Bediüzzaman’ın İstanbul’u (4): Titanik batarken şarkı çalan orkestra!

YORUM | NEDİM HAZAR

Önce çıkan kısımlar için kısa bir özet geçelim:

Said Nursi, henüz çocuk denecek yaşta klasik medrese tahsilini tamamladıktan sonra yaşadığı çevrede Bediüzzaman ismiyle nam salar. Niyeti El Ezher’e gidip akademik eğitim almak iken, dönemin medyasında yayınlanan bir takım emperyalist haberler, ülkesinin eğitim konusunda hamle yapması gerektiğine inandırır onu. Van Valisi Tahir Paşa’dan bir referans mektubu alarak payitahta gelir. Niyeti Sultan II. Abdulhamid’e bir gelecek vizyonu sunmaktır. 

Ancak İstanbul, tarihinin en karışık dönemlerinden birini yaşamaktadır. Bir yandan Saray oligarkları padişahın çevresine bir kalkan örmüşken, diğer yandan batı destekli laikler ile büyük bir iktidar mücadelesi vermektedir. 

Nursi’nin bu tabloyu fark etmesi uzun sürmez. 

Yaklaşık üç yıllık 1. İstanbul hayatında medyanın merkezi Bab-ı Ali’de bulunur ve güncel makaleler yazarak elinden geldiğince topluma istikamet vermeye çalışır. 

Ancak bu yazılar, gücü elinde tutanlara yön vermekten ziyade onun fişlenmesine sebep olmuştur. 

O yıllarda Osmanlı’da Hürriyet ve İstibdat kavramlarının amansız bir kavgası vardır. 

Açıkçası Abdulhamid tahta çıkarken özgürlük imalarında bulunmuş ama bir süre sonra tam tersi uygulamalara geçmiş ve Osmanlı tarihinin en büyük baskıcı rejimini kurmuştur.

II. Abdülhamid, başlangıçta meşrutiyet ve hürriyete taraftar olduğunu ima ederek saltanata geçmiş ise de sonradan sıkı bir istibdat rejimi kurmaktan kendini alıkoyamamıştır. Siyasal yapıdaki demokratikleşmeyi engellemek için, I. Meşrutiyet yönetimini kaldırmakla kalmamış ek olarak kurduğu güçlü hafiye teşkilatı ile muhaliflerine göz açtırmamıştır.

Dersaadet’te aynı zamanda kuramsal ve fikri bir düzlemde son derece hararetli tartışmalar yapılmaktadır. 

Devam edelim…

II. Meşrutiyet ilanı flamasında, Fransız İhtilali’nin sembol cümleleri “Liberté (özgürlük), égalité (eşitlik) ve fraternité (kardeşlik) sözcükleri “Hürriyet (özgürlük), Müsavat (eşitlik) ve Uhuvvet (kardeşlik)” olarak Osmanlıca’ya çevrilmiş ve üçlüye “Adalet” sözcüğü de eklenmişti.

2. Meşrutiyet’in ilanı halkta ve aydın kesimde büyük bir memnuniyete sebep verirken, saray oligarşisi için sona yaklaşıldığının işaretiydi.

Said Nursi, ilki gibi 2. Meşrutiyet’i de destekleyerek içinde bulunduğu kitleden ayrılıyordu.

Millet, Beyan-ül Hak, Mizan, Misbah, Mikyas-ı Şeriat, Şura-yı Ümmet ve Volkan gibi gazeteler amansız bir özgürlük karşıtı yayın çizgisi takip ederken, Nursi bariz bir şekilde bu tarafın dışında tutar kendini. 

Ancak buna rağmen ılımlı bir görüş ile her şeyi barış içinde çözebileceklerine inanmaktadır. 

Ne var ki Saray böyle düşünmez. 

