Bediüzzaman’ın İstanbul’u (3): Celladın can yakan kemendi!

YORUM | NEDİM HAZAR

Bugün biraz işin sanat ve edebiyat yönüne bakacağız. 

Doğu’nun yalçın kayalıklarında herkesin arzu ettiği konforlu bir hayatı bırakıp, memleketin kalbi olan İstanbul’a gelen ve Bediüzzaman lâkabıyla anılan Said Nursî, döneme göre çok büyük idealler ve hedeflerin peşindeydi.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin İstanbul’a ilk geldiği dönem, şehrin tarihi açısından en çalkantılı, bulanık ve gergin dönemidir. 

Buna rağmen Nursi’nin kendi ajandası vardır. 

Cehaletle çökertilen bir toplumun eğitimle ayağa kalkabileceğine inanmakta ve bunun için elini taşın altına koymaktadır. 

Ne ki, büyük resimde işler bambaşkadır. 

Dersaadet adeta bir cadı kazanıdır. 

Bir yandan yıllardan beri Osmanlı’yı parçalamak isteyen devletler ve güruhlar, diğer yandan içeriden padişahlık rejimine karşı yükselen özgürlük sesleri vardır. 

Buna bir de toplum içindeki elitin iktidar arzusu eklenince İstanbul, Bizans döneminden daha kargaşalı bir hal almıştır. 

Padişah, azınlık bir grubun elinde adeta esirdir. 

Bediüzzaman henüz 30 yaşında gencecik bir molla iken geldiği İstanbul’da saraya ve halifeliğe büyük bir hoşgörüyle bakar. 

Ancak durumun hiç de zannedildiği gibi olmadığını kavraması uzun sürmez. 

3 yıl içinde pek çok makale yayınlar ve bu makaleleri incelediğimizde eleştiri dozunun giderek arttığını görürüz. 

“Ömrünün zekâtını Ömer bin Abdülaziz gibi sarf et. Ta ki, biatın manası gerçekleşsin. Meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, Yıldız’ı da mahbûb-ı kulûb eyle. Zebaniler gibi hafiyeler yerine rahmet melekleri olan âlimlerle doludur; Yıldız’ı Dârül-Fünûn gibi yap.” (Mart-1909)

Görüldüğü üzere dozunda ve yapıcı eleştirilerdir bunlar. 

Burada ünlü şair Namık Kemal’den bahsetmezsek büyük eksiklik olacaktır. 

İbn Haldun’a göre, üslûp zihinde ve hayalde beliren suretleri kelime ve terkip kalıplarına dökme tarzı, dokuma biçimi, onlardan özgün bir yapı oluşturma yöntemidir. Üslûbun karakteristiği estetiktir. Bu da parlak hayal ve ince tasvire, nesneler arasında sezilmesi güç ortak noktaları keşfederek aralarında benzerlik ilgisi kurma, soyuta somut elbisesi giydirme, somutu soyut kıyafetine sokma gibi belagate dayalı tasarruf ve becerilere dayanır…” (İslam Ansiklopedisi “Üslup” maddesi) 

Tezkirelerde divan şairlerinin şairlik gücünü, şiirdeki tarzlarını, söyleyişlerindeki orijinal yanları ayırt etmek üzere kaydedilen kalıplaşmış ifadeler içinde “tarz-i şi’r, tarz-ı hȃs, tarz-ı Necȃtȋ, Nevȃyȋ tarzı, tarz-ı dil-firȋb, üslûb-ı nazm, üslûb-ı makȃl, üslûb-ı Acem, üslûb-ı acȋb, vȃdȋ-i sühan, tarik-i şiȃr, güzel eda” gibi tabirlere rastlanmaktadır. 

Özellikle Osmanlı döneminde pek çok şair, kendi üsluplarıyla ilgili satırlar da kaleme almışlardır: 

Bȃkiyȃ tarz-ı şi’r böyle gerek

Hem zarȋfȃne hem levendȃne

Bȃkȋ

*

Sözü rengȋn-edȃ etmek Hayȃlȋ ihtirȃ’ıdır

Horasan ehli sanmasın bunu tarz-ı Nevȃyȋ

Hayȃlȋ Bey

*

Bu tarz-ı hȃsa ey Nef’ȋ yine sûret veren sensin

Nazȋre söyleyenler ekseri efsȃne yazmışlar

Nef’ȋ

*

Nev’iyȃ nazm içre ȋcȃd eyledin bir tarz-ı hȃs

Rûm’u kurtardın Acem eş’ȃrına taklȋdden

Nev’ȋ

*

Tarz-ı selefe takaddüm ettim

Bir başka lisan tekellüm ettim

Zannetme ki şöyle böyle bir söz

Gel sen dahi söyle bir söz

Şeyh Gȃlib

Örnekleri çoğaltmak mümkün, şuraya gelmek istiyorum:

Bediüzzaman’ın ilk eğitim yılından itibaren oturmuş halde kullandığı retorik, onun üslubunu üç ayrı döneme ayırmamıza imkan verse de (Necip Fazıl’a, “Eski Said gibi konuşuyorsun” dediğini hatırlayalım) belagat bağlamında milim sapma olmamıştır. 

Üslup etimolojik olarak incelendiğinde, dilbilimci Mario Klarer’in tesbitine göre “19. yüzyılda belagat (retorik) etkisini kaybetti, metodolojisi edebiyat eleştirisi ve sanat tarihi tarafından benimsenen bir alan olan üslûpbilim gelişti.”

Kökeni Latincedeki ‘stilus’a ve Grekçe ‘stylos’a dayanan, Batı dillerinden Fransızcada “stilistique”, İngilizcede “style veya stylistics”, Almancada “stilistik”, Arapçada “üslûb = اسلوب “veya “üslûbiyyât = اسلوبیات “veyahut “elüslûbiyye = الاسلوبیھ “olan kavram, Türkçede Arapçadan geçmiş alıntı bir kelime olarak hem “üslûp” veya “üslûbiyyât” hem de “üslûp, biçem, deyiş, özanlatı” veya “üslûp bilgisi, üslûpbilim, biçembilim, deyişbilim” ile karşılanmaktadır. (A. Çalışkan: Üslupbilimin Tarihçesi) 

Malum, Tanzimat Edebiyatı; Tanzimat Fermanı ilan edildikten sonra, bir yanı ile doğulu diğer yanı ile batılı değer ve dünya görüşüne sahip şair ve yazarlar tarafından Batı edebiyatı, özellikle de Fransız edebiyatı tesirinde 1839’da başlayan ve 1896 yılında sona eren süreçte üretilen edebi metinlere deniyor. Şinasi Efendi, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi ünlü edipleri ve bu edebiyat akımının. 

Yazımına 1876 yılında başlanan (daha sonra pek çok değişiklik yapıldı) ve “Hürriyet Kasidesi” adıyla şöhret olmuş “Besâlet-i Osmâniyye ve Hamiyyet-i İnsâniyye” (Osmanlı Yiğitliği ve İnsânî Kahramanlık) olarak da bilinir. 

Merhum Ahmet kabaklı ise tarihin bilinen algısını yerle bir eden şu tespitte bulunur: 

“Bu şiirin yazıldığı tarih kesin değildir. Ancak 1876’dan önce yazıldığı şüphesizdir. Çok umûmîleşen yanlış bir düşüncenin aksine, bu kasidenin Sultan Hamid’e karşı olmak ve onu yermekle hiç alakası yoktur… O tarihte Osmanlı tahtında Sultan Aziz, sadrazam olarak da Ali Paşa bulunmaktadır. Sultan Hamid, çok sonraları görünecek ve onun saltanatında Namık Kemal bilakis, yeniden devlet memuriyeti alarak ‘bâb-ı hükûmete girecektir…” (Hürriyet kasidesi s176)

Aslında (Merhum Kabaklı beni bağışlasın) 1876 tarihsel açıdan da uygun bir tarihtir. 

Zira bu tarih, Abdülaziz’in tahtan indirilmesinden sonra sürgünde olduğu Mağusa’dan İstanbul’a geldiği tarihtir. Muhtemelen Namık Kemal bu kasideyi Abdulaziz’e yazmıştır ama bunu Abdulhamid döneminde yapmıştır. 

Kabaklı’nın daha sonraki tespitleri de enteresandır: “Namık Kemal’in Batı’dan alınmış bazı ‘kıymetler’ uğruna, 550 yıl boyunca ‘ebed müddet’ diye yüceltilen devlet otoritesine karşı, bu şiirde takındığı ihtilalci, kavgacı, hatta yıkıcı tavır da akılda tutulmalıdır. Hürriyete, vatana, millete ve Osmanlı tarihine olan yapıcı ve ‘romantik’ övgülerin yanında şiirin isyan kışkırtıcı tarafı, zaman içinde birçok boş beyinli ihtiras ve ihtilal adamının hırsını kamçılamıştır. ‘Zâlim, bîdâd, kilâb’ diye sövülen devlet otoritesi Türk edebiyatında ilk defa bu şiirle ağır yaralar almıştır…” (s177)

İşte böylesine ehemmiyetli bir kasidedir Hürriyet. 

Hz. Bediüzzaman İslam alimleri içinde Hürriyet kelimesini en çok önemseyen ve kullananların başında gelir. Mottoya dönüşmüş olan “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam!” cümlesi ona aittir. 

Kaside edebiyat ve siyaset alanında etkisi neredeyse bir asır sürecek tartışmaları da beraberinde getirir. 

Cadı kazanına şöyle bir göz atalım…

Zamanla dertlerinin vatan değil, iktidar olduğu ortaya çıkan İttihatçıların kurucu kadrosu…

1908 yılında II.Meşrutiyet’in ilanı ile birlikte Osmanlı Devleti’nde yeni bir siyasal yapılanma ve yeni bir zihniyet yapısının yanı sıra, bu yeni zihniyetten rahatsızlık duyan bir kesim ortaya çıkmış; gerek sivil toplumda gerekse ordu içinde artan kutuplaşma ve gerginlikler isyan ortamı doğurmuştu.

Meşrutiyeti ilan etmiş olmasına rağmen iktidarı tam olarak ele geçirememiş olan ve hükûmet üzerinde dolaylı bir denetim kuran İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin devlet kademelerinde kadrolaşması politik istikrarsızlığa yol açmıştı. Cemiyet ile ters düşen memurların görevlerinden uzaklaştırılmaları, cemiyete girdiğini ispat için yemin etmeyenlerin tutuklanması, farklı siyasi oluşumlara hayat tanınmaması huzursuzluk nedeniydi. İttihat Terakki’yi ve hükûmeti eleştiren gazetelere hatta bu gazeteleri satan bayilere baskı uygulanması isyan ortamını doğuran uygulamalardandı.

Bu ortamda Meşrutiyetin İlanı’ndan birkaç ay sonra İstanbul’da “Din elden gidiyor” mantığıyla bir takım küçük ayaklanmalar meydana geldi, ancak kısa sürede bastırıldı. Ekim 1908’de Fatih Camii’nde Kör Ali ve İsmail Hakkı adlarında iki hocanın arkasına takılan halkın Yıldız Sarayı’na kadar gidip Meşrutiyet aleyhine gösteri yapmaları bu isyanlardandı.

İttihatçıların organize hareketlerine karşı, sarayı elinde tutan güruhun da hamleleriydi bunlar.

Bir strateji savaşı yaşanıyordu adeta. 

Nitekim çok geçmeden gerginlik Osmanlı ordusuna da sıçradı.

Bir önceki yazıda da belirttiğimiz gibi (Mustafa Kemal’in Selanik’e tayinini çıkarıp teşkilata üye olması) aslında ordu içinde çok büyük bir hareketlilik de vardı. 

Tiyatro basmalar, askerlik süresi uzatılınca erlerin isyanı, Zuhafa Alayı meselesi oynanan ölümcül satranç oyununun hamleleriydi. 

Bu dönemde Volkan ve Mizan gibi gazetelerin yayınlarında kullandıkları üslup, İttihat ve Terakki’nin uygulamalarından zarar görenler üzerinde etkili oluyordu. Derviş Vahdeti’nin çıkardığı Volkan gazetesi bu anlamda oldukça hırçın ve kışkırtıcı bir dil kullanırken bu mevkutelerde makale yayınlanan Bediüzzaman’ın alabildiğinde dengeli bir üslup ve pozitif retorik kullandığına şahit oluyoruz. 

Ancak, bir yandan saraya ulaşmak için zorlayıp saray bürokrasisinin “Persona non grata” ilan ettiği Nursi, diğer yandan her ne kadar üslubuyla farklı olsa da Derviş Vahdeti gurubundan sayıldığı için İttihatçıların da radarındaydı. 

İşte Namık Kemal’in kasidesi her ne kadar bu olaylardan yıllar yıllar önce yazılmış olsa da sanki o günleri anlatıyordu. (Sadeleştirip özetliyorum)

“Çağın değer yargılarını doğruluktan ve samimiyetten sapmış görerek kendi arzumuz ve saygınlığımız ile devlet kapısından ayrıldık.

Kendini insan bilenler halka hizmet etmekten usanmaz, mürüvvet sahibi olanlar zavallılara yardım etmekten kaçınmaz.

Eğer millet, hor görülmüşse onun şanına bir eksiklik geleceğini sanma; yere düşmekle cevher, değerinden özünden bir şey kaybetmez.

Vücudun mayası, vatan toprağıdır; bu vücut, acı ve sıkıntı içinde vatan yolunda toprak olursa, en küçük bir üzüntü duyulmaz.

Dünyada zalimin yardımcısı, aşağılık kimselerdir; insafsız avcıya hizmetten zevk alan ancak köpektir.

Hayatın değerini şöhretin güzelliğinden üstün tutanlar ile geçici zevklere ebedî feyiz tercih edilir.

İnsanlarda hayatın uzamasına bunca düşkünlük nedendir; insan emaneti koruyacağı yerde ondan niçin menfaat bekler?

Kişi dünyada herkesten kendini alçak görür, ayıplanmaktan kaçınır, fakat kendi nefsinden utanmaz.

Akıllı ve bilinçli olanların, yaptıklarından pişman olup çalışmalarını artırması ve bunlardan ders alması, felekten intikam almak demektir.

Başarının, üstünlüğün değeri, milletin gönül birliğinde durur; koruma ve kollama eserleri ise ümmetin düşüncesinin çarpışması ile çıkar.

İktidar sahibi bir kişinin azim gücü, dünyanın bir düzene girmesini sağlar; metanet sahibi kişilerin ayaklarını sağlam basması ile cihan titrer.

Kader, her feyzini, her lütfunu bir zaman için saklar; milletteki gevşeklikten, zayıflıktan sakın korkma!

Zincire vurulmuş aslana ayaklarının güçsüzlüğü töhmet değildir; bu dünyada nasipsiz himmet sahiplerinden talih utansın.

Işık yüksekliğin doruğundan uzaksa çaresizliktendir; tabiat yerde sürünen kabiliyetten utansın.

Biz o Osmanlılar boyunun ulu soyundanız; mayamız, bütünüyle şehadet kanıyla karılmıştır.

Biz o yüce hamiyetli, çalışkan ve güçlü kişileriz ki bir küçük aşiretten dünyaya hükmeden bir devlet meydana getirdik.

Biz o yüce yaratılışlı milletiz ki hamiyet meydanında ayaklar altında toprak olmaktan bize ölüm daha iyi gelir.

Hürriyet mücadelesi korkulu ateş olsa ne dert, yiğit olan bir insan gayret meydanından kaçar mı?

Cellâdın can yakan kemendi acımasız bir ejder bile olsa, yine bin defa esaret zincirinden daha iyidir.

Felek her türlü eziyet yollarını toplasın gelsin, millet yolunda hizmetten dönersem kahpeyim.

Bu yolda çektiğim acılar, sıkıntılar anılsın; bunun en basit zevki bile vezirlikten, sadrazamlıktan daha iyidir, yücedir.

Vatan, bir vefasız alaycı sevgiliye dönmüş, aşkına bağlı olanları gurbet acılarından ayırmıyor.

Korkudan, yalvarma yakarmadan uzağım; benim yanımda görevim menfaatimden, hakkım hükûmetin kötü niyetlerinden daha üstündür.

Ey adaletsiz, milletin yiğitleriyle mücadeleden sakın; senin zulmünün kılıcı hamiyet kanının ateşi karşısında erir.

Zulüm ile işkence ile hürriyeti ortadan kaldırmak ne mümkün; eğer kendinde bir güç görüyorsan insanoğlundan idraki kaldırmaya çalış.

Gönülde çalışma gevheri, elmas cevherine benzer; ağırlığın tesirinden, baskının şiddetinden ezilmez.

Ey hürriyetin güzel yüzü, sen ne büyüleyici imişsin. Gerçi esaretten kurtulduk derken senin aşkının esiri olduk.

Şimdi kalbi fethedecek güç sendedir, güzelliğini gizleme; güzelliğin, milletin nazarlarından ebediyete kadar uzak kalmasın.

Ey geleceğin umudu, sen ne can dostuymuşsun; dünyayı bütün üzüntü ve sıkıntılarından kurtaran sensin.

Hükmetme çağı senindir, hükmünü dünyaya geçir; Allah yüceliğini her türlü belâlardan korusun.

Ey yaralı kükreyen aslan, senin gezdiğin güzel sahralar zulmün köpeklerine kaldı, artık gaflet uykusundan uyan!”

Bu sırada Nursi ile ilgili bilinmeyen çok şey dönmektedir. Üstad ülke meselelerinin içinde boğuşurken Dahiliye Nezareti’ne şöyle bir mektup gelir:

Dahiliye Nezaret-i Celîlesine, Van ulemâsından olup Dersaâdet’te bulunan [Molla Said Efendi’nin] memleketine avdet [etmesi] için harcırâh olmak ve [kendisine verilmek] üzere bâ irâde-i seniyye-i hazret-i padişahi ihsân buyurulmasıyla makâm-ı nezâret-i celîlelerine irsâl kılınmış olan iki bin kuruşu mumaileyh Molla Said Efendi kabulden istinkâf eylemesine binâen meblağ-ı mezbur me’mura tevdian nezâret-i Celîleleri veznesine iâde edildiğine nezâret-i acizi evrâk müdürlüğüne evvelce bunun için verilmiş olan makbuz-i ilm-i marzisinin irsali hususunda. 16 Ağustos 1324/29 Ağustos 1908 ZB., 325/115
1844’ten 1923’e kadar Osmanlı’da Lira, Mecidiye, Kuruş, Para kullanılırdı. 5 Mecidiye 1 Lira, 1 Lira ise 100 kuruştu. Anlaşılan o ki, saray Nursi meselesini 200 liralık bir sus payı ile halletmek istiyordu. 

Bütün bu entrika dolu gelişmelere rağmen, Bediüzzaman son ana kadar Abdulhamit’ten ümidi kesmeye niyetli olmaz. Onca baskı, zulüm, haksızlığı görür görmesine ve hatta bu zulüm bizzat kendisine de yapılmaktadır ama her “kesin inançlı” gibi Bediüzzaman da, bütün bu fenalıklardan Abdulhamit’in bizzat haberdar olduğunu düşünmez.

Olaylardan yıllar sonra kaleme aldırdığı bazı lahikalarda şöyle der hatta: “Bir adamın kusuru ile başkası mes’ul olamaz. Dolayısıyla Abdülhamid’in hükümetlerinin hataları ona verilemez.” Ve çok ama çok bir tespitte de bulunur: “Abdülhamid’in mecbur olduğu istibdâd!”

Meşrutiyet’ten sonra ise konumunu daha da netleştirir: “Eğer meşrûtiyet, İttihâdcıların istibdâdından ibaret ise ve şerî’ata muhâlif hareket demek ise, bütün dünya şahid olsun ki, ben mürteciyim.”

Ahmet Akgündüz gibi zihnini siyasetin bulanık bataklığına tespit etmiş kişilere göre, Abdulhamid kusursuzdu, gelen fenalıklar ondan gelmiyordu ve Nursi bunu çok iyi biliyordu. Nitekim bu sebeple önce tımarhaneye, ardından mahkemeye gönderildi!

Oysa hakikat öyle değil elbette. 

Said Nursi, iyi niyetle geldiği İstanbul’da padişahın çevresinin kuşatıldığını görmüş, sarayın verdiği rüşveti elinin tersiyle itmiş. Bu sebeple baskı ve zulüm görmüş, ardından bu kez başka bir zalim iktidar olan İttihatçıların zulmüne uğramış. Böyle olmasına rağmen, vaktiyle yerden yere vurduğu Abdulhamid’in haklarını da savunacak kadar objektif olabilmiş bir münevverdi. 

Bütün bunlar Bediüzzaman İstanbul’dayken yaşandı. 

Gördüğünüz gibi, mesele dallanıp budaklanıyor ve bugün -maalesef- 31 Mart Vakası’na giremedik. 

Sonra inşallah!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Tebrikler, Nedim Bey! Su sitede hakikaten okunmaya deger nâdir ‘yazar’lardan birisiniz. Bu guzellikleri sizin uzerinizde yaratan Allah’a hamd olsun; sizleri de takrar tebrik ediyorum, Ma’şallah!

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin