YORUM |Prof. Dr. Muhittin Akgül
Geçen hafta, büyük bir kahraman, cömertlik ve iman abidesi önder bir şahsiyet, herkes için mutlaka mukadder olan bu fani dünyadan Rahmet-i Rahman’a uğurlandı. Mekanı Firdevs olsun, yakınlarının ve dostlarının başı sağolsun; Mevla sabırlar versin ve Ali amcayı Hz. Ebubekir ve Hz. Osman’a (r.a.) komşu kılsın.
Böyle devasa bir şahsiyeti, kısa bir köşe yazısı ile anlatmanın zorluğunun farkındayım. Öyle inanıyorum ki, son derece derin ve kalıcı izler bırakıp da dâr-ı bekâya irtihal edenlerin hayat ve hatıratını, edebiyatçılar, romancılar, tiyatro ve biyografi yazarları ihmal etmez ve “tarihin şeref levhaları” olarak gelecek nesillere birer nümûne-i imtisal olarak bırakırlar. Ve Ali Kervancı Abi de bunu fazlasıyla hak etmektedir.
Ali Kervancı Bey, maddi imkanlar açısından sıfırdan başlayan bir hayat yolculuğuyla, Mevla’nın da önünü açmasıyla göz kamaştırıcı zenginliğe ulaşmış bir babayiğitti. Ama bu göz kamaştırıcılık, kendisine bakanlar açısındandı. Zira kendisini yakından tanıyanların da çok iyi bilip müşahede ettikleri gibi o, mütevazi mi mütevazi, az konuşan ama inandıklarını yaşayan, kendisine lütfedilenleri bir emanet olarak gören ve onlara kalben hiç bağlanmayan, gaye-i hayali olarak kabul ettiği yola odaklanan asr-ı saadetin günümüze bir iz düşümüydü.
Onun bu örnek şahsiyeti, sadece kendisiyle de sınırlı değildi. Bir aile ve özellikle de eşiyle beraber, adeta bu konuda bütünleşmiş ve hedefine kilitlenmiş ruhlar olarak, hayatlarını hayır yolunda yarışarak sürdürüyorlardı.
Bu anlattıklarımın soyut kalmaması adına, Fas’a yaptığım bir seyahatte, Faslı insanların ağzından duyduklarımı sizinle paylaşmak isterim. Ali Kervancı Bey’in içinde olup da temsil ettiği düşünce, her bir ferdin sorumluluğu gereği, yapabildiği bir işle meşgul olmasıydı. Mesleği, yaşı, cinsiyeti ve konumu ne olursa olsun, zamanının belli bir kısmını, insanlık namına, âhiret adına ve kendisine bahşedilen nimetlere teşekkür vesilesiyle harcamasıydı. Bu fikre gönül vermiş hiçbir fert, bu mukaddes sorumluluktan kaçmazdı. Herkes kendi kaldırabileceği, taşıyabileceği bir taşı taşır, bir yangını söndürmeye gayret ederdi. Böylelikle hiç değilse karınca gibi bulunduğu yer ve hareket vesilesiyle yerini belirlemiş ve konumunu da tescillemiş olurdu.
Elinden yemek yapma, pasta börek pişirme geliyorsa, ona odaklanır, oya örüp dantela işlemek geliyorsa onunla meşgul olur, mantı yapıp dolma sararak talebeye burs vermekse, gününü onunla geçirir, Kurban Bayramında uzak beldelere giderek bayramı başkalarıyla paylaşıp, kardeşlik duygularını ulvileştirmek mevsimiyse, onun için planlar yapar, devam ettiği okuldan, kaldığı güzel havanın teneffüs edildiği mekanlara insan getirmek gerekiyorsa, onun planlarıyla yatıp kalkardı. Bunları yaparken de, bu işe gönül vermiş kimseler, hiçbir zaman çok önemli bir iş yapıyor görüntüsü vermezlerdi. Sanki hayatın olağan akışı içerisinde, bunları yapılması gereken rutin işler olarak görürlerdi.
Bu yola gönül verenlerden evine misafir olunan yetmişin üzerindeki eli öpülesi hacı annelerin öyle bir samimiyetleri vardı ki, onlar yapılması gerekenleri, sözle değil ortaya koyup sergiledikleriyle ve bu konudaki samimiyetleriyle yaptıklarından, onlarla bir defacık olsun karşılaşan, yemeklerini yiyen, evine misafir olan yerli-yabancı herkes derinden etkilenir; unutamayacağı bir zaman dilimini yaşamış olurdu.
İşte Ali Kervancı Bey ve eşi, bunun ideal anlamda yaşandığı bir yuvanın sahipleriydi. Fas’ın Rabat şehrinde, bir iş adamının evine yemek için misafir olmuştum. Ev sahibinin adı Şefik Beydi. Şefik Bey tam bir beyefendiydi. İş adamı, Hukuk Fakültesi mezunu, araştırmacı, aynı zamanda cumaları da bir camide hatiplik yapıyordu. Şefik Bey beş yıl önce Türklerle tanışmıştı. Türkiye’ye gelmiş, arkadaşıyla beraber ailece Türkiye’yi gezmiş ve görüp karşılaştıklarından da çok etkilenmişlerdi. Eşiyle beraber yaşadıkları bir olayı bizimle paylaştılar. İstanbul’da bir eve misafir olmuşlar. İstanbul’un zenginlerinden bu fedakar insan, bitişiğindeki villasında yurt dışından gelen talebelere de ev sahipliği yapıyor, derin bir içtenlikle kendi elleriyle yapıp yediklerinden, içtiklerinden onlara ikram ediyormuş. Şefik Bey’in hanımı, talebelerin olduğu mekana girmiş. Sonra hıçkırıklarla ağlayarak dışarı çıkmış. Şefik Bey şaşırmış ne oldu da ağlıyor diye. Kadın içeride gördüklerinden ashab-ı kiramı hatırlamış. Ve demiş ki bunlar aynen sahabe gibi.
Sonra aynı mekanda Şefik Bey’in Hanımı da konuşmak istedi. Türkiye yolculuğundaki hissiyatını bizatihi kendisi anlatmak istedi. “Bu yolculuk sanki bir gezi değil de, hizmet yolculuğuydu” dedi. “Ben o güne kadar zannediyordum ki, iman yolculuğu sadece Mekke-Medine’ye oluyor. Türkiye’yi ziyaret edince anladım ki, iman yolculuğu başka yerlere de oluyormuş. Çünkü oradaki her ânım, ayrı bir iman yolculuğu oluyordu. Türkiye’de pek çok şey gördüm. Şaşırdım doğrusu. Sadece birini anlatayım” dedi ve anlattı:
“Zenginlerden birinin evine gittik. Ev sahibi hacı amca (Merhum Ali Kervancı) farklı bir insandı. Resûlullah (s.a.s.) anılınca ağlıyordu. Hadisteki: “O mü’minler ki, kendilerine bakıldığında Allah hatırlanır.” İşte bunu tam da onda gördüm. Hacı Amca’nın hanımı beni bitişikteki talebe ve hocaların bulunduğu bir yere götürdü. Orayı görünce sanki kendimi Mescid-i Nebevi’de hissettim. Ashab-ı kiramı hatırladım. Paylaşma, kardeşlik duygusu, samimiyet, tevazu… Hasılı güzel ahlakın bütün şubeleri. Gördüklerim, tıpkı okuyup da gıpta ile anlattığımız sahabiler gibiydi. Kendimi tutamadım ağladım, ağladım, gözyaşı döktüm. Hep istedim ki, keşke herkes bu gördüğüm insanlar gibi olsa. Ben zannettim ki bu gördüğüm kahraman insan tek örnektir, başka da yoktur. Ama Türkiye’nin başka vilayetlerini de gezince, değişik insanlar ve müesseseler gördüm. Anladım ki gördüğüm insanlar tek değilmiş, binlercesi varmış.”
İşte merhum Ali Kervancı Bey’in, ailece hayatı, tıpkı Asr-ı saadetin o fedakar ve içten günümüze yansıması gibiydi. Şartlar el vermeyip de, kazandıklarına haramiler el koyunca durmadı, tıpkı Ebu Eyyub el-Ensari gibi gönüller aradı, coğrafyalar dolaştı ve nihayetinde bu önemli müessese, Güney Afrika’nın Johannesburg’una nasip oldu. Yıllarca zulme ve diktatörlüğe direnmiş Mandela’nın ülkesi olan Güney Afrika’ya. Anadolu’nun güzelliklerini oraya taşıdı. Gerçek bir külliye inşa etti, hem de kendisi de bizatihi mübaşeret ederek. Bu arada kısaca şunu da hatırlatmak isterim ki, yukarıda işaret edilen ve gıpta edilen güzelliklerin yaşandığı o ev gasp edildi ve İstanbul müftülüğü misafirhanesine çevrildi. Ve müftü efendi de, gasp edilmiş böylesine bir evde, rahat ve rehavet içinde oturabilmektedir.
Ve derken, her canlının mutlaka yaşayacağı Hakk’a vâsıl olmayı tattı. Hem de hicret diyarında, hem de bir mazlum olarak. Önce eşi gitmişti, kısa bir süre sonra da kendisi. Ne imrenilecek bir hayat ki, kimseyi kırmadı, inandığı yoldan ödün vermedi, tereddüt etmedi ve hedefini de gerçekleştirmiş oldu. Öyle inanıyorum ki, arkasında bıraktığı milyonlarca seveni, onu unutmayacak, hayırla yâd edecek, Fatihalar ve Yâsin’lerle bereketlendirecek, sebep olduğu müessese ile amel defteri de kıyamete kadar kapanmayacaktır. Kabrin nurla dolsun, mekanın Firdevs-i A’la olsun kahraman insan!
Ýigit be!