığını görüyor ve yeni bir dil, yeni bir belagat ve rota çizmenin zamanının yaklaştığını da hissediyordu. 

Bediüzzaman esaretten, ruhunda yeni bir inkişafla döndüğünde kırklı yaşlarına yeni girmiştir. O esnada, hayatın en dar dâiresinden en genişine kadar etkili olacak inkılâplar uç vermekte ve bu yeni hayat, yeni şeyler söylemeyi zorunlu hale getirmektedir. Öte yandan işin bir de metafizik boyutu vardır. Hadiste “bütün fitnelerden korunacağı haber verilen müceddid” ihtiyacı had safhadadır. Tabiri caizse 20 Asrın manevi sahibini beklemektedir başta İslam alemi olmak üzere tüm dünya. 

Şöyle ifade edersem abarttığım sanılmasın; bütün emareler, bu ağır ve mühim vazifeye, ümmetten sual sormaması şartıyla kendisine ilim verilen Bediüzzaman’ın memur kılındığını gösterir niteliktedir. Bunun ilk basamağı şüphesiz giderek artan oranda bir “tecrid-i zihne” mazhar olan Nursi belli ki vazifesine manen hazırlanmaktadır. 

Hayatının son birkaç yılında yaşadığı adeta yeniden diriliş,  yazmaya hazırlandığı eserle, yani “mukaddemat-ı ihzariye hükmündeki ilim hayatının” semeresi olan Risale-i Nur’la olacaktır. 

Açıkçası artık kendisi de anlamıştır ki; ekser hayatında mazhar olduğu harikalar, inayetler hep bu ağır ve kudsî tecdid vazifesini yapabilmesi için, taraf-ı ilahiden bir talimdir. “Bu âhirzaman çok çalkalanıyor; bu fitne-i âhirzaman acip şeyler doğuracağını ihsas ediyor.” (Barla Lâhikası, s262) Eski Said’i tam olarak toprağa gömmenin eşiğine gelmiştir artık. 

Bediüzzaman belki de esaretten döner dönmez çizdiği yeni yol ile devam edecekken iki olay bazı kararlar almasını ertelemiştir. Buna “dünyanın ona attığı üç çelme” diyorum ben. 

Bunlardan birincisi Darü’l Hikmet-i İslamiye azalığı. 

Tarih 17 Haziran 1918. Esaret ve firar hayatının verdiği yorgunluk dimağında ve bedeninde bir takım yorgunluğa bağlı alarak sıkıntılar içinde olan Bediüzzaman Hazretleri, o yılların karışıklığı içinde, Ordu-yu Hümayunun tavsiyesiyle kendi iradesi dışında Darü’l Hikmet-i İslâmiye’ye aza olarak seçilmiştir. 

Osmanlının son dönemlerinde 25 Ağustos 1918 tarihinde kurulan ve bir nevî İslâm akademisi olan bu kurum belki de Bediüzzaman’ın tam olarak hayalini kurduğu bir akademi olmasa da gerek İmparatorluk ve gerekse İslâm âleminde ortaya çıkan bir takım dini meselelerin halli ve İslâm’a yapılan hücumların İslâm ahkâmına göre cevaplandırılması için kurulduğu için Bediüzzaman bu metazori üyeliği yüksek sesle itiraz etmemiştir. 

Şöyle diyecektir: 

“Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mesûdane bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum; Darü’l-Hikmette, meslek-i ilmiyeme münasip, en alî bir tarzda neşr-i ilme muvaffakıyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum. Hem, her şeyim mükemmeldi.” (Lem’alar, s377)

Gerçi “Bediüzzaman neden evlenmedi?” bahsinde ele almayı planlıyordum ama burası da yeri olduğu için koyacağım. Şu cümleler de nasıl bir mana deryasında gezindiğinin ispatı niteliğindedir:

“Kardeşlerim! Ben, gençliğimde İstanbul’da on sene kaldığım zamanlarda hiçbir kadına bakmadım, bakamıyordum. Çünki bana âlem-i misal açılmış idi.” (MTH, s521) 

Diğer taraftan görünür düzlemde anlıyoruz ki Hz. Üstad bu vesile ile yazdığı eserlerin neşir imkânı bulacağını düşünmektedir. Nitekim öyle de olur. Yeğenin büyük emeğiyle Hakikat Çiçekleri, İşaratü’l İ’caz’ı ve daha birçok eserini bu dönemde neşreder. 

Merhum Badıllı’nın kitabından tam da bu dönemdeki ruh halini ve fakir için en önemlisi İbn Arabi ile ne kadar yakınlaştığının ispatı olan şu cümleler hayret vericidir: 

“Sarıyer’de inzivaya çekilişi demek, artık Eski Said’i bırakıp, Yeni Said’in barigâhına geçişi demekti. Ondandır ki; 1921 yılı son ayları, Arapça olarak yazmaya başladığı imanî ve tevhidî, aynı zamanda kalbî, ruhî ve vicdanî eserlerinin en yoğun te’lif devresinin mebdei olup, Gavs-ı Geylanî’nin “Fütuhül Gayb” kitabını tefeülen açtığı yer ve zamanıdır…” (MTH, s450) 

Şunu söylemeye çalışıyorum, kanaat-i acizanemce Hazreti Bediüzzaman İstanbul’da gezinirken yalnız değildi!

Ve hatta meraklıları için özel bir not ekleyeyim; Hz. Bediüzzaman Cevşen okumayı artık sürekli vird edinmeye yine Yuşa Tepesi’nde başlamıştır. 

Bitmedi, Said Nursi, sigarayı, medyayı takip etmeyi ve siyaset konuşmayı yine tam bu zamanda bırakmıştır. 

Bu çalışmada daha önce Alem-i Menam’dan bahsettiğimizi hatırlayacaksınız. 

Şöyle bir zaman aralığı vereyim: Daru’Hikmet ile Anglikan Kilisesi arası ve mekanlara bakarsak Çamlıca Köşk ile Sarıyer Fıstık sokak arası bir dönemde, Yuşa Tepesi’ne müdavim olmuşken yalnız olmadığını gösteren şu kısım enteresan değil midir?

Rüyada Bir Hitabe

Meâli ve hatırda kalan elfazı aynendir.

1335 senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeisle, şiddetle muztarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm. Tafsilâtı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misâle girdim. Biri geldi, dedi: “Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.”

Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihînden ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki: “Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et!”

Ayakta durup dedim: “Sorun, cevap vereyim.”

Biri dedi: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?”

Dedim: “Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve bekâ-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira, şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde tacil etti. Biz incinirken âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlûbiyetle bir saadet-i âcile-i (عَاجِلَه) muvakkate kaybettik. Fakat bir saadeti âcile-i (اٰجِلَه) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdut olan hâli, geniş istikballe mübadele eden kazanır.” (Sunuhat, s26)

Sonrasında karşısındaki grup ile yaşadığı raya diyaloğuna geçer Üstad Bediüzzaman, önce Cihan Harbi’ni kaybetmenin hikmetini irdelerler, ardından esirlik ile paralı esirliğin (ecirlik) mukayesesini yapar ve mağlup olmanın hikmetini damıtır özenle. Benim için hayli ilginç olan ise medeniyete getirdiği eleştiridir. Adaletin, eşitliğin, özgürlüğün gerçek anlamlarına dair muazzam detaylarını sıralar. 

Şu cümlenin muhteşemliğine bakar mısınız:

“Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayale gelir. İşte, onun için bu medeniyet-i hazıra, beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekâvete atmış; onunu mümevveh (uyduruk) saadete (mutluluk) çıkarmış; diğer onu da beyne beyne (iki arada bir derede) bırakmış.” (s28) 

Ve insanlık için mutlak mutluluğun ölçüsünü söyleyiveriyor: “Saadet odur ki, külle (bütün, tamamı), ya eksere saadet ola.” İnsanlık demokrasinin çoğunluğun değil, azınlığın da haklarının, özgürlüğünün korunması anlamına geldiğini bu cümlelerin yazımından yıllar yıllar sonra anlayacak ve ifade edecektir. Bediüzzaman mutluluğun adresini zaten bilmektedir: “nev-i beşere rahmet olan Kur’ân, ancak umumun, lâakal ekseriyetin saadetini tazammun eden bir medeniyeti kabul eder.” (Sunuhat, s28)

Nursi, bu rüya diyaloğunu tam zirve noktasında (climax) “Emer ümitvar olunuz” tiradıyla tamamladıktan sonrasını, yani bildiğimiz dünyaya dönüşünü de anlatır: 

“Heyecanımdan uyandım. Terli, el pençe yatakta oturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti. Aynı gün, pür-ümit, başka ve dünyevî bir meclise gittim.” Ve sonrasında biraz önce bahsini ettiğimiz dünyanın çelmesi geliyor. 

Açık söyleyeyim, “keşke birileri Risale-i Nurları böyle bağlamıyla okuyup kaleme alsa da istifade etsek” diye az düşünmemişimdir. Fakat heyhat… Hasıl-ı Kelam, özellikle dönemin ruhunu, Bediüzzaman’ın meselelere bakış açısını tüm detaylarıyla anlayabilmek için Sunuhat’ın bu bölümünün dikkatle ve defaetle okunması gerektiğine inanmaktayım! Mesela 1. Dünya Savaşı’nın kaderini belirleyen komutanlardan (8. Ordu komutanı) Paul von Hindenburg (Ki daha sonra Cumhur reisi olacaktı) hakkında bir analizi var ki, hayretler içinde kalıyor insan!

Her neyse biz devam edelim…

1. Cihan Harbi’nin sonlanmasıyla İstanbul, İtilaf Devletleri’nin ilk hedeflerinden biriydi. Osmanlı ordusu özellikle Suriye’de cephe savaşı verirken İstanbul’a hava saldırısı düzenliyorlardı. Ve Mondros Ateşkes anlaşmasıyla başka bir plan uygulanmaya başlandı. Atıp tutan, mangalda kül bırakmayan İttihatçıların çoğu başka ülkelere kaçtılar, cemiyet kendini lağvetti. İşgalin ilk adımı boğazları silahlandırma maddesini uygulamaya koymaktı. Sonra İtilaf Devletleri donanması boğazdaki mayınları temizleme bahanesiyle buraya demir attılar. Önce 61 gemi gelip demirledi, ardından 11 Yunan gemisi onlara katıldı. Kısa sürede gemi sayısı 70’i geçmişti. 15 gün içinde bu rakam 170’i bulacaktı!

Bununla yetinmediler elbette. Bu gemilerden tam 3626 asker İstanbul’a girdi. Bazı resmi binaları işgal ettiler, sivil apartmanlara yerleştiler. Beyoğlu ve Rumeli yakası İngiliz askerlerinin, İstanbul Yakası Fransızların, Anadolu Yakası ise İtalyanların kontrolü altına girmişti. 

İşgal komutanı Maitland Wilson, Beyoğlu’ndaki İngiliz Kız Lisesi’nde, törenle Karargâh kurmuştu.

Mustafa Kemal Filistin-Suriye-Irak Cephesini komuta etmeyi bırakmış mecburen İstanbul’a gelmişti. İstanbul Boğazı’nda neredeyse iğne atılsa denize düşmeyecek kadar çok düşman gemisi vardı. Haydarpaşa’da trenden inen Kemal Paşa meşhur, “Geldikleri gibi giderler” sözünü bu sırada söylemişti. 

İstanbul’daki azınlık halk belki de yaşadıkları büyük travmanın neticesinde işgal kuvvetlerini sevinçle karşılamış olması, Müslüman ahaliyi tamamen öfkelendiriyordu. 

Süleyman Nazif dillere destan “Kara Bir Gün” başlıklı yazısını Hadisat gazetesinde işte tam bu sırada neşretti. Yazı ortalığı toz duman etti. İşgal kuvvetleri gazeteyi bastı, Süleyman Nazif’i istiyorlardı. Gazete aylarca kapatıldı. Nazif alelacele sürgüne yollandı. (1922 yılında ancak geri dönebildi) Ancak yazı elden ele dilden dile dolaşıyordu. Sokaklara afiş bile yapılmıştı bu yazı. 

Süleyman Nazif ve yazısı: Kara Bir Gün! Orijinal gazete ve el yazması kopyası..

Nazif yazısını şöyle bitiriyordu: 

“Arapların güzel bir sözü var: ‘Isbır feinne’d-dehre lá yesbır’ derler.” (Sen sabret, çünkü zaman sabretmez)

İstanbul’un işgalinde İngiliz askerinin Şehzadebaşı Karakolu baskınında şehid edilen Türk askeri Kadir oğlu Ömer Osman.
Sultanahmet Mitingi
İstanbul’un işgali üzerine Büyük Mecmua’nın 30 Mayıs 1919 tarihli sayısında Fatih Sultan Mehmet’in işgale karşı olan üzüntüsü karikatürize edilmiş.

“Hey ekbek-ül kepkâdan tekekküp etmiş köpek!” 

İşte tam da bu esnada Bediüzzaman Eski Said’e has bir refleks ve üslupla bir eser yayınlar: Hutuvat-ı Sitte! Küçücük bir kitapçıktır ama etkisi büyük olur. Özellikle de Ankara Hükümeti için. Çok mutlu olurlar. (Bu eser aynı zamanda Arapça tab edildi ama en nihayetinde Sünühat adlı eserinin sonuna eklendi.)

“Kardeşlerim hakkında en ziyade korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhadın istifade etmek ihtimalidir. Bu hal beni çok düşündürüyor.” İkazıyla başlayan Hutuvat-ı Sitte özetle şunları anlatıyordu: 

“Bu şeytanî ifsat hareketine karşı Kur’ân hizmetkârlarının çok dikkatli olması lâzım ve elzemdir. Çünkü “Her saati ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye set çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki, her ay binler maaş verilse yerini dolduramaz.”

Gerçi çok sonraları, bahsi geçen hükümet ve devamındakilerin kendisine yaptığı zulümler sonrasında şöyle de diyecektir: “… Esaretten geldikten sonra, Hutuvat-ı Sitte gibi eserlerimle kendimi tehlikeye atıp İngilizlerin İstanbul’a tasallutu altında, İngilizlerin başlarına vurdum. Şu beni işkenceli ve sebepsiz esaret altına alanlara yardım ettim…” (Mektubat, s477) 

Hutuvat-ı Sitte’nin ilk baskısının kapağı.

Bu mühim dik duruşun yayınlanması medyayı yakından takip eden İşgal kuvvetleri karargahında anında reaksiyona sebep vermiş ve acilen bir soruşturma başlatılmıştı bile. Ankara Hükümeti kitabın içeriğinden bağımsız, işgalcileri bu kadar rahatsız eden kişiyi çağırıp, onun ününden ve etkisinden istifade etmek isteyecekti. Bir ara “Bediüzzaman’a suikast düzenlenecek” şayiası bile çıkarmıştı!

Boş bir lakırdı da değildir aslında bu:

“…Mısır’lı Said Molla isminde bir adam, (Daha sonra bu adamı yakından tanıyacağız) İngiliz Muhibbleri Cemiyeti ikinci başkanı idi. Bu herif, mason gibi itikatsız birisiydi. Hazret-i Üstad’ı İngilizlere ihbar ediyor, eşkâlini ta’rif ediyordu. Çünki Üstad, gazetelerde yazdığı yazılarda, İngilizlere müthiş hücum ediyor ve “Tükürün İngiliz lâinin hayâsız yüzüne!” ve “Hey ekbek-ül kepkâdan tekekküp etmiş köpek!” diye Tanin’de ve diğer gazetelerde makaleler yazıyordu.” (Molla Süleyman Efendi hatıratı)

Evet İslam ve Türk alemi için kapkaranlık bir devrandır. Görünür sebepler dairesinde manzara hiç de iç açıcı değildir ama bir yandan da yeni umutların Şehbal açmasının işaretleri vardır. 

Mevzu ısındı, sonra devam edelim mi?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin