Evimdeki son akşam

YORUM | YASEMİN TATLISEVEN

Elindeki kumanda yere düşünce sıçrayarak uyandı. Televizyon seyrederken içi geçmiş olmalıydı. Uzanıp kumandayı yerden aldı. Koltuğunda doğruldu. Kanallar arasında kısa bir gezinti yaptıktan sonra, seyredecek bir şey olmadığını fark etti. Mutfağa doğru geçti, televizyonu açık bırakmıştı.  Böylelikle evde ses oluyor, yalnızlığını unutuyordu. Çay demlemek için ocağa su koydu. Elini çay kutusuna attı, bitmiş olduğunu gördü.  Sallama çayı vardı, ama demleme çayın yerini asla tutmuyordu. İstemeye istemeye markete gitmeye karar verdi. Üzerine bir hırka geçirdi.  Sokak terliklerini giyip evden çıktı. Aslında; şu anda istediği tek şey, bakkala diye çıkıp, kaybolmaktı!

Market yürüme mesafesindeydi. Hava neredeyse kararmak üzereydi. Sokak lambasının cılız ışığında, bir arabadan yansıyan kendi aksini gördü. Ne kadar da bitkin görünüyordu. Günlerdir aynaya bakmamıştı. Daha doğrusu içinden aynaya bakmak bile gelmemişti.  Arabadan yansıyan görüntüsüne acıdı. Sokağın ortasında avazı çıktığı kadar bağırıp, ağlamak istiyordu. 

Eve girdiğinde, bu evde geçireceği son gecesi olduğunu anımsadı. Boğazı düğüm düğüm oldu. Çayı ocağa koydu. Çay demlenirken, yarın çıkacağı yolculuk için eşyalarını hazırlamaya karar verdi. Bir hafta önce; sırf bu yolculuğu düşünerek satın aldığı kamp çantasını eline aldı. İçini dışını güzelce sildi. Kamp çantasıyla birlikte, su geçirmeyen pantolon ve ayakkabı da almış, son parasını da bunlara vermişti. Dolaptan işine yarayabileceğini düşündüğü kıyafetleri yatağın üzerine çıkardı. On dakika geçmiş ya da geçmemişti. Eşyalara anlamsızca baktı. Fısıltı halinde, “Ne yapıyorum ben!” dedi.  Dolaba yaslandı, olduğu yere çöküverdi. Bacaklarını karnına doğru çekti, dizlerine kapanıp, günlerdir içinde hapsettiği hıçkırıkları serbest bıraktı. 

Ne kadar ağlamıştı, kaç dakika böyle kalmıştı bilmiyordu. Gözyaşlarının kuruduğunu hissedince, yerden kalktı. Yatağın ucuna ilişti. Eşyalarını bir daha gözden geçirdi. Bu çantanın içine en fazla ne koyabilirdi ki?  Annesini alabilir miydi yanına? Ya babasını? Bu evi sığdırabilir miydi mesela bu çantaya?  Arkadaşlarını, kardeşlerini, çok sevdiği işini, kedisi Karaca’yı, tıka basa doldurabilir miydi?  Yanına aldığı üç-beş pılı pırtı, kendisine yük olmaktan başka ne işe yarayacaktı? Hem sağ salim varıp varamayacacağından bile emin olmadığı bir yolculuğa çıkıyordu. Belki aldığı eşyaların hiçbirini kullanmak bile kısmet olmayacaktı.  Kamp çantasını katlayıp bükleyip dolaba koydu. Ufak bir sırt çantası çıkardı. İçine iki kat kıyafet koydu.  Babasının geçtiğimiz yıl hediye ettiği anahtarlığı, çantasının fermuarına astı. Bu ufak ve anlamlı hediye, adeta ona güç verdi. Yolculuğu boyunca da sıkı sıkı sarılıp, kendini iyi hissedeceği tek şey, bu ufacık anahtarlık olacaktı.

Eliyle sırt çantasını tarttı. Çok hafifti, tam istediği gibi olmuştu. Bütün sevdiklerini ve yaşanmışlıklarını geride bırakırken, zaten çantanın pek bir önemi kalmıyordu. Hem yolda olasılı bir aksilik yaşanması durumunda, çantayı fırlatıp atar, insanlara yardımcı olmaya çalışırdı. Çay demlenmişti. Bu gece oldukça uzun olacağa benziyordu. Türlü türlü endişeler beyninin içinde cirit atarken uyuması imkansızdı. İyi ki az önce televizyonun karşısında biraz kestirmişti. Nerden bilebilirdi ki; önümüzdeki bir hafta boyunca, uyuduğu tek uyku, o şekerleme olacaktı.

Çayını eline alıp balkona geçti. Havalar; artık gece olunca serinlemeye başlamıştı. Ağustos bitmişti, bugün eylülün ilk günüydü. Annesi her zaman , “Ağustosun yarısı yaz, yarısı kış” derdi. Karanlık gecede gökyüzüne doğru baktı. Yıldızlar parıldıyordu. Ay dolunay şeklindeydi. Dönüp sokağa baktı. Evinin tam karşısındaki gecekondu yıkılmış, yerine büyük bir inşaat başlamıştı. Bitişini göremeyecekti. Köşedeki Ayşe Teyze’nin oğlu birkaç aya askerden dönerdi. Salih Amca emekli olmuş ve Ege’ye gideceğim diye tutturmuştu. Birlikte; internetten, sahil kasabalarındaki satılık köy evi ilanlarına bakıyorlardı. Onun bu hayalini gerçekleştirirken yanında olamayacağı için üzüldü.  Şu karşı apartmanın giriş katında oturan ailenin küçük kızı; her akşam işten dönerken, camdan ona el sallardı.  Keşke adını sorup öğrenmiş olsaydı. O kadar çok pişmanlığı vardı ki bu onların yanında en hafif olanıydı. Çayından bir yudum daha aldı. Gözlerini kapatıp, şehrin gürültüsünü dinledi. İşten çıkıp eve gitmeye çalışan insanlar ile uzaktan duyulan korna sesleri kulağına uğultu şeklinde geliyordu. Bu şehri ve hatta çoğu zaman şikayetçi olduğu karmaşasını bile çok özleyecekti.   

Annesini düşündü. Hastaydı ve artık yaşlanmıştı. Babası çok şükür annesine bakabilecek kadar sağlıklıydı.  İki yıl önce hayatı bir anda alt üst olmuş ve baba ocağına tek başına geri dönmek zorunda kalmıştı. Eşi ve çocukları başka bir ülkedeydiler ve bir an önce onların yanına gitmeliydi. Bir arkadaşı teselli vermek amacıyla, “ Belki Allah, annenle vakit geçirebilesin diye, sana bu kaderi yazdı” demişti. Henüz bilmiyordu ama gerçekten bu zaman dilimi, annesiyle geçirdiği son iki yılı olacaktı.

İkisine de yapacağı yolculuktan hiç bahsetmemişti. Annesi hastalığından dolayı anlamlandıramazdı belki ama babası kesinlikle gitmesine engel olmaya çalışırdı. Kendi bildiğinden şaşmayacağı için, babasını bir de bu tartışmalarla üzmek istemiyordu. Hem her şey olup bittikten sonra öğrenirlerse, o gergin bekleyişi yaşamamış olurlardı. Babası, tüm gerçeği öğrendiğinde, acaba yine onu affedebilecek miydi? En önemlisi de onları dünya gözüyle bir daha görebilecek miydi?  Ömürlerinin son demlerinde, elinde olmadan yaşattığı üzüntüler için, onlara karşı içinde büyük bir suçluluk duygusu hissetti. 

Zaman; hem bir an önce geçsin istiyordu, hem de geçmesin! Ne olacaksa bir an önce olmalıydı. Yüreği, göğüs kafesinin içine hapsolmuş bir kuş gibi çırpınıyordu. Öte yandan sevdiklerinden ayrılmak öyle zoruna gidiyordu ki, birkaç dakika daha kalabilmek için adeta zaman dursun istiyordu. 

Bu düşünceler içinde bardaklar dolusu çay içti. Sabah ezanı okunmaya başladı. Abdest alıp, namazını kıldı. Ellerini açıp Rabbine sığındı, “Allah’ım, kendimi sana emanet ediyorum” deyip duasını sonlandırdı. Saatine baktı. Parasını ve resmi evraklarını koyduğu bel çantasını taktı. Ayakkabılarını giyip sırt çantasını omzuna vurdu. Kapıyı kilitlerken evine son bir göz gezdirdi, ne çok anısı vardı. Bir zamanlar şen şakrak çocuk kahkahalarının eksik olmadığı bu ev, şimdi son yolcusunu da uğurlayıp, birazdan derin bir sessizliğe gömülecekti. 

Mahalledeki uzun ince yolun sonuna geldiğinde, dönüp tekrar sokağa baktı. Komşularından hiçbiriyle vedalaşamamıştı. Aklından, arkasından konuşulacaklar geçti, oralı olmadı. Gözlerinden iki damla yaş yuvarlandı. Sabahın alaca karanlığında, kardeşinin evinin yolunu tuttu. Kapıyı kız kardeşi açtı, içeri davet ettiyse de zamanım yok diyerek girmedi. Biliyordu ki içeriye girerse vedalaşmaları daha zor olacaktı. Kardeşi gergin ve endişeli bir ses tonuyla, “Gitmek istemezsen, kal abla” diyebildi ve yutkundu.  “Bana bir şey olursa” diye başladı söze, ama devamını getiremedi. Kardeşi “Hayır, sana bir şey olmayacak” dedi. “Bana bir şey olursa, çocuklarım önce Allah’a, sonra babalarına, sonra sana emanetler. Çocuklarımın anne tarafıyla olan bağını kesme, ölene kadar onlara sahip çık!” diyebildi. İkisi de ağlıyordu. Sarılıp helalleştiler. Birkaç metre uzaklaşmıştı ki geri döndü ve tekrar sıkıca sarıldılar.

Gözlerinden süzülen yaşları silerken durağa doğru yürüyordu. Gelen ilk dolmuşa bindi. Şoför dikiz aynasından,  sürekli ağlayan bu genç kadına, göz ucuyla bakıyor, içinden  “Kim bilir ne derdi var?” diye geçiriyordu. Birkaç aktarmayla hedefine ulaştı. Ufak bir arabanın içinde, kendisi gibi birkaç kişi daha gördü. Bu araç; kendilerini Yunanistan’a geçirecek olan kaçakçının arabasıydı. Meçhule giden bu yolcuların gözlerinde derin bir hüzün vardı. Üstelik kadınların ağlamaktan gözleri şişmişti. Erkekler onları teselli etmeye çalışsalar da ilk bakışta yüzlerinden endişeli oldukları okunuyordu.  Ortak bir kaderi paylaşan bu insanların hepsinin dudakları kıpır kıpırdı. 

Sınırı geçtiklerinde duygular birbirine karışmıştı. Kazasız belasız geçtikleri için mutluydular. Geriye dönüp baktıklarında ise, vatan toprağını son kez görüyor olmak, yüreklerini acıtıyordu. Bir avuç mülteci gözyaşlarını silerek;  henüz başında oldukları bu bilinmez yolculuğun, bir sonraki durağına ulaşmak için, hiç bilmedikleri bir ülkede, karanlık bir eylül akşamı yürümeye koyuldular. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Duygulandırıcı, güzel bir yazı. Evinden, ailesinden, yurdundan kopan herkese Allah yardım etsin.

    Bir de İsra suresinden şu duayi okuyabilirler göçmen kardeşlerimiz. “Ve kul rabbi edhılni mudhale sıdkın ve ehricni muhrece sıdk. vec’al li min ledunke sultanen nasira”. “Ve deki: “Rabbim! gireceğim yere doğrulukla girmemi, çıkacağım yerden doğruluk çıkmamı sağla. katından bana yardımcı bir kuvvet ver.”

    Allah sorsun bu insaların çektikleri, kimler mes’ulsa.

    Üzülmeyim: Yeryüzü Allah’ındır, ve geniştir.
    Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.

  2. Gozyaslarimla okudum bu kardesimin hatirasini.Tum hucrelerimle hissettim aciyi, hasreti,ayriligi..Bunlari yasayanin tek bir kisi olmadigini bilerek.Hayat hep.tercihlerle gecer ya.Sen, Allahin davasinda hakyolda olmayi, sahip oldugun her kiymete tercih etmissin.Rabbim de seni bu zorluklara bedel, ebedi yurdunda hayal bile edilemeyen guzellliklerle karsilasin.Yasadigin bu acilarin her anina bedel, sonsuz lutuflarini ihsan etsin.Yeni yerinizde cok samimi iyi niyetli insanlar cikarsin karsiniza.

  3. giden düzenini bozup gidiyor, kalan karanlıkta kalıyor. Allah gidenin de kalanın da yardımcısı olsun inşallah. kalanlara sahip çıkmak lazım

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin