YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
Kur’ân’da Peygamber Efendimiz’in (s.a.s) ümmetiyle ilgili Allah’a yaptığı şöyle bir şikâyete yer verilir: وَقَالَ الرَّسُولُ يَا رَبِّ إِنَّ قَوْمِي اتَّخَذُوا هَٰذَا الْقُرْآنَ مَهْجُورًا “O gün Peygamber, ‘Ya Rabbî, kavmim bu Kur’ân’ı terk edip ondan uzaklaştılar!’ der.” (el-Furkân, 25/30) Bazı müfessirlere göre Efendimiz bu şikayetini dünyada iken Mekke müşrikleri hakkında yapmıştır. Zira onlar ilâhî mesajı kabul etmemiş, Kur’ân âyetlerini dinlemekten, okumaktan, anlamaktan ve onlarla amel etmekten yüz çevirmişlerdir. Bununla birlikte müfessirlerin önemli bir kısmı bu şikâyetin ahiret gününde yapıldığını ve Kur’ân’ı terk edilmiş vaziyette bırakan ümmet-i Muhammedi de içine aldığını belirtirler. Zayıf senetle gelen bir hadiste de benzer bir şikayetin bizzat Kur’ân tarafından yapılacağına yer verilir.
Şikâyetin Büyüklüğü
Yukarıdaki âyette yer alan şikayet, alelade bir şikayet değildir. Zira şikayeti yapan kişi Allah Resûlü, kendisine şikayette bulunulan zat âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ, şikayetin anlatıldığı yer de Kur’ân-ı Kerim’dir. Kullanılan kelimeler ve âyetin üslubu da irtikap edilen günahın büyüklüğüne işaret eder. Âyetin başında mazi fiil (kâle) kullanılmasından bu şikayetin kesinlikle gerçekleşeceğini anlıyoruz.
Âyette Hz. Peygamber’in “Resûl” vasfına işaret edilerek onun hem risaleti teyit edilmiş hem de getirdiği vahyin gerçek sahibinin Allah olduğuna işarette bulunulmuştur. Dolayısıyla mehcur bırakılan metin sıradan bir metin değildir, kendilerine gönderilen Resûl tarafından yine kendilerine iletilen ilâhî vahiydir.
Efendimiz’in (s.a.s) sözüne Arapçada tekit ifade eden “inne” edatıyla başlaması, Kur’ân’ı terk edilmiş bırakma cürmünün ağırlığını ve yapılan şikayetin büyüklüğünü gösterir.
Efendimiz, şikâyet ettiği kimseler hakkında “kavmî-benim kavmim/benim ümmetim” sözcüğünü kullanmış, onları kendine nispet etmiş ve böylece onların peygamberlerinin getirdiği vahye sahip çıkmaları gerekirken bunu yapmayarak büyük bir cürüm işlediklerine işaret etmiştir.
“Kur’ân’ı terk ettiler.” demeyip, “Kur’ân’ı mehcur ittihaz ettiler.” buyrulması da çok beliğdir. Zira burada “iftial” babından bir fiil kullanılarak hem terk etme eyleminin tekrarlandığına hem de gerçekte Kur’ân onlardan uzak olmasa da kalplerdeki, zihinlerdeki ve eylemlerdeki yerinin bunu netice verdiğine işaret edilir.
Kur’ân’ın başına ism-i işaret (hâzâ) getirilmesi ve “bu Kur’ân’ı” denilmesi de hem Kur’ân’ın şanına ve büyüklüğüne hem de onun bilinen ve göz önünde duran bir kitap olduğuna işaret eder ve onu terk edenlerin körlüğüne, işledikleri cürmün büyüklüğüne telmihte bulunur.
Kur’ân’ı terk etme eyleminin “mehcur” sözcüğüyle ifade edilmesi ise kendilerine arz edilen, önlerine kadar gelen, yanı başlarında bulunan ilâhî vahye sırt dönmek, ondan uzaklaşmak ve onu yalnız bırakmak suretiyle kazanma kuşağında nasıl bir kayıp yaşadıklarına işaret eder.
Kısacası, yukarıdaki âyet-i kerime, Kur’ân’ı terk edip ondan uzaklaşanların huzur-u ilâhide nasıl zor durumda kalacaklarını açıklar, bu konuda mühim bir ikazda bulunur ve ağır bir tehdit ortaya koyar.
Âyetin birinci muhatabı, Kur’ân’ı külliyen reddeden, onu beşer kelâmı kabul eden, onun âyetlerini alay konusu yapan, hükümlerini kabul etmeyen kâfir ve müşriklerdir. Bununla birlikte özellikle günümüz Müslümanlarının da bu âyetten alacakları ders büyüktür. Zira pek çok müfessirin de üzerinde durduğu üzere, Kur’ân’ın hakkıyla okunmaması, üzerinde tefekkür edilmemesi, anlaşılmaması ve gereğiyle amel edilmemesi de onun mehcur bırakılması demektir. Hz. Peygamber’in ifadeleriyle şayet Kur’ân bir vadide, insanlar başka bir vadide dolaşıyorlarsa (Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 6/348) Kur’ân mehcur (terk edilmiş) demektir.
Kur’ân’ın Gönderiliş Gayesi
Baştan sona bütünüyle Allah kelamı olması itibarıyla Kur’ân’a gösterilecek en küçük saygı ve hürmetin bile Allah katındaki değeri çok büyüktür. Onu belden aşağı tutmama, güzel kılıflarda saklama, öpüp başa koyma, tilavetini dinleme… Bunların hiçbiri hafife alınamaz. Aynı şekilde sırf sevap kazanma niyetine âyetlerini tilavet eden bir kimsenin bu ameli de Allah katında çok değerlidir. Nitekim Efendimiz (s.a.s) Kur’ân okuyan bir kimsenin okuduğu her harfe karşılık on sevap kazanacağını beyan eder. Aynı şekilde şifa bulma, berekete nail olma, tefeülde bulunma, istihare yapma gibi maksatlarla ona yönelen kimse de eli boş dönmez. Ölülere okunduğunda sevabı mutlaka onlara ulaşır.
Ne var ki bir insan sadece bunlarla yetiniyor, onun âyetlerini derinlemesine mütalaa ve müzakere etmiyor, onu hayata hayat kılmaya çalışmıyorsa Kur’ân’ın hakkını vermiş olmaz, onu garip, mehcur ve metruk olmaktan kurtaramaz. Şu âyet-i kerimede Kur’ân’ın indiriliş gayesinin okuma, düşünme, anlama ve ibret alma olduğu açıkça beyan edilir: “Biz sana feyizli ve bereketli bir kitap indirdik ki insanlar onun âyetlerini iyice düşünsünler ve aklı yerinde olanlar ders ve ibret alsınlar.” (Sâd sûresi, 38/29) Başka bir âyet-i kerimede ilahî vahyin hayat kaynağı olduğu zikredilir: “Ey iman edenler, size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne icabet edin.” (Enfâl sûresi, 8/24) Hz. Ali de “Tedebbür olmayan kıraatte hayır yoktur.” der. (Darimi, Mukaddime 29)
Kur’ân’ın Vasıfları
Öte yandan Kur’ân, kendi kendini tarif eden ve maksatlarını açıklayan bir kitaptır. Bizim Kur’ân’la münasebetimiz de buna göre olmalıdır. Her şeyden önce o, “Hak”tır. Gerçeği, sahih bilgiyi temsil eder. Rabbiyle, yaratılış gerçeğiyle, kullukla, ahiret alemleriyle ilgili gerçek ve doğru bilgilere ulaşmanın yolu, Kur’ân’a müracaat etmek ve onun mesajını anlamaya çalışmaktır.
Bunun yanında Kur’ân’ın başlıca vasıfları, doğru yolu gösteren bir kılavuz (Hüdâ), insanların yolunu aydınlatan bir ışık kaynağı (Nur), öğüt ve nasihat rehberi (Mevize, Zikra, Tezkire) olmasıdır. Bu ise ancak onun hükümlerini çok iyi anlayıp onun rehberliğinde bir hayat yaşamaya ve onun aydınlattığı yolda yürümeye bağlıdır. Fıtraten aciz ve zayıf yaratılan insan, müstakim ve güzel bir hayat yaşayabilmek, isabetli tercihlerde bulunabilmek için her zaman yönlendirmeye muhtaçtır. Hiç şüphesiz onun bu ihtiyacını karşılayacak en önemli rehber de Kur’ân’dır.
Kur’ân’ın diğer bir ismi “Furkân”dır, yani o, doğruyu yanlıştan ayıran bir ölçüdür. İnsanın hak ve hakikat arayışında bir kısım şüphe ve tereddütlerden, yanlış yollara sapmaktan, bâtıl fikirlere dalmaktan kurtulması Kur’ân’ın ortaya koyduğu hak ölçülere bağlı kalmasına bağlıdır.
Başka âyetlerde Kur’ân’dan “Burhan” ve “Beyyine” olarak bahsedilir ki bunların manası da yine hakla bâtılın arasını ayıran kesin delil demektir. Dolayısıyla dinî, ahlâkî, ferdî, içtimaî pek çok konuda yaşanan problemleri çözmek, soru ve sorgulamalara ikna edici cevaplar bulmak, bu konularda itiraza meydan bırakmayacak ölçüde kesin delillere dayanmak isteyen bir insanın başvuracağı burhan, Kur’ân’dır.
Kur’ân, “Hikmet-i baliğa”dır (tam ve mükemmel bir hikmet). İnsan Kur’ân sayesinde eşyanın melekûtu hakkında bilgi sahibi olabilir, eşya ve hâdiseler hakkında vakıaya mutabık hüküm ve değerlendirmeler yapabilir.
Aynı şekilde Kur’ân, “Belağ”dır (bildiri ve tebliğ). O, insanların, üzerinde düşünmeleri, ders ve ibret almaları, hak ve hakikati bulmaları, heva ve heveslerine kulluktan kurtulmaları, Yaratıcılarını tanımaları adına gönderilmiş bir tebliğdir.
Kur’ân, her şeyin ayan beyan açıklandığı, ortaya konduğu bir Kitap’tır (Tibyân, Beyân, Mübîn). Hiç şüphesiz Kur’ân, insanlığın, dinlerini doğru bir şekilde yaşama, dünya ve ahiret huzurunu yakalama, varoluşun mahiyetini kavrama, varlığın dilini çözme adına ihtiyaç duydukları bilgileri muhtevi bir kitaptır.
Kur’ân, “Ruh”tur, kalbleri dirilten, insanlara hayat kaynağı olan ilâhî bir beyandır. Nasıl ki bedene hayat ve canlılık veren onun ruhu ise fert ve toplumların hususiyle kalbî ve manevî hayatları itibarıyla canlı ve diri kalmaları da vahyin aydınlatıcı atmosferinde bir hayat yaşamalarına bağlıdır.
Kur’ân, “Şifa” olduğunu söylemek suretiyle de manevî ve ahlakî hastalıkların ilacı olduğunu ortaya koyar. Evet, Kur’ân, insandaki şirk, küfür, nifak gibi itikadî hastalıkları veya kıskançlık, tamah, hırs, adavet gibi kalbî hastalıkları tedavi edecek ve onu sahih itikatla ve güzel ahlâkla bezeyecek olan bir şifa kaynağıdır.
Onun diğer bir ismi veya vasfı “Rahmet”tir. Çünkü o, ortaya koyduğu hüküm ve prensipleriyle insanın yaratılış gayesine uygun ve müstakim bir hayat yaşamasının, Rabbine hakkıyla kulluk yapmasının, ahlâklı olmasının, adil bir toplum yapısı kurmasının yolunu göstermesi itibarıyla mü’minler için mahz-ı rahmettir.
Kur’ân, gönülleri ferahlatan bir müjdedir (Büşra). Çünkü o, Rablerine hakkıyla kulluk yapan mü’minlere Cenneti, Cennet nimetlerini, Allah’a kavuşmayı, rü’yetullahı, rıza ve rıdvanı müjdeleyen ve bu müjdeyle pek çok zorlukların üstesinden gelmelerini temin eden bir Kitaptır.
Bunların yanı sıra Kur’ân, “Hablullah”tır, yani Allah’ın kopmaz bir ipidir. Kur’ân, derin bir çukura veya kuyuya düşmüş insana tutunup kurtulması için yukarıdan sarkıtılan sağlam bir ip gibidir. Zira semadan kendilerine sarkıtılan bu hidayet nuru sayesinde insanlar hidayet ve istikameti bulur, kurtuluşa ererler.
Onun diğer bir vasfı “Urvetü’l-vuska” olmasıdır. Yani o, kopma bilmeyen en sağlam bir kulptur. Hiç şüphesiz böyle bir tutamağa yapışan kimse hak yolda istikamet üzere yoluna devam edecek, sağdan soldan esen rüzgârlar önünde savrulup gitmeyecek, sapkınlık ve dalaletten korunmuş olacaktır.
Kur’ân’ın Gurbeti
Dünya ve ahiret saadetini kazandıracak böyle engin bir kaynağı göz ardı eden, ona önem vermeyen, onun mesajlarını anlama ve yaşama adına gayret etmeyen mü’minlerin, “Rabbim, halkım bu Kur’ân’ı terk edilmiş bir kitap hâline getirdiler.” âyetinin tehdidine maruz kalacaklarından şüphe yoktur.
Peki, modern dünyanın Müslümanları, Kur’ân’la nasıl bir ilişki kuruyor, onu hayata hayat kılmak suretiyle mamur hâle mi getiriyor, yoksa onun emir ve nehiylerini görmezden gelerek metruk bir vaziyette mi bırakıyorlar? Herkes Kur’ân’la kurduğu ilişkiye, Kur’ân’a verdiği öneme, zihin dünyasında ona biçtiği role bakarak bu sorunun cevabını verebilir.
Kur’ân’a bakışta, yaklaşımda ciddi problemler var. Nazari olarak Kur’ân’ın, ilmi her şeyi kuşatan Rabbü’l’Âleminin ezeli bir beyanı olduğu kabul edilse de, bu kabul içselleştirilmiyor, pratiğe yansımıyor. Maalesef şekilcilik ağır basıyor. Kur’ân belli ritüellere kurban ediliyor. Ülfet ve ünsiyet canımıza okuyor. Gaflet gözümüzü kör ediyor. Kur’ân’a olan ihtiyacımızın farkında bile değiliz. Kur’ân’a karşı sanki müstağniyane bir duruş var. En azından ilgi ve alaka eksikliği söz konusu. Okunmuyor, anlaşılmıyor. Okuyanlar da ya kendisine ya da ölülerine sevap kazandırayım diye okuyor. Bu yüzden Kur’ân’la güçlü bağlar kurulamıyor. Hayat ona göre tanzim edilemiyor. Ondaki uyarı, kıssa ve misallere kulak verilmiyor, bunlardan ders alınmıyor. Ferdî, ailevî ve toplumsal hayat Kur’ân’dan ayrı bambaşka bir mecrada akıyor. Kültürün içindeki Kur’ân izleri yavaş yavaş siliniyor, kayboluyor. Kur’ân yeni bir muhayyile inşa etmiyor, yeni bir perspektif kazandırmıyor, şuuraltı müktesebatı hâline gelmiyor. Varlık kitabı ve meydana gelen hâdiseler Kur’ân mantıkiliği içinde değerlendirilemiyor.
Kısacası, modern insan genel itibarıyla Kur’ân’ın kendine has dünyasından kopuk yaşıyor. Yeniden bu dünyayı keşfetme ve ona dâhil olma adına yeterince bir istek ve gayret de ortaya koymuyor. Daha da kötüsü Kur’ân’ı okuyan ve bildiğini zanneden bazı kimseler de onu kendi dünyalarına taşımaya çalışıyorlar. Onu, modası geçmiş bir kitap gibi algılıyorlar. Onun hükümlerini, bugünün medeniyet seviyesinin gerisinde görüyor ve bu yüzden de geçerliliğini kaybettiğini düşünüyorlar. Ona belli bir çağın, belli bir neslin kitabı olarak bakıyorlar. Kur’ân’ın en muhkem hükümlerini bile eleştiriye tâbi tutuyorlar. Hayat kaynağı bu yüce kitaba “ölü metin” muamelesi yapıyorlar. Dolayısıyla da dinî, ahlakî, ferdî, içtimai meselelerin çözümünde onu temel referans kaynağı olarak almıyorlar. Netice itibariyle ya fiilen ya da hükmen Kur’ân’dan uzaklaşıyor, ona yabancılaşıyorlar. Yani onu, mehcur hâlde bırakıyorlar. Pek tabidir ki Kur’ân’ın özünden ve ruhundan uzaklaşanlar, Müslümanlığın özünden ve ruhundan da uzaklaşıyorlar.
Sonuç Yerine
İnsan gibi eşsiz ve mükemmel bir varlığı yaratan Cenab-ı Hakk’ın mutlaka bundan bir muradı vardır. Onun muradını keşfedebileceğimiz kaynak ise ilâhî vahiydir. İnsan, Rabbini ancak Kur’ân’la tanıyabilir. Metafizik âleme ait sorularına onda cevap bulabilir. Allah’ın razı olacağı bir hayatı ona uymakla yaşayabilir. Varoluş sırlarını Kur’ân’la anlayabilir. Hayatına onunla anlam kazandırabilir. Doğru ve bütüncül bir varlık tasavvurunu onunla kurabilir. Güzel ahlâkı, edep ve fazileti onunla elde edebilir. Hakiki insanlığa onunla yükselir. Gerçek anlamda hak, adalet, eşitlik ve hürriyet duygusunu onunla temin eder. Onunla zulmün, haksızlığın, cehaletin, kötülüklerin, fısk u fücurun kaynağını kurutur. İnsanın değer gördüğü, haklarının korunduğu ve merkeze konduğu bir medeniyeti onunla kurabilir.
Kısacası, iki cihan saadetini onunla kazanabilir. Şu âyet Kur’ân’dan yüz çevirenlerin, onu mehcur ve metruk bırakanların her iki dünyada da bedbaht olacaklarını haber verir: “Kim Benim zikrimden (Kur’ân’dan) yüz çevirirse ona sıkıntılı bir hayat vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.” (Tâhâ, 20/124) Kör olarak haşrolan kişi, dünyada gören biri olduğu hâlde oradaki körlüğünün sebebini sorduğunda alacağı cevap şu olacaktır: “Bu böyledir. Nasıl âyetlerimiz sana geldiğinde sen onları unuttuysan, bugün de sen öyle unutulur, bir kenara atılırsın.” (Tâhâ, 20/126)
İmam Gazzâlî’ye göre bu âyetlerde murat edilen kimseler, muhtemelen dilleriyle Kur’ân okudukları hâlde, onu anlamayan ve gereğince amel etmeyenlerdir. (İhyau ulûmi’d-dîn, 1/287) Önümüzdeki Ramazan’ı da fırsat bilerek bir kere daha Kur’ân’a yönelmeye, onu derinlemesine anlamaya çalışmaya, arkasından da hayatımızı baştan sona ona göre düzenlemeye şiddetle ihtiyacımız var. Peygamber Efendimiz, “Allah bu kitapla bazı kavimleri yükseltir, bazılarını da alçaltır.” (Müslim, Müsafirin 269) buyuruyor. Eğer Müslümanlar idbarını ikbale çevirmek istiyorlarsa Allah’tan kendilerine sarkıtılan bu sağlam ipe sımsıkı yapışmak zorundadırlar.
Kronikleşen hastalıklarımızın reçetesinin onda olduğuna, maruz kaldığımız açmaz ve çıkmazlardan onunla kurtulacağımıza, yaşadığımız kriz ve bunalımları onunla aşacağımıza, insanlığı ancak onunla sulh ve selamete ulaştıracağımıza gönülden inanarak bir kere daha onu derinlemesine idrak etmemiz gerekiyor. Bunun için de Kur’ân’la çok daha derinlikli ve içten bir ilişki kurmamız; kalb, ruh ve zihin dünyamızın kapılarını ardına kadar ona açmamız gerekiyor. Zira biz bunu yapabilirsek Kur’ân da hikmet ve sırlarını bize açacak, zihin ve gönül dünyamızı mamur hâle getirecektir.
Allah razı olsun.
Yazıyı tekrar tekrar okumak için özel olarak kaydettim.
😊
güzel bir yazı. keşke cematin de neden Kuranı terk ettiği hakkında da bir şeyler yazsaydın.
Allah razı olsun, Hak Kelamını yükselten satırlarınız hatırına Cenabı Hak sizi, bizi mağfiret ettiği, razı olduğu kullarından eylesin.
Yazınızı bir solukta okurken, ara ara da aklıma geçmişimden sahneler geldi. İşin şurası da var ki, Kuranı kenara koymaktan daha öte, bazı sorunların kaynağı dedirten. Günümüzde, Kuranı Kuranla savaştıran bir atmosfer hissediyorum ki, bu konunun çok derin bir sorun olduğunu kanaat getiriyorum.
Örnekle gideyim, 1998 lerdi, SONSUZ NUR kitabını, gazete, abonelerine hediye olarak verecekti ve o kampanya nedeniyle gönüllü olarak İstanbul Aksaray da Valide Atik cami vakit namaz çıkışında kendi çapımda stand kurmuş, kitabı tanıtıyorduk. Cami Cemaatinden sakallı, vakit namazlarını kaçırmayan, konuşmasından bir İslami derinliği de olduğunu fark ettiğim birkaç kişi çıkışta yanıma geldi ve şu Papazın elini öpen adamın kitabını burada tanıtamazsın dedi.
Buraya kadar olsa idi konu, bu bir şahsı anlayamama sorunu derdim ama aramızda ufak bir fikir tartışması da oldu o esna da. Elbette şu ana göre daha da toy, 20 li yaşındaydım ve yanıldıklarını, bunun yanlış olmadığını ayrıca kitabı okuyarak ayrıca eleştiri getirmelerinin daha yerinde olduğunu söyledim.
Bana, Kafirleri dost edinmemekle ilgili ayet ve benzeri ayetleri sıralamaya, bazı hadisleri de eklemeye başladılar. Ayet tefsiri yapar gibi, arapçası, tefsiri ve ilave hadislerle bana 15 dakika ayakta nasihat etmeye çalışan bu namaz ehli olduğunu düşündüğüm bu gruba karşı ne desemde bir aceba dahi dedirtemediğimi söyleyebilirim.
Kuran-Kuranla savaşıyor derken de kast ettiğim bu. Okuduğu bir ayetten birbiri ile kavga edecek kadar ihtilafa düşecek kadar farklılaşmış bir DİN anlayışı var karşımızda. Bunda elbette kusurlu KURAN değil, o herşeyden yüce, Allah kelamı. Bazı anlayış farklılıklarını makul görsekte, gelinen nokta da, Müslümanı müslümanla vuruşturacak, müslümanı ehli kitapla, müslümanı ehli kitap dışındakilerle muhatap alma noktasında o kadar farklı anlayışlar, inanışlara sebebiyet veriyor ki, bu anlayış farklılıkları, görmezden de gelinemiyor malesef.
Değerli Hocam, bu nedenle, müslümanların temsil konumunda olan, yahut bir başkasının başvuracağı kaynak niteliğinde olan insanlar arasında anlayış farklılığını aşacak derece de, Kuranı çok zıt şekilde anlama durumu olunca, durup düşünüyorum.
Yazınıza da o bağlamda bu noktayı da eklemek istiyorum o nedenle. Kurana karşı lakayt kalmak mı en büyük sorun, yoksa Kurana lakayt kalmayanların etrafa sundukları anlayış mı asıl sorun inanın bu konu da tereddüdüm var.
Kurana lakayt kalan yahut ne okuduğunu bilmeme seviyesinde müslümanlığın yanında, bildiğini sananların arasında mücadelenin yaşandığı tuhaf bir devirdeyiz. Bu olay lokalde bir beldeden başlıyor üstelik, genişledikçe ülke, ve ülkeler çapına, hatta kıtalar çapına yayıldıkça bir sürü KURAN anlayışı ortaya çıkıyor sanki.
Bu konuda hatalı olduğumu, yahut abartılı bulduğumu söylerseniz, izah da ederseniz elbette keyifle öğrenmeye de çalışırım, ama gelinen nokta da, İslam dünyasında, müslümanın müslümanı TEKFİR leştirmeye kadar götürdüğü koca bir anlayış farklılığını da bu açıklamalarınıza lütfen ekleyin de derim.
Değerli hocam, Kurana lakayt kalmak değilde, asıl sorun Kurana lakayt kalmayanların KURAN anlayışı konunun, sorunun özü. Kitleleri soğutan, uzak tutan şey bu. Bunu son yaşanan Türkiye deki olaylar bağlamında da anmıyorum. İslam dünyası çapında ufak bir mercek tuttuğumuzda bir lokal beldeye, orada bile nice tuhaf anlayış farklılıklarının olduğunu görüyorum.
Peki bunlar tüm Kuran ayetlerini mi kapsıyor? Bu konu da, ilmimin yeterli olduğunu söyleyemem, ama kanaatim çok az belirli noktalarda oluşan sorunun, Kuranın bütününe ait ruhunu insanlara kenara koydurttuğunu düşünüyorum.
O gün, Nuri Osmaniye Cami çıkışında, o yaşlı amcalara o daha yeni bıyıkları yeni terleyen halimle bir soru sormuştum. “Böyle düşünüyorsunuz, peki mesajınızı nasıl ileteceksiniz, el sakışmaktan beri bir anlayışınız var, peki bu iş nasıl olacak?, nasıl Efendimizi, Allahı bilecek bu insanlar” dediğimde, ayetin açık net olduğnu söyleyip gülmüşler, ayet ortada deyip çekilmişlerdi.
Lütfen konuyu tek bir ayet bağlamında da ele almayın, o müşahhas örnek olarak verildi, ki siz bu konuda da güzel bir yazıyla konuyu ikna edici şekilde izah ettiniz.
Ama demem o ki, siz o ikna edici yazınızda bile, bugün bile yalnız kaldığınızın farkındasınız sanırım.
Konu KURAN, doğrudan allah kelamı olunca, Kuran-Kuranla savaşıyor? şeklinde çarpıcı bir kelimeyi yazarken de biraz düşünmedim değil, ama muradım anlaşılmıştır, Cenabı hak, Hak dini İslamdan ve yüce kitabı Kuranı hakkıyla feyz alanlardan eylesin hepimizi.
Niyet hayr, akıbet hayır olsun. Rabbim bu yazıyı hayırlara vesile edecek bir niyetle anlaşılmayı nasip etsin, hepimizi mağfiret etsin.