YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU
17 Kasım 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, TBMM’de muhalefet rolünü üstlenmişti. Bu sırada CHP Hükümeti’nin başbakanı da İsmet Paşa’nın (İnönü) yerine Fethi Bey (Okyar) olmuştu.
13 Şubat 1925’te başlayan Şeyh Sait İsyanı üzerine istifa eden Fethi Bey’in yerine yeni hükümeti İsmet Paşa kurdu. Paşa’nın ilk icraatı da Takrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkararak olağanüstü bir yönetimi benimsemek oldu.
İsyan, cumhuriyetin kurucu kadrosu tarafından “Allah’ın bir lütfu” olarak değerlendirildi ve yeni filizlenmeye başlayan muhalefet yok edilerek otoriter bir rejim inşasına zemin hazırlandı.
TERAKKİPERVER FIRKA
M. Kemal Paşa ve ekibinin izledikleri politikalar ve özellikle devletin bir tek parti ve tek adam rejimine dönüşmesi sürecine tepki olarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) kurulmuştu.
Partinin başkanlığını Kazım Karabekir, genel sekreterliğini A. Fuat Paşa, ikinci başkanlıklarını Rauf Bey (Orbay) ve Adnan Bey (Adıvar) yapmaktaydı. Bu manzara, İstiklal Harbi’ni kazanan lider kadronun kendi içinde büyük bir ayrılık yaşadığını gösteriyordu.
Parti liberal bir siyaseti savunmakta özellikle M. Kemal Paşa’nın cumhurbaşkanı olmasına rağmen hala Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) başkanlığını devam ettirmesine karşı çıkmaktaydı.
Ülkede bir muhalefetin ortaya çıkması başta M. Kemal ve İsmet Paşalar olmak üzere CHF önde gelenlerini rahatsız etti. Muhalefet partisine karşı ilk tepki, bu partinin irticayı temsil ettiği şeklindeydi.
Özellikle parti programında yer alan “fırka, efkâr ve itikad-ı diniyeye hürmetkârdır” ifadesinin devrimlere karşı olan muhafazakâr kitleye cesaret verdiği iddia ediliyordu.
M. Kemal, Nutuk’ta bu ifadenin “… biz hilafeti isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz, bizce mecelle kafidir; medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler, biz sizi himaye edeceğiz; bizimle beraber olunuz. Çünkü Mustafa Kemal’in fırkası hilafeti lağvetti. İslamiyet’i rahnedar ediyor. Sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir…” şeklinde yorumlandığını belirtecektir.
Paşa ayrıca partinin idare grubu toplantısında yaptığı konuşmada; muhalefet partisi vasıtasıyla bir karşı ihtilal gerçekleşebileceğini, mevcut kanunlarla devrimleri korumanın mümkün olmadığını söylemiştir. Ona göre çözüm daha şimdiden olağanüstü tedbirler alınmasıdır.
CHP idare heyetininse İsmet Paşa’nın önerdiği “İstanbul’da sıkıyönetim ilan edilmesi” teklifine destek vermediği görülmektedir. Bu durum bir oldubitti ile başlayan cumhuriyetin ilk çok partili hayat sürecinde İsmet Paşa’nın istifa etmesine ve yeni hükümeti “mutedil” kişiliğiyle tanınan Fethi Bey’in kurmasına neden olmuştur.
Mecliste iki partinin bulunduğu sırada bütçe görüşmeleri çok gergin bir atmosferde cereyan etti. Bu gerginlik milletvekillerinin birbirlerine silah çekmesiyle ve Ardahan Milletvekili Halit Paşa’nın yaralanmasıyla sonuçlandı.
Paşa hastaneye götürülmek yerine mecliste kalem odalarının masaları üzerinde yatırılarak tedavi edilmeye çalışıldı ve iki gün sonra vefat etti.
FETHİ BEY’İN İSTİFASI
Şeyh Sait İsyanı’nın ilk günlerinde Fethi Bey Hükümetinin olaya soğukkanlı yaklaştığı ve basit bir hadise olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Buna karşılık M. Kemal, isyanı daha ayrıntılı takibe çalışmış ve muhalefet partisiyle ilgisine odaklanmıştır. O, isyanın hem Kürt milliyetçiliği hem de dini yönü olduğu kanaatindedir. Hatta ülke genelinde tedbirlerin alınması gerektiğini düşünmektedir.
M. Kemal Paşa gibi CHF içindeki şiddet yanlısı bir grup da Fethi Bey’in politikasını “ılımlı” bulmakta ve radikal tedbirler alınmasını istemekteydi. Bu kişiler İstanbul’da örfi idare ilan edilmesini, yeni rejime destek vermeyen İstanbul basınının susturulmasını ve muhalefet partisinin kapatılmasını talep ediyorlardı.
İsmet Paşa, M. Kemal Paşa ve iktidar partisi içindeki bu grup, Şeyh Sait İsyanı ile tarihi bir fırsat ele geçirdi. Deyim yerindeyse isyan, “Allah’ın lütfu olarak görülmüştü”. M. Kemal, İsmet Paşa’yı Ankara’ya çağırmış ve olağanüstü tedbirler içeren Takrir-i Sükûn Kanunu için hazırlık yapılmıştır.
Fethi Bey kabinesi ise önce isyanın çıktığı doğu vilayetlerinde sıkıyönetim ilan eden bir kanunu meclisten geçirdi. Ardından da Hıyanet-i Vataniye Kanunu’na ilaveler yapıldı. Bu değişiklikle dini ve kutsal değerleri siyasete alet edecek nitelikte cemiyet kurulması yasaklanmış, bu tür faaliyetlere girişenler “vatan haini” kabul edilmiştir.
Değişikliğin amacının Terakkiperver Fırka olduğu açıktır. Bu sırada Fethi Bey’in de M. Kemal’in isteğiyle muhalif parti ileri gelenlerini “çok kan akacak” şeklinde uyararak partiyi feshetmelerini istediği görülmektedir.
İsyanın kolayca kontrol altına alınacağını ve yeni tedbirlere ihtiyaç olmadığını düşünen Fethi Bey’le M. Kemal arasındaki görüş ayrılığı devam ederken bazı hatıralara göre iki gün devam eden CHF grup toplantısında hükümete ve İstanbul basınına çok ağır eleştiriler yapıldı.
M. Kemal de toplantıya gelerek ülkede irtica tehdidi bulunduğu ve tehdidin bölgesel değil ülke genelinde olduğuna dair bir açıklama yaptı. Ardından yapılan oylamada, Fethi Bey hükümeti parti grubundan güvenoyu alamadı.
“Daha şedit tedbirlerle elimi kana bulamak istemiyorum” diyen Fethi Bey, 2 Mart 1925’te istifa etti. Birkaç gün sonra da mebusluktan ayrılarak elçi tayin edildiği Paris’e gitti. Artık sırada şiddet siyaseti, İstiklal Mahkemeleri’nin faaliyete geçmesi ve muhalefetin yok edilmesi vardı.
TAKRİR-İ SÜKÛN KANUNU
Yeni başbakan İsmet Paşa meclisteki güven oylaması esnasında Şeyh Sait İsyanı ile ilgili olarak yaptığı açıklamada; seri tedbirlerin hızla alınacağını belirterek M. Kemal Paşa ile hazırlığını yaptığı kanunu işaret ediyordu. Güven oylaması sonrasında hemen yeni kanunun görüşmelerine geçildi.
Kanun teklifine dair yapılan eleştirilerde; kanunun anayasaya aykırı olduğu, hürriyetlerin kısıtlandığı, hukukun tamamen hükümetin inisiyatifi altına alındığı, milli egemenlik ruhuna aykırı olduğu, İstiklal Mahkemeleri’nin yeniden faaliyete geçmesinin doğru olmadığı, iki yıllık bir süre için geçerli olmasının anlaşılamadığı, şarktaki bir isyan nedeniyle bütün ülke için geçerli bir kanunun niye çıkarılmak istendiği sorgulanıyordu.
Hükümet kanadı ise tenkitlere; bu kanunla cumhuriyet ve devrimlerin korunmaya çalışıldığı, kanunun anayasaya uygun olduğu, İstanbul basını gibi “zehirli yuvaların temizleneceği”, amacın sadece polisin yetkisini genişletmek olduğu şeklinde cevap veriyordu.
Başbakan İsmet Paşa saltanatın kaldırılması, cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin kaldırılması gibi pek çok önemli devrim yapıldığını ancak kısa bir süre sonra memleket genelinde “irticanın baş gösterdiğini” belirtiyor ve mevcut kanunlarla bu devrimlerin korunamayacağını ifade ediyordu.
TCF başkanı Karabekir de kanunun İstanbul basınına ve muhalif siyasi faaliyetlere karşı uygulamalara zemin hazırladığını belirterek İstanbul basını ve partisinin hedef alındığını açıkça dile getiriyordu. Recep Bey (Peker) ise zaten İstanbul basını ile muhalefetin beraber hareket ettiğini hatta hükümete “diktatör” diyebildiğini söyleyerek kanunun amacının ne olduğu açıkça ortaya koyuyordu.
Aslında muhalefet kanuna yönelik eleştirilerinde sonuna kadar haklı olup başlarına geleceklerin farkındaydı. Ancak meclisteki az sayıdaki milletvekiliyle ellerinden fazla bir şey gelmiyordu. Nitekim kanun, yirmi ikiye karşı yüz yirmi iki oyla kabul edildi.
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun içeriği ise şöyleydi:
“Madde 1. — İrticaa ve isyana ve memleketin nizamı içtimaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlâle bahis bilumum teşkilât ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsât ve neşriyatı Hükümet, Reisicumhurun tasdiki ile resen ve idareten men’e mezundur. İşbu ef’al erbabını Hükümet İstiklâl Mahkemesine tevdi edebilir.
Madde 2. — İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren iki sene müddetle meriyül icradır.
Madde 3. — İşbu kanunun tatbikine İcra Vekilleri Heyeti memurdur.”
Kanun bu içeriğiyle hükümete çok geniş yetkiler tanıyor, memleketin huzurunu bozduğu gerekçesiyle her türlü kurum, cemiyet ve yayını yasaklama imkânı veriyordu. Elbette devamında da “suçlanan kişilerin” İstiklal Mahkemeleri’ne sevki geliyordu.
İSTİKLAL MAHKEMELERİ
Kanunun kabulü sonrasında meclise iki İstiklal Mahkemesi kurulmasına dair kanun teklifi geldi. Burada en büyük tartışma konusu, bu mahkemelerin verdikleri idam kararlarının meclis onayı olmadan infazına imkân tanınmasıydı.
Muhalefetin karşı çıkmasına rağmen İstiklal Mahkemeleri’ne idamları infaz yetkisi verildi ve birisi Şark İstiklal Mahkemesi adıyla Diyarbakır’da diğeri de Ankara’da olmak üzere iki İstiklal Mahkemesi kurulması kabul edildi.
Bu geniş yetkilerle faaliyete başlayan İstiklal Mahkemeleri’nden Şark İstiklal Mahkemesi Şeyh Sait ve arkadaşlarını yargılayarak kırk dokuz kişiyi idama mahkûm etti. Bu kararların temyizi yoktu ve kararlar hemen infaz edildi.
Sırada tahmin edileceği gibi İstanbul basını vardı. Yeni rejim İstanbul gazetelerinin hala hilafeti savunduğunu, devrimlere karşı olduğunu ve M. Kemal’i “diktatör” olarak gösteren yayınlar yaptığını, dolayısıyla mutlaka yargılanmaları gerektiğini düşünüyordu. Ancak yargılama için normal mahkemeler yerine İstiklal Mahkemeleri seçilerek Ankara’nın kararlılığı ortaya koyulacaktı.
Takrir-i Sükûn Kanunu’nun verdiği yetkiyi sonuna kadar kullanan CHF iktidarı, ülkede sıkı bir denetim mekanizması kurarak çok basit gerekçelerle ve geriye dönüşü mümkün olmayacak uygulamalara imza attı.
Bir taraftan İstanbul basınından; Tevhid-i Efkâr, İstiklal ve Son Telgraf gazeteleri kapatılırken Orak-Çekiç, Aydınlık gibi sol yayınlarla Sebilürreşad gibi İslamcı bir yayın organının kapısına kilit vuruldu. Sonradan Ahmet Emin’in Vatan ve Hüseyin Cahit’in Tanin gazetesiyle birçok yerel gazete de kapatıldı.
CHF iktidarı Terakkiperver Fırka’yı da İstiklal Mahkemelerinin kararlarını gerekçe göstererek kapattı ve böylece çok partili hayatı sona erdirdi. Ardından İzmir Suikastı gerekçesiyle İttihatçıları siyaset sahnesinden tasfiye ederek muhalefet edebilecek bütün unsurları ortadan kaldırdı.
İzmir Suikastı nedeniyle Terakkiperver Fırka kurucularının da yargılandığı dikkate alınırsa, M. Kemal ve şahin kanadın bu kişilere ne denli tepkili oldukları daha iyi anlaşılacaktır.
Kanun iki yıl için çıkarılsa da uzatılarak dört yıl süreyle yürürlükte kaldı. Bu süre içinde şapka devrimi, tekke, zaviye, tarikat ve türbelerin kapatılması, Medeni Kanun başta olmak üzere yeni bir hukuk sistemi kurulmasını sağlayan kanunların kabulü ve Latin harflerine geçilmesi gibi muhafazakâr kesimin tepkisine yol açabilecek devrimler kolayca yapıldı.
Ortaya çıkabilecek tepkilerin; Hüseyin Cahit, Ziyad Ebüzziya, Ahmet Emin, Eşref Edip gibi çok farklı görüşten gazetecilerin yargılanması veya İskilipli Atıf Hoca’nın “anayasaya aykırı faaliyetler” gerekçesiyle idam edilmesi gibi uygulamalarla önü alındı.
Takrir-i Sükûn Kanunu sonuçta bir yandan laik bir rejim inşa edilmesine zemin hazırlarken aynı zamanda yeni sistemin tek parti rejimi olmasını sağladı. Böylece yeni devletin temel karakteri daha baştan ortaya konuluyor ve otoriter bir yönetim inşa ediliyordu.
Günümüze kadar Türkiye’de bir türlü normalleşme sağlanamamasının önemli bir nedeni olarak Takrir-i Sükûn uygulamaları gösterilebilir.
Bu kanun ve uygulamaları, sonraki dönemlerde otoriterleşme yolunda çok önemli bir örnek olmuş, çeşitli gerekçelerle demokrasinin askıya alınmasında ve temel hakların sınırlanmasında temel gerekçelerden birisi olarak ortaya konulmuştur.
Kaynaklar: N. Yurtsever Ateş, Cumhuriyetin Kuruluşu ve Terakkiperver Fırka, İstanbul, Sarmal, 1994; Ö. Mete, Anılarda Takrir-i Sükûn Kanunu Uygulamaları, AÜ TİTE Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2014; E. Saray, “Takrir-i Sükûn Kanunu Üzerine Bazı Düşünceler”, Mütefekkir, 2015, C. 2, S. 4; M. Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, İstanbul, TVYY, 1999.