Bu arada İkinci Meşrutiyet dönemiyle özdeşleşmiş olan İttihat ve Terakkî Cemiyeti aynı zamanda bu dönemin kurucusu olduğu için tarihi 1908’den önce başlar. Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti ilk olarak “İttihad-ı Osmanî” (Osmanlı birliği) İstanbul’da Demirkapı’da (Sirkeci) Askerî Tıbbiye (Tıbbiye-i Şahane) mektebinde kurulur. (21 Mayıs 1305-3 Haziran 1889) Aynı yıl Paris’teki Jön Türklerin lideri Ahmet Rıza Beyle ilişki kurulmuş ve cemiyet “Osmanlı İttihat ve Terakkî Cemiyeti” adını almıştır. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’deki kurucuların tümü de Osmanlının saltanatın çöküşünü ve istibdadını durdurmak isteyen gençlerden oluşmaktadır. 

Ve fakat zaman ilerledikçe bunların da en azından tek dertlerinin özgürlük ve zulümden kurtulmak olmadığı ortaya çıkacaktır. 

Padişah tahttan indirildikten sonra tarihte eşine az rastlanır bir birbirini yeme kavgasına girişirler. 

Tarık Zafer Tunaya, konumuzla ilgili kitabında “”Mithat Paşa tarafından vaktiyle ilân edilmiş olan anayasanın tekrar yürürlüğe konmasından başka bir şey istemiyorlardı.” diyerek alabildiğince masumlaştırdığı bu kalkışma/eylemin sonuçları çok ciddi olmuştu. Selanik’ten “Payitahta gelen İttihat ve Terakkî üyeleri (Saray) Yıldız’ı gölgede bırakarak fiili bir iktidar ve başvuru “makamı” olmuşlardı.

Vaziyet alın ortalık karışıyor…

Meşrutiyetin ilânı üzerine bütün memlekette sevinç gösterileri oluyor ve imparatorluğun muhtelif ulusları arasında genel barış alâmetleri görülüyordu. Bunlar arasında hocalarla, Rum Ermeni, Bulgar papazları arasında öpüşmeler olmuş ve Makedonya’daki çeteler hemen toptan şehirlere gelip artık faaliyetlerini durdurmaya karar verdiklerini bildirmişlerdi. Meşrutiyetin devamının getirdiği düşünce, ifade ve toplantı özgürlüğünün etkisi sadece sevinçli ya da öfkeli siyasal gösterilerle kalmamış ayrıca işçiler arasında yaygın çalkantılara sebep olmuştur. İşçiler fiyat artışlarını (‘devrim’den sonraki ilk iki ay içerisinde enflasyon yüzde yirmi olmuştur) telafi etmek için ücret artışı talebinde bulunmuşlar. İstekleri kabul edilmeyince altı ay içinde yüzün üzerinde grev yapmışlardı.

Genel manzara ise şöyleydi…

Osmanlı’nın tarihi yanlış kararlarından biri, gayr-ı müslim vatandaşlarını devletten uzaklaştırma kararıydı. Zamanla Ermeni, Yahudi ve Rumlar ticari piyasanın sahipleri oldular. Osmanlı asli unsurları ise, en fazla sıradan memur ve çiftçi oluyordu. 

Kasaba ve şehirlerde Avrupa mallarını satanlar yani manifaturacı, camcı, hırdavatçı, kırtasiyeci ve diğer bütün esnaflık başta Ermeniler olmak üzere Yahudilerin ve Rumların işiydi. Büyük ithalatçılığı da Ermeni, Yahudi ve Rumlar yapıyordu. 

Sanatkârlar da büyük ölçüde onlardandı, demircilik Ermenilerin, mandıracılık Yahudilerin, eczacılık, Rumların ve Ermenilerin hekimlik ve bilhassa dişçilik ve büyük şehirlerde değirmencilik, kunduracılık, balıkçılık, sarraflık ve bankacılık dahi bu azınlıkların ellerindeydi.

Osmanlı gayrimüslimlerin devleti ele geçirmesinden endişe ettiği için böyle bir karar almıştı ama, zengin olanlar kısa sürede perişan haldeki memurları rüşvet ile satın alıp yine istedikleri gibi at koşturuyorlardı. 

Devletin asli unsuru olan Türkler ise biraz tahsil görüp, bir diploma aldıktan sonra devlete kapağı atmaktan başka bir şey düşünmüyordu.

Bir yanda hürriyet ve meşrutiyeti yoğunca savunan İttihat ve Terakki Partisi diğer yanda ise meşrutiyeti İslam’la bağdaştırmakta güçlük çeken dindarlar vardı. İttihat ve Terakki Partisi mensupları, meşrutiyeti savunmakla beraber, gündelik hayatlarında oldukça çeşitli bir gündelik hayat pratiğine sahiptiler. Yani içlerinde masonlar da vardı, dindarlar da… Talat Paşa da Enver Paşa da Şeyhülislâm Musa Kâzım da bu partiye destek veriyorlardı. Buna karşılık dindar görünümlü entelektüellerin meşrutiyete bakışı oldukça problemler içeriyordu. “Batıdan gelen bu yönetim biçimi, acaba İslâmî bir yönetim biçimi midir? Yoksa Batı modernizminin ürettiği bir İslâm karşıtı bid’at mıdır?” sorularının anlamı içerisinde bocalıyorlardı.

İstanbul fethedilirken büyük hararetle meleklerin cinsiyetini tartışan Ortodoks papazlar gibiydi bazı din alimleri. 

Ya da Titanik batarken şarkı çalmaya devam eden orkestra gibiydiler!

İşte Bediüzzaman’ın vardığı İstanbul, böyle bir İstanbul’du. Gündelik hayatları İslâmî olmayan pek çok kişinin siyasal düşüncesi Said Nursî’ye benzerken; gündelik hayatları dindar olan pek çok kişinin siyasal düşünceleri de Bediüzzaman’a benzemiyordu.

İşin özüne bakıldığında ise, II. Meşrutiyet’e giden yolda, Niyazi ve Enver Bey’in dağa çıkarak istibdata meydan okumaları kadar, Said Nursî’nin konuşmaları ve yazıları da etkili olmuştu. Nursî, Meşrutiyet’in ilanının hemen ardından, memleket geneline gönderdiği telgraflarla bu huzurlu bayramı topluma izah ediyordu.

Saray, bu adam hakkında ne kadar haklı çıktığını dehşetle görmüş, onu İstanbul’dan uzaklaştırmanın artık daha da zor olacağını kavramıştı. 

Said Nursî, II. Meşrutiyet’in ilanından önce İstanbul’da, Selanik’te dolaşarak halka hitap ediyor, Meşrutiyet’in İslâmî bir rejim olduğunu, Dört Halife Devri’ndeki pratiklerin örnek alınması halinde Meşrutiyet’e sahip çıkılması gerektiğini, bu hakikatin dört mezhepten çıkarılabileceğini haykırıyordu.

Bediüzzaman’ın bu haykırışı başta padişah II. Abdülhamid olmak üzere statüko yanlısı olan oligark ve bürokrasiyi ziyadesiyle rahatsız ediyordu ancak II. Meşrutiyetin ilanıyla oluşan yeni siyasî iklimde yasak ve sürgün kararları iptal edilmiş, Said Nursî’nin İstanbul’dan sürülme kararı da geçerliliğini yitirmişti.

Bu heyecanlı bölümü Nursi’nin bu dönemde yazdığı bir makaleden küçük bir bölümle tamamlayalım. 

Üstad bu makalesinde Hürriyet/özgürlük kavramına şöyle sesleniyordu: 

“Sen olmasaydın ben ve umum millet zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-i ebedi ile tebşir ediyorum!”

Bu sefer gerçekten 31 Mart’a geldik…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin