İnsan, ahlak, hukuk, din ve siyaset 

YORUM | AHMET KURUCAN

Türkiye 6 Şubat’tan bu yana deprem ile oturup deprem ile kalkıyor. Haklılar. Birbirinin peşi sıra gelen yüzyılın en yıkıcı iki depreminden bahsediyoruz. Binlerce binanın yerle bir olduğu ve onbinlerce insanın vefat ettiği tabii afet söz konusu olan.

Psikolog ve psikiyatristler böylesi büyük yıkım meydana getiren tabii afetler sonucunda toplumların 4 devreden geçtiğini söyler: şok, öfke, uzlaşma ve restorasyon. 24 yıl önce bu ölçüde yıkıcı olmasa da buna benzer sonuçlarla karşılaştığımız Adapazarı depremi ve sonrasına bu gözle bakalım. Gerçekten bizim toplumumuz bu devreleri teker teker yaşadı, geçti ve 24 yılın sonunda restorasyon sonucuna ulaştı mı? Şok ve öfke dönemini yaşadığımız muhakkak ama uzlaşma ve restorasyon için aynı şeyleri söylemek zor. Hem de çok zor.

O günleri yaşayanlar hatırlayacaktır, deprem yönetmeliği çıkmıştı depremin hemen ardından. Yıkılan binaların yapımında görülen ihmallerden sonra sıfır tolerans uygulanacak, kurallara uymayanlara ibretlik cezalar verilecekti. Yapı denetim hakkıyla ve zamanında yapılacaktı bir başka tabirle. Zorunlu deprem sigortası da getirilmişti. Bir taraftan depremin acısını iliklerine kadar hisseden toplumun baskısı diğer taraftan siyasi iradenin kararlılığı bu çerçevede yasal düzenlemelerin büyük bir uzlaşı neticesi çıkmasını sağlamıştı. Ama hem arada geçen 24 yıl içinde hem de yaşadığımız bu acı ve yıkıcı deprem sonucu gördük ki bu kurallar tam anlamıyla uygulanmamış. Üzücü ama gerçek devlet-millet işbirliği ile çıkan kanunlar yine devlet-millet işbirliği içinde delinmiş. Deprem kuşağında, kırılgan fay hatları üzerinde yaşıyor olmamıza rağmen uzlaşma ve restorasyon dönemi neredeyse hiç yaşanmamış. Şok ve öfkeyi yaşıyoruz şu an. Keşke bu defa uzlaşma ve restorasyonu Japonya misali deprem kuşağındaki sair ülkeler gibi yaşasak.

Kaldı ki mesele sadece binaların yapımı adına bir uzlaşma ve restorasyon da değil. Asıl mesele gönül birlikteliğinin olması, Türk, Kürt, Sünni, Müslüman, Alevi, Ermeni, Hıristiyan, muhafazakâr, modern ve benzeri kırık fay hatları üzerinde oturan ben’lerin biz olarak toplum şuuruna ermesi. Uzlaşmayı ve restorasyonu bütün farklılıklarına rağmen ‘biz’ zemininde sonlandırabilmesi. 

Mümkün mü? İmkânsız denecek ölçüde zor. Neden mi? 21 yıldır devam eden AKP iktidarı, sonradan ona eklemlenen MHP ve Ulusalcı, Ulusolcu, Atatürkçü ve irili-ufaklı daha kimler varsa iktidar ortaklarının kullanmış oldukları dil ve başta uygulayageldikleri ayrımcı politikalar bunun en büyük engeli. Ya bendensin ya da teröristsin söylemini ele alın arzu ederseniz. Çünkü iktidar bileşenlerine göre muhalif olan herkes terörist. 

Uzağa gitmeye gerek yok, şu felaket anında bile güya iktidar bileşenlerinden olan herkesin söylemlerine bakın, bu acı gerçekle yüzleşmek zorunda kalacaksınız. Daha dün enkaz altında kalan bir cana daha ulaşmak için yapıcı önerilerde bulunanlara Cumhurun sözde başı olan adam ‘şerefsiz, haysiyetsiz ve namussuz!’ demedi mi? 

Nasıl bu noktaya geldik? İki tane çok net sebebi var bunun. İlki dinin ideolojileştirilmesi, siyasileştirilmesi ve araçsallaştırılması. İkincisi ise araçsallaştırılan bu dinin parti ve ideoloji üst kimliği ile ön plana çıkartılması. Türkiye, dini merkeze koyacak olduğumuzda son 21 yıldır bu iki durumun en açık tonundan en koyu tonuna kadar yaşandığı ülkenin adıdır. Daha önce de aynı şey din değil Kemalizm merkezli yaşanmıştır.

İster sağ, ister sol, ister din, ister din dışı, ister İslami ister seküler hangisi olursa olsun bu zihniyet böyle devam ettiği müddetçe Anadolu coğrafyasında yaşayan farklı inanç, mezhep, etnik köken, ideoloji, dünya görüşü ve hayat tarzına sahip insanların büyük resim özelinde uzlaşma ve restorasyonu gerçekleştirmeleri imkansız denecek ölçüde zordur. Çünkü din, mezhep, parti, cemaat, tarikat hangisi olursa olsun kimlik aidiyetinin bu kadar ön plana çıktığı bir zeminde o kimlik sahipleri birbirini iter. En küçük bir kıvılcımla karşılıklı kavgalar, patlamalar, çatışmalar olur. Bu kavganın illa fiziki olması gerekmiyor. İşte şu anda devlet imkanlarının dağıtılmasında gösterilen ayrımcılık bile bunun göstergesi.

İnsaf dediğinizi duyar gibiyim. Can pazarının kurulduğu bir ortamda da mı olur bu ayrımcılık diyorsunuz şu an. Doğru olmaması lazım ama gerçekler ortada. Yalan üzerinde ittifak etmesi imkânsız acılı yüzlerce insanın sosyal medyada dile getirdiği üzere devlet aygıtını yöneten iktidarın bu süreçte bile vermiş olduğu kararlara bakın. Sırf etnik kimlikleri, mezhebi tercihleri, oy oranlarına bakarak yardım faaliyetlerini koordine etmeleri bu zihniyetin göstergesi değil mi? Sadece bu bile söz konusu ayrımın zihinlerde ne kadar köklü bir biçimde yer aldığını, öfkenin hiç olmaması gereken bir zamanda dahi nasıl nefret ve intikama uzandığını göstermiyor mu?

Pekâlâ çözüm ne? İnsan kimliğini her şeyin üzerinde tutmak. Önce insan olmak, yeni nesilleri bu ana fikir etrafında yetiştirmek. Bir başka ifadeyle insan üst kimliğini her şeyin üzerine çıkartmak. Ardından ahlaki temel öğelerle donanmak. Yeni nesilleri de bu ideale göre yetiştirmek. İkisini birleştirirsek ahlaklı insan olmak. Yalnız hemen ilave edelim, ahlaklı insan gibi davranmak değil, aksine ahlaklı insan olmak. Ve üçüncüsü temel insan hakları ve özgürlükleri etrafında örgülenmiş hukuki bir sistem inşa etmek ve onu tavizsiz bir şekilde hayata geçirmek. İmkânsız denebilecek ölçüde zor dediğim işte bu.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. “Bu topraklarda insan eşyadan farksız, onu bir emanet olarak görmedik.” 9 Şubat akşamında yitirilen can sayısı 17.406 ya ulaşmıştı, binlerce insan canı ama toplum nezdinde sanki telef olmuş kümes canları gibi. 10 şehirde kıyamet koptu sanki ama biz “hayat devam ediyor, etmeli” bahanesi ile iş ve keyfimiz dahil rutinlerimize devam ediyoruz. Bir de soysal medya üzeri den bireysel yardım paylaşımları var ki birçoğu hiç samimi gelmiyor.

    Yer yerinden oynadı, ama biz sosyal hayatta, siyasette, iç dünyamızda bir şeyleri yerinden oynatmadik. Yazıklar olsun, adete Kızıl deniz kapandı üzerimize, Nuh tufanı mı bekliyoruz!?

  2. Adam depremde bile düşman üretiyor. Fitneci, şerefsizlere karşı Tayyip. Yani her olayda karşısında kötü sıfatlı birileri olacak, Tayyipin egosu ise iyi olacak. Karşına kötüyü koyarak ben iyiyim demek istiyor. Her seferinde şahsını, kötü icad ederek, iyi gösteriyor. Sorumluluklarını, suçlarını, eksikliklerini bu şekilde her seferinde örtmeye çalışıyor. Tayyip var olmak için mutlaka birileri kötü olmak zorundadır.

    Birde Türk askeri şereflidir diyor. Türk askerinin arkasına saklanıyor. Kimse Türk askeri şerefsizdir demedi ki? Mesele ne zaman Türk askerinin şerefli olup olmadığına geldi ki. Ha Tayyip Türk ordusu şereflidir diyen tarafta oluyor. Sözde Türk askeri şerefsizdir diyen insanlar varmış da Tayyip Türk askerini koruyan iyi lider oluyor. Bu mekanizmalar farkedilmedikçe, herkes bu sahtekarlığa katılıp inanıyormuş gibi yapıp alet olunca, çıkarı gereği, insan olamayız. İnsan olmayı kötü karakterlerin varlığına bağlayanlar aslında o kötülüğe muhtaç olduğundan, kötülüğün bitmesini istemez.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin