YORUM | M. NEDİM HAZAR
1917 yılında, I. Dünya Savaşı’nın olumsuz etkileri, ekonomik kriz ve askeri yenilgiler Rusya’da halk arasında artan hoşnutsuzluğa sebep olmuştu. Bu dönemde başlayan halk isyanları sonucunda, Çar II. Nikolay tahttan çekilmek zorunda kaldı ve Romanov hanedanı sona erdi. Bu olaya Şubat Devrimi adı verildi.
Şubat Devrimi’nin ardından kurulan geçici hükümet, ülkedeki sosyal ve ekonomik sorunları çözmekte başarısız oldu ve halkın desteğini yitirdi. Aynı dönemde, Bolşevik Partisi’nin lideri Vladimir Lenin ve Leon Troçki, Sovyetler adı verilen işçi ve asker konseylerinin başında etkili olmaya başladı. Böylece, Çarlık rejiminin yerini, geçici hükümet ile Sovyetler arasında çift iktidar dönemi aldı.
25 Ekim 1917 (Rusya’da o dönemde kullanılan takvime göre) veya 7 Kasım 1917’de (Gregoryen takvime göre) Bolşevikler, Lenin’in önderliğindeki bir ayaklanmayla Petrograd’da (şimdiki adıyla St. Petersburg) yönetimi ele geçirdi. Kış Sarayı’na düzenlenen saldırının ardından geçici hükümet devrildi ve Sovyetler Birliği’nin temelleri atıldı. Bolşevikler, “Barış, Toprak ve Ekmek” sloganıyla halkın desteğini kazanmıştı.
Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinin ardından, yeni bir hükümet modeli olan Sovyetler Birliği kuruldu. Lenin, Sovyetler Birliği’nin ilk lideri olarak görev aldı. Ancak bu devrim, iç savaş ve dış müdahalelerle karşılaştı. İç savaş sürecinde Beyaz Ordu olarak adlandırılan muhalefet, Bolşeviklere karşı mücadele etti. Nihayetinde Bolşevikler zafer kazandı ve Sovyetler Birliği, dünya tarihine etkisini uzun yıllar boyunca gösteren bir süper güç olarak yükseldi.
Ekim Devrimi, dünya siyasi tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır ve komünist hareketin yayılmasına önayak olmuştur. Ancak aynı zamanda, Sovyetler Birliği’nin de birçok iç ve dış sorunla karşı karşıya kalacağı, totaliter bir rejime dönüşeceği ve yıllar sonra çökeceği bir sürecin başlangıcını oluşturmuştur.
Bu kısa arka plandan sonra biz esas mevzumuza dönelim.
Bediüzzaman Said Nursi, 1. Dünya Savaşı’nda yaralı şekilde esir düşmüş ve Sibirya’ya kadar götürülmüştü.
Bir yandan İslam aleminin acıklı durumu, diğer yandan Osmanlı’nın paramparça olmaya başlaması Nursi’yi derinden derine yaralıyor, neler yapabileceğine dair adeta beyin fırtınası yaşıyor ve iki büklüm geceleri uyku görmüyordu.
Esaret, gurbet ve yalnızlığa bir de istikbalin karanlığı eklenince çekilir bir ızdırap değildi bu.
Esir kampındaki sair subay ve esirlerle de frekansı tutmuyordu.
Bir noktadan sonra Cihan Harbi bile umrunda olmayacak, iman meselesi bütün ufkunu kaplayacaktı.
Bu sebeple bir sinemadan esir koğuşuna dönüştürülen kampındaki binada, bir küçük bölümü çevirdi ve mescid yaptı.
Aslında hürmet görüyor ve sohbetleri ile esirleri etkiliyordu ama bu durumdan hem Rus komutanları hem de siyaset ve savaş ile gırtlağına kadar gömülmüş esir Osmanlı subayları çok hoşnut değillerdi.
Köylülerin de ısrarlı isteğiyle ona özel izin verilmiş ve yakındaki nehir kenarında eski bir camide hem iskan etmeye, hem namaz kıldırmaya başlamıştı.
Çevredeki Tatar köylüler ona büyük saygı duyuyor ve sahip çıkıyordu.
Namaz vakti dışında kendini tabiata atıyor ve izin verilen bölgelerde gezip tefekkür ediyordu.
Dağlara ve ağaçlara olan kurbiyeti burada başlamıştı sanırım.
Aklında artık bir tek şey vardı, iman ve memleketi…
Bunun için geri dönmesi lazımdı ama nasıl?
Rusça bilmediği gibi, herhangi bir yere tek başına gitse dakikasında esir olduğu anlaşılacaktı.
Üstelik yardım edecek kimsesi de yoktu.
İşte Ekim Devrimi ona maddi anlamda kaçış imkanını sunacaktı.
Bu arada ömrünün gelecek kısmında ne yapacağı artık netlik kazanmıştı.
Yine kendisinden dinleyelim:
“O Volga Nehri kenarındaki câmideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki; bakiyye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaiyesine karışmak artık yeter. Madem sonunda kabre yalnız gideceğim; yalnızlığa alışmak için, şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim. Fakat maatteessüf, İstanbul’daki ciddî ve çok ahbab ve İstanbul’un şaşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ü şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlık idi. Ve İstanbul’un beyaz şaşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyaz parçası idi ki, ileriyi göremedi, yine yattı.. tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylanî Fütuh-ul Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.” (Tarihçe-i Hayat, s120 )
Görüldüğü üzere hayatının rotasını artık emin bir şekilde çizmiştir Nursi.
Bu Gavs-ı Geylani Hazretleri ayrıntısını aklınızda tutun, birazdan belki de ilk kez okuyacağınız bazı şeyler yazacağım.
Kendi tasdiklediği tarihçesinde hayatının bu kısmı şöyle anlatılıyor:
“Bedîüzzaman, iki buçuk sene kadar Sibirya taraflarında esarette kalır. Bütün hayatını, fisebilillah Kur’ana, İslâmiyete, Sünnet-i Seniyenin ihyasına hasr ve vakfeden bu fedakâr-ı İslâm, buralarda da kat’iyyen boş durmaz. İçerisinde bulunduğu muhiti tenvir ve irşad için çalışır.” (Tarihçe-i Hayat, s115 )
Dönemin talebelerinden Mustafa Yalçın anlatıyor:
“Avusturyalılar, Ruslara teslim olunca bize oyun ettiler. Sol cenah boşalınca biz esir düştük. Tam 30 bin kişiydik. Bizi hep esir aldılar. Sonra trenlere bindirip 42 gün tren yolculuğundan sonra Sibirya’ya götürdüler. Yolda bize çok eziyet ettiler. Yaralılara bakmadılar. Her istasyonda bizi indirip, eziyet ediyorlardı. Bir parça ekmeği havaya atıp bizi saldırtıyorlardı. Sonra resimlerimizi çekiyorlardı. Sibirya’ya bizi dağıttılar. Gruplar halinde kamplarda kalıyorduk. Tarih falan bilemem, ben cahilim. Onun için hadiseleri sıraya koyamıyordum. İşte biz oraya varınca bir Doğu Cephesi’nden esirler gelmiş dediler. Kampta merakla hep dışarı toplandık. Çok esir vardı, ama karşıdan iki kişiyi getiriyorlardı. Onları iyi kolluyorlardı, bir de baktım Molla Said ve yanında İznikli Osman dediğimiz bir talebesi vardı. Sandık gibi bir şey taşıyordu. Onun içinde Üstadın kitapları vardı. Osman’dan başkasını yanına sokmuyorlardı. Osman, onun hizmetine bakıyordu. Kendisi yaralı idi, bacağı yaralanmıştı. Orada tedavi ettiler. Onu da bir koğuşa yerleştirdiler…
Havalar çok soğuktu. Orada gece-gündüz belli olmuyordu. Güneş batmazdı. Orada da geceleri Molla Said Efendi boş durmuyor, yasak olmasına rağmen gece başka kamplara gidip kitap okuyordu. Gündüzleri namazları bize kendisi kıldırıyordu. Önce müdahale edip, kıldırmadılar. Sonra Üstad onlara bir şeyler söyledi, biraz serbest bıraktılar. Kalabalık olarak bir araya getirmemeye çalışıyorlardı. Orada biz ona ‘Diyanet Reisi’ diyorduk. O, Rus nöbetçilerine bile din anlatıyordu. Dinleyen nöbetçilere zabitleri baskı yapıyorlardı. Molla Said Efendi, bize hep moral veriyor. ‘Üzülmeyin, kurtulacağız’ diyordu. Ben Üstad’ın Sibirya’da geceleri uyuduğunu bilmiyorum. Hep okuyordu. Bir şeyler not ediyordu. Ve bize: ‘Gelecek zamanda buralar da Müslüman olur; ama şimdi anlamıyorlar’ diyordu. Biz de kendisi başımızda olunca hiç korkup üzülmüyorduk.” (Son Şahitler, c1, s89)
Esir kampındaki bir diğer talebesi Dr. Asaf Dişçi anlatıyor:
“Daha sonra ise bizi Sibirya’ya sevk ettiler. İşte Bediüzzaman’ı orada gördüm. Kosturma eyaletinin Kilogrif kasabasındaydı. Daha sonra onu içerilere, büyük esirler kampına, Kosturma içlerine sevk ettiler. Birlikte altı ay kadar kalmıştık. Bir odayı mescid yapmıştı. Kendisi alay komutanı olduğu için, maaş da alıyordu. Aldığı maaşları hep hayır hizmetlerine sarf ediyordu. Mescide harcıyor, çeşitli masraflar ediyordu. Esirler kendisine alay komutanı olarak çok hürmet ediyorlardı. Kendisi ise ‘Ben hocayım’ diyordu. Esirler iade edilirken de kendini hoca olarak tanıtmak istiyordu. Günlük yaşayışı da çok sade idi. İki yumurta, bir dilim ekmekle günlerini geçirirdi. Benim anlattıklarım sadece gördüklerimdir. Yoksa bunlar onun hayat ve hatıralarının yanında, pek ehemmiyetli değil. Sonra aradan yarım asır geçtiği için –pek çok şeyi- hep unuttum.
Vakitleri hep dolu idi. Tefsir okur, esirlere ders verirdi. Esir askerler ve subaylar kendisine çok hürmet ederlerdi. Yanında kimse öyle rastgele konuşamazdı. Ayağını bile uzatan olmazdı. Şayan-ı hürmet bir insandı. Kaldığımız yer büyük bir sinema salonuydu. Salonun bir kısmını bölerek mescid yaptırdı.”
Girişte bahsettiğimiz gelişmeler Rusya’yı tam bir kaos ve karmaşanın ortasına atmıştı. Totaliter rejim tabiri caizse jant üstünde giden araba gibiydi, çakıldı çakılacak!
Tam bu esnada Afgan esirler dışında, neredeyse her kampta firar planları yapılıyordu. Afgan esirlerde akıl almaz bir tevekkül vardı. Onlar, “Allah’ın muradı buymuş” diyerek ailelerine mektup filan bile yazmıyorlardı.
Firar delikleri…
Firarların çoğu duvarlara aylarca yapılan delme çalışmalarıyla açılan firar deliklerinden oluyordu. Hüsamettin Tuğaç anlatıyor:
“Şimdi içerde gerekli tedbirler başladı. Kaçanların İrkutsk’tan uzaklaşabilmeleri lazımdı. Firarlarını içerde belli etmemek ve en az iki gün kazanmak gerekiyordu. Kaldı ki üç aydan beri emekle açılan bu firar deliklerinden ben de kaçacaktım. Albayla konuşmamızda ona ancak 48 saat vakit kazandırmak kararlaşmıştı. Şimdi kamuflaj işine başladık : Firarilerin terkettikleri elbise, kirli çamaşır ve daha başka ne bulunduysa bunlardan yapma adamlar hazırlandı.” (s70)
Bu arada çok enteresan bir ayrıntıyı da burada kayda geçmemiz gerekiyor.
Cemal Kutay, Tercüman gazetesinde yıllar yıllar sonra (23.2.1983 Çarşamba – ayrıca bu Cemal Kutay meselesi başlı başına bir araştırma konusudur. Tarihçi namıyla bilinen bu şahıs üfledikleriyle akıllara hayretler veren bir yalan dağını kitap adı altında neşretmeye cüret edebilmiştir!) Talat Paşa’nın günlüğünden bir detay aktarır. Başlık şöyledir:
“Bolşevik ihtilalinin olacağını Bediüzzaman Said-i Kürdî’den öğrendik”
Şimdi Paşa’nın hatıratından doğrudan alıntı yapabiliriz:
“Ruslarla Şark cephesinde muharebe ederken, yaralanmış, esir düşmüştü. Enver’e ve Enver’in kendisine hususî muhabbet ve alâkası vardı. Sürüldüğü Sibirya’dan Enver’le muhabere ve Rusların vaziyetine dair, başka menba’lardan öğrenmemiz mümkün olmayan malûmat veriyordu. Bediüzzaman’dan, 1917 başlarında Müslüman bir Türk taciri vasıtasıyla aldığı mektupta, Rusya’da Çarlığı devirecek mahiyette bir ihtilâlin hazırlandığı haberini aldığını söylemiş. Kalbî temennilerimize rağmen ihtimal vermemiştik. Harbin kaderini değiştirecek olan bu haber 12 Mart 1917’de Alman menba’larından te’yid edildi. Çar, iktidarı Krenksiki’ye bırakmak mecburiyetinde kaldı.”
Yalnız burada hem eşyanın tabiatı hem de tarih bilimi açısından çok ciddi problemler var. Birincisi Nursi’nin iman meselesine yoğunlaşmışken, Rus iç karışıklığına kafa yorması pek mümkün değil. İkincisi ve daha önemlisi ise Kutay, bu iddiasına hiçbir belge ve ayrıntı eklememiş, ekleyememişti. Kaynak bizatihi kendisiydi!”
Ancak şunu söylemek mümkün; Bediüzzaman esaretten döndükten sonra bazı mektuplarında Komünizm’in dünyanın en az elli yılını perişan edebilecek bir tehlike olduğunu, özellikli imani meselelerde insanları mahv-ı perişan edeceğini yazmıştı.
Böyleyken böyle…
Ana konumuza dönüyoruz…
1918 yılı bahar ayları. Karlar erimeye başlamış, tabiat uzun ve zorlu kışın ardından bambaşka bir baharı müjdelemektedir.
Bu arada, Bediüzzaman’ın camiye geçme ve burada kalma döneminin esaretinin son bir ayında, belki son haftasında olduğunu söylemek de mümkündür.
Bu ayrıntıyı ise Osmanlıca Lem’alar’da buluyoruz:
“O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse bir senelik mesafede, tek başıma, Rusça bilmediğim halde firar ettim…”
Bu kadar ayrıntılı geldikten sonra firar meselesini tek yazıda kestirip atacağımı beklemiyorsunuzdur umarım